Ferîdüddîn
Attar ve Sîmurg’un Kanat Sesleri
İçine düştüğümüz vadi nasıl bir vadidir?
Kendi yüzümüzden ayak izlerini kaybetmişiz.
Bu vadide kendi kendimizin gulyabanisiyiz.
Daha ilk günden kendimizle meşgulüz.
Aciz kaldık mı feryat ederiz.
Bela geçti mi unutuveririz.
Yazık ki bizim dünya telaşımızda
Gamımız çok, hâsılımız yoktur.
Gözünden yüz denizlik yaş döksen
Allah bilir ya sen bir hiçsin [1]
Tam
ismi Ebû Hâmid Ferîdüddîn Muhammed b. Ebî Bekr İbrâhîm-i Nîsâbûrî olan Attar,
1142-1221 yılları arasında yaşamış ve irfan geleneğinin gelmiş geçmiş en büyük
arifleri arasındadır. Tıpçı, eczacı, şair, arif ve filozof olan Attar,
multidisipliner biridir. Ömrünü irfan geleneğine adayan Attar Suriye, Irak,
Mısır, Hicaz, Hindistan ve Türkistan’a seyahatler yapmış ve bu
seyahatlerden sonra memleketi Nîşâbur’a dönerek burada inzivaya çekilip birçok
eser kaleme almıştır.
Şeyh Attar'ın şehit
edilişi şöyle anlatılır: Moğol istilâsında, Ferîdüddîn Attar bir Moğol
askerinin eline esir düştü. Asker onu öldürmek istediğinde halk “Bu ihtiyarı
öldürmekten vazgeçersen kanına bedel olarak bin altın akçe veririz.” dediler.
Moğol askeri onu bu fiyata satmak istedi. Fakat Attar, askere “Sakın beni bu
fiyata satma. Çünkü sana kanım için daha fazla fiyat verirler.” deyince asker
onu satmaktan vazgeçti. Bir süre sonra başka bir şahıs gelerek askere “Bu yaşlı
zatı öldürmekten vazgeç. Onun kanına karşılık sana bir torba saman veririm.”
deyince Attar “İşte beni şimdi sat. Çünkü esas fiyatım ve kanımın değerini
buldum. Bundan fazla para etmem.” der. Bunun üzerine sinirlenen Moğol askeri
onu şehit eder. Şeyh Attar'ın mezarı Nîşâbur 'da olup Ömer Hayyâm'ın mezarının
yanındadır.
Katıksız bir ehlibeyt aşığı
olan Attar, irfan geleneğinin temel eseri olan Tezkiretü'l Evliyâ adlı eserini
İmam Cafer ile başlatır. Attar, Hallâc'a büyük bir aşkla bağlıdır. Kendisinden
sonra gelen Hâfız-ı Şîrâzî, Senâî, Nâsır-ı Hüsrev ve Mevlânâ gibi büyük
üstatları etkilemiş ve onlara ilham kaynağı olmuştur. Mevlânâ, Hallâc'ın
ruhunun Şeyh Attar'da tecelli ettiğini belirtir. Attar (1142-1221) İbnü'l Arabî
(1165-1240) ile çağdaştır. Tüm eserlerinde vahdet-i vücud felsefesini yoğun bir
şekilde işler. Şeyh Attar'ın birçok eseri vardır. İrfan tarihindeki büyük
ariflerin hayatlarını ve irfanlarını anlattığı Tezkiretü'l Evliyâ adlı eseri
büyük bir öneme sahiptir. Denilebilir ki bu eser olmadan irfan tarihi
yazılamaz.
Manṭıḳu’ṭ-ṭayr (Kuşların Dili/Sîmurg: Otuz
Kuşun Öyküsü) adlı eseri otuz kuşun hikâyesinin anlatıldığı ve birçok dünya
diline çevrilen en meşhur eseridir ve 4724 beyitten oluşmaktadır. Şeyh Attar bu
eseri hakkında şunları söyler:
Kitabıma dert
gözüyle bak ki bendeki yüz dertten birine inanasın.
Bu kitaba dert
gözüyle bakan kimse, devlet topunu kapıp Hakk'ın huzuruna kadar gider.
Bu kitap zamanın
ziyneti ve süsüdür. Hem seçkinlere ve hem de avamdan insanlara Hakk' yolu
görmeyi nasip eylemiştir.
Sîmurg'un Kanat Sesleri
Eğer tabiatın özün ararsan,
Evvela var, hissi insanı
öğren!
İdrak içinde ruh denen
ceryanın,
Kalbinde yaptığı devranı
öğren!
Hem tahlil et, mevcut olan kanını,
Neresinde bulursan gör canını.
Orada sarfeyle her imkânını.
Canın eğlendiği mekânı öğren!
Atamın beline inmezden
evvel,
Şol kudretten terkip oldum da
geldim.
Ana rahminde bir tezgâha
düşüp,
Sureti insanı buldum da geldim.
Gör ne incelik var organlarında,
Beyne bağlanmışlar aklın yanında,
Havadis verirler tam zamanında,
Ordaki nizamı, erkinı öğren!
Öğren O dizilmiş kemiklerini,
Gör nasıl giymişler etle
derini!
Sen bir yana koy da
bildiklerini,
Nimri'den bu ilmi irfanı
öğren!
Bütün azan o tezgâhta dokundu,
Terkip olan kudret ol kaba kondu.
Tekâmül müddetin dokuz ay on'du,
Orda nizamatla doldum da geldim.
İşte bu libasla geldim cihane,
Buna konup, bundan çıktım ayana.
Hoş gelsem sığmazdım hiç bu mekâna,
Âşık Nimri'yim kul oldum da geldim.[2]
Nimri Dede
(1909-1986)
Kuşlar
ülkesinde büyük bir kargaşa ve düzensizlik hâkim olur. Bütün kuşlar toplanıp bu
duruma bir çözüm bulmak için tartışmaya başlarlar. Günlerden birgün Sîmurg'un
kanatlarından bir tüy düşer ve Hüdhüd bu tüyün izini sürerek kuşlara, Sîmurg'a
varmak için onlara yolculuk boyunca rehberlik edebileceğini söyleyerek onları
bu yolculuğa davet eder.
Sîmurg’un var olduğunu anlayan bütün kuşlar, Sîmurg’un huzuruna
gidip yardım istemeye karar verirler. Sîmurg’un yuvası, Kaf Dağı’nın
tepesindedir. Oraya varmak için hepsi birbirinden çetin yedi vadiyi
"talep, aşk, marifet, istiğna, tevhit, hayret ve fena/yokluk” vadilerini
aşmak gerekiyormuş.
Kuşlar, hep birlikte uçmaya başlar. İsteği ve sebatı az olanlar,
dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülürler. Kuşların kimi aşk
denizine dalmış, kimi ayrılık vadisinde kopmuş sürüden. Bülbül güle olan aşkını
hatırlayıp geri dönmüş. Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (Oysa tüyleri
yüzünden kafese kapatılırmış). Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış.
Baykuş yıkıntılarını, balıkçıl kuşu bataklığını özlemiş… Kaf Dağı’na
vardıklarında yalnızca otuz kuş kalmış.
Farsça ve Kürtçede “sî”, “otuz” demektir, “murg” ise “kuş”. Otuz
kuşun kendileri aslında Sîmurg’muş. Sîmurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki
Sîmurg otuz kuş demekmiş. Her biri bir Sîmurg’muş. Otuz kuş, anlamış ki aslında
aradıkları sultan kendileriymiş. Gerçek yolculuk, sadece kendine yapılan
yolculukmuş.
Sîmurg
beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı
sürdürmüş. Öykü, hakikat arayışında olan yolculuğa dair seyr-i sülûku ve
hakikati talep eden taliplerin geçmeleri gereken aşamaları edebi, irfani ve
felsefi bir tarzda anlatır.
İnsan da hakikat arayışında yanmalıdır ve yandıkça kendi
küllerinden yeniden doğacaktır. Kendini yakmadıkça insan, kendi sırrına vakıf
olamayacak ve kendini gerçek manada tanıyamayacaktır. Her birey birer
Sîmurg olmayı göze
almadıkça bataklığında, harabelerinde, tüneğinde ve kafesinde
yaşamaktan kurtulamayacaktır. Bunlardan kurtulmak için yedi vadide
yolculuk yapmak gerekir.
Sîmurg’un Kanat Seslerindeki Yedi Vadi
Yedi vadide
öyküleme yöntemi ile irfani ve felsefi olarak aşkın metafiziği işlenmiştir. Biz
burada sadece öykülerin bağrındaki aşkın metafiziği üzerine yaptığımız bazı
yapı sökümleri aktaracağız. Ama hakikat olan şu ki, bizim burada yaptığımız
kısmi yapı söküm, asla öykülerin yerini tutmayacak ve o tadı, sevinci ve
sarhoşluğu vermeyecektir. Bu nedenle Şeyh Attar’ın eserini okumak
kaçınılmazdır.
Birinci Vadi: Talep Vadisi
İlk vadi olup
daha deneyimlenmediği için yüzlerce zahmete gebedir. En zor vadidir. Çünkü bir
şey başlamak için karar almak gerekir. Bu karar alma da güçlü bir irade
gerektirir. Her talep bir eksiklikten doğar. Kendi eksikliklerini idrak eden
ancak talepte bulunabilir ve bu vadiye girebilir. İnsan, eksik varlıktır; bu
eksiklik ontolojik olmayıp kendi özünden kopuşun ortaya çıkardığı bir durumdur.
Bir kere irade ortaya konulup talep gerçekleştiğinde artık bu talep
durdurulamaz. Talep, tamah ve arzular değildir. Talebin talebi tevhittir.
Talepsizlik talihsizliktir. Her yolculuk bir talep sonucunda oluşur. Yolculuğa
ancak taleple çıkılabilir. Bu vadideki yolculuğa cimrilikle, kibirle, övünmeyle
çıkılmaz. Her talep bir yönelme olup gerçek talep ise Hakk’ın cemalini müşahede
etmektir.
Talep, sabrı gerektirir. Talebi olmayan, insan olmanın idrakine
erişemez. İnsan ancak talebi kadar kevnü’l camidir yani varlığın halifesi ve
özetidir. Talep olmadıkça varlığın kokusu alınmaz.
İkinci Vadi: Aşk Vadisi
Neden âşık? Çünkü insan ancak aşk ile özgürleşebilir. Akıl sınırlandırır ama aşk sınır tanımaz. Aşk dünyevi, bedensel, katı gelenek ve göreneklerden kurtarır. Hikmetin de aşkın da kapısı her daim açıktır. Aşk, benliğin taleple doldurulması, benliğin kâmil bir halde taleple taşmasıdır. Akıl, sahip olmak; aşk ise sahip olmamaktır. Âşık, maşuku talep eder fakat hakikatte aşk da âşık da maşuk da birdir.
Aşk,
ilahi bir esrime ve titremedir. Hak ile meczubane bir karşı karşıya geliştir.
Âşık bu durumda varlıkla yokluk arasında askıdadır. Bedeni askıya aldığında
ruhu özgürleşir. Çünkü beden, ruh için kafestir. “Burada aşk ateştir, akıl ise
dumandır… Aşka iş eri gerek. Her şeyden hür adam gerek! Sen, ne iş erisin ne de
âşık. Sen ölüsün ölü; nerden aşka layık olacaksın, söyle!” Burada akıl
dışlanmaz, akıl yetersiz kalır. Aklın yetersiz kaldığı yer, fiziksel varlığın
maddi sınırıdır. Aklın ve aşkın sınırı bitişiktir. Sınır hem ayırır hem de
birleştirir. Aklın sonu hayrete varır ve akıl, aşk olur. Aklın yetersi oluşu,
onun bu dünyalı oluşudur. Aşk ise hem bu dünyalıdır hem de öte dünyalıdır.
Aşk, aklın
cüretidir aslında. Peki, neyin cüretidir? Aşk, maşukun cemalini peçesiz ve
perdesiz müşahede etme cüretidir. “Kaldır nikâbını, görem yüzünü…” Bu dünya
gözüyle… Ama gözler de yorgun düşecektir. Aşk, maşukun kapısının eşiğinde
boynunu bükerek durmak, büyük bir tevazuuyla ısrar etmektir. “Ene”den
(benlik/hodperestlik) geçip “Enelhak” olmaktır. “Aşk sırlarını canla kabul
edersen, aşk yolunda can verirsen, baştan geçersin. Canı feda eder, çırılçıplak
kalırısın. Bütün olanlardan da aklında sadece bir “Gel, içimize katıl!” sesi
kalır.
Üçüncü Vadi: Marifet
Vadisi
Marifet, Hak Hak
ile varlığı varlık ile tanımaktır. Marifetin hakikati “men arefe” (kendini
bilmek) sırrını idrak etmektir. Marifet olmadan aşk da ibadet de gerçek
anlamını bulamaz. Baba Tahir’e göre “Marifet, talebin doğruluk ölçüsüdür.
Marifet sahibi olmak, hürmet ehli olmaktır.” Marifet tüm ümitsizlikleri ortadan
kaldırır. Bu vadiye cehaletle girilemez. “Mademki sen bilgisizlikle aşk yoluna
girdin, uykular hayrolsun, Allah rahatlık versin. Sen bu işin ehli değilsin!”
Marifet vadisinde teslimiyetle taçlanır ve bundan sonra ancak istiğna
(ihtiyaçsızlık) vadisi hak edilir.
Dördüncü Vadi:
İstiğna Vadisi
Bu vadi, yedi
vadinin ortasındadır. Gönül, bu vadide tam bir ihtiyaçsızlık halindedir.
Arzularını, sahip olma duygularını yok etmiştir. Oysaki insan, sahip olmadan,
herhangi bir şey üzerinde egemenlik tesis etmeden duramayan bir varlıktır.
“Yedi deniz, bu vadide bir gölcük sayılır. Yedi
cehennem, bu vadide bir kıvılcım kesilir.” Çünkü âşık olan, tam bir
ihtiyaçsılık halindedir. Bu durumda aşığın gönlü sadece Hakk’ın cemalini
müşahede etmektir. Onun varlık, cennet ve cehennem diye bir beklentisi yoktur.
Bunlardan tamamen sıyrılmıştır. Bu vadideki yolculukta tüm arzularından,
kibrinden, cimrilikten, egemenlik tesis etme duygusundan arınırsın. Acaba kaç
insan bunları arındırmak ister ya da kaç insan bunlardan arınmayı başarabilir?
İnsan önce hakikati ve hakikate ulaştıracak bilgiyi talep etmelidir. Başarı,
kariyer, mal, makam, toplumsal statü gibi beklentiler, insanı esir alan
taleplerdir.
Bu vadide hiçbir
şeye ihtiyaç duyulmayacak bir arınma gerçekleşir. Burada istiğnanın idraki,
insan olmanın hakikatidir. Özgürlük duygusu ve özgürlüğün kendisi bile bir
ihtiyaç olmaktan çıkar. Öyle bir özgürleşir ki benlik, özgürlüğü dahi terk
eder; terk dahi terk eder. Çünkü terk de bir ihtiyaçtır. Terkin terki, hakiki
marifet ve istiğnadır. Çünkü “Bu cihanı da daha yüzbinlerce âlemi de bir araya
toplasan, her ne varsa hepsini karsan, karıştırsan; sana ancak bir serap
görünür; kalburun üstünde kalan bir hiçten ibarettir.” Bu vadide “Peşin yapılan
ibadete veresiye cennet” beklentisi abesle iştigaldir.
Beşinci Vadi: Tevhid Vadisi
Bu vadi, şahitlik vadisidir. Vadide iki konak vardır: tecrit ve tefrit. Tecrit soyutlanma, tefrit ise ayırmadır. Arapça, teklemek, tek başına yapmak vs. gibi anlamları olan bir kelime. Şekillerden, karışıklıktan uzaklaşmak, hallerde infirad etmek, vecdde vecde ulaşmak. Tefrîd, yapılan işlerin sırf Allah için olmasıdır ki, bu durumda salik nefsini görmez, halkı dikkate almaz, bedel beklemez. Böylece hallerin derinliklerinde teferrüd edilir, halleri verende gaybete erilir, ondan korkulmaz.[3]
İstiğna vadisinde sahip olma arzuları tamamen terk edilerek tevhid vadisine ulaşılır. Tevhid, Bir’i Bir ile bilmektir. Kesret (çokluk) âleminden soyutlanarak tefrit konağına varılır. Burada “Sayı çok da olsa, az da olsa, bu yolda birlikte birleşir, hep bir olur. Her sayı, birin bir kere daha tekrarından ibarettir zaten. Sayı çok olsa, her sayıda daima o bir vardır. O bir sayısı, boyuna tekrarlanır da tamam olur. Fakat buracıkta sana zahir olan bir, o tek Tanrı değildir ha! Sayıda tekrarlanıp duran birdir.” Şeyhimiz Attar, burada Platon felsefesinden hareket ederek, bu felsefedeki “Birden ancak bir çıkar.” İlkesinden hareket eder. Buradaki bir, matematiksel bir değil, metafiziksel birdir. Yani varlık felsefesi bağlamındaki birdir. Varlık felsefesi bağlamındaki bir ise ontolojik bir birliğe göndermedir. Çünkü Hakk’ın tecellisi tektir, tekrarı yoktur ve sonsuzdur, tezahürleri yani görünümleri farklıdır. Tecellinin bu özelliği, varlıkta tekrarı da dışlar. Varlık, kendi kendisini tekrar etmez. Eğer varlık tekrar ederse bu kısırdöngü yaratır. Bu kısırdöngüde de varlık anlam olarak çöker. Yine bu bağlamda âlem, Hakk’ın aynasıdır. Ayna ise yansıtır, asıl değildir.
Buradaki birlik (vahdet) hali hiçtir. “Mademki her şey hiçtir, hiçlikten ibarettir; mademki bütün bunlar hiçtir, hakikatte yokluktan başka ne var ki?” Buradaki hiçlik ve yokluk, varlığın Hak karşısındaki durumudur. Hakikatte sadece Hak vardır. Bu âlem ikilik, çokluk âlemidir. “Her şey, bir şey oldu mu ikilik kalmaz. Burada benlik de ortadan kalkar, senlik de!” Bu vadi tevhid vadisidir ve tevhid, tecrit ve tefrit konaklarından sonra idrak edilir. Tevhid, varlığın birliğe dönmesidir. “İkilik kaldıkça şirktesin. İkilik kalktı mı, tevhid güneşi doğdu, parladı demektir.”
Altıncı Vadi: Hayret
Vadisi
Bu vadi, aklın
hayrete düştüğü, aklın ve dilin tutulduğu vadidir. “Tevhid makamında canına
yazılanların hepsini kaybeder. Hatta kayboluşu bile kaybeder gider! Ona ‘Sarhoş
musun, ayık mı; var mısın yok musun? Ortada mısın değil misin? Yoksa bir kıyıda
mısın? Gizli misin aşikâr mısın? Fani misin baki misin? Yoksa ikisi de var mı
sende? Yoksa ikisi de değil misin?’ deseler; der ki ‘Ben hiçbir şey bilmem ki.
Ne onu bilirim ne bunu. Âşıkım ama kime âşıkım? Onu da bilmiyorum. Ne
Müslümanım ne kâfirim. Peki, neyim ben öyleyse? Aşktan da haberim yok ya. Hem
aşkla dolu bir gönlüm var, hem gönlümde bir şeycikler yok, bomboş!” Burada
artık çokluk âlemi gittikçe silikleşir. Benlik senlik ortadan kalkar. Hiçbir
düalizme yer kalmaz. Tüm akli yargılar ve yüklemeler devre dışı kalır. Bütün
kategoriler tek bir kategoriye döner. Bu vadideki yolcu, bir taraftan varlık
evreninde bulunması nedeniyle varlığı duyusal olarak algılarken, diğer taraftan
bu evreni aşan bir alandadır. Bu iki hali de aynı anda yaşadığı için
paradokslar doğmaktadır. Paradokslar da ancak çakıştırılarak aşılabilir: Hem
vardır hem yoktur, hem görünendir hem görünmeyendir. Hem fanidir hem bakidir.
Ne vardıBu vadi,r ne de yoktur. Ne görünendir ne de görünmeyendir. Ne bakidir
ne de fanidir. “Böyle bir konakta, gönül bile yok olur. Akıl ipinin ucu
kaybolur; zan evinin kapısı kaybolur. İnsanın şikâyeti bile burada şükür
sayılır. Küfür iman olur, iman da küfür.” Çünkü küfür ve iman kategorileri bu
dünyalıdır. Hakk’ın huzurunda bu kategorilerin yeri yoktur. Bu anlamda baki
olan Hak’tır, Hak karşısında varlık hiçtir.
Yedinci Vadi: Fakr ve Fena Vadisi
Fakr, irfan geleneğinde arifin/dervişin hiçbir şeye hatta kendisine bile
sahip olmamasıdır. Arif, bu tutumuyla her şeyi Hakk’a bağlar ve her şey Hakk’ın
bir ihsanı, lütfudur.
Fakr, Arapça,
fakirlik, yoksulluk, ihtiyaçlılık gibi manaları ifade eder. Varlıktan kurtulup,
Allah’ta fani olmaktır. Fakr, şerefli bir makamdır. Mutasavvıflara, fukara adı
verilir. Zira onlar, mülklerden kendilerini boşaltmışlar, yani içlerinde
mal-mülk sevgisi bırakmamışlardır. Fakrın hakikati, kulun Allah'tan başka hiç
bir şeye ihtiyaç duymamasıdır. Fakrın şekli, bütün sebeplerden uzaklaşmaktır.
Fakirlerin en belirgin özelliği şudur: Onlar yoklukta feryat etmez, sızlanmaz,
sükûnetlerini korurlar, ellerine bir şey geçince de onu başkasına verirler,
başkalarını kendi nefislerine tercih ederler.[4]
Bu
vadi, her şeyin unutulduğu silikleştiği, hiçleştiği vadidir; sağırlığın,
dilsizliğin ve hayranlığın ta kendisidir. Burada her şey dildir, gözdür, saf
akıldır, ruhtur; her şey tam bir vahdet halindedir. Bu vadi, külli deniz olup
tam bir mutmainlik, sükûnet, huzur ve istirahat vadisidir. Bir ile bir olmanın
vadisidir. Paradoksal olarak ayrılık da birleşme de yoktur. Çünkü tüm
kategoriler, farklılıklar, akli yargılar, duyusal algıla hiçleşmiştir.
Salik/talip, bu vadide beline yokluk kemerini bağlamıştır.
Bu
varlık âlemi her şeye perdedir. Gönül yoklukta demlendi mi her şey tam bir
metafizik birliğe erer. Bu halde artık iyilik de kötülük de yoktur; iman da
küfür de yoktur. Akli kategoriler olan iyilik ve kötülük, iman ve küfür ortan
kalktığı için âşık, aşk kaftanını giymiş ve kemale ermiştir.
Yolculuğa çıkan kuşlardan çok azı hedefe varır. Yani insan olmaya gelen veya hakikat yolculuğuna çıkan insanlardan az bir kısmı insan olmanın hakikatine erer. Her beşer, insan ve Hakk’ın halifesi olmaya aday olarak bu varlık sahnesine çıkar. Fakat çoğu bunu başaramayıp beşer düzeyinde kalır. İdeolojik, mezhebi, ırksal, mal, mülk, makam arzusu insanları esir alır ve onları bu yolculuktan alıkoyar. Bu dünyada denenmenin sırrı da burada yatar. Bazı kuşlar denizlerde boğulur, bazıları yollarda kaybolup gider. Kimisi dağların doruklarında susuzluktan can verir, kimilerinin de güneşin altında kanatları yanar. Bir kısmını da yoldaki aslanlar ve kaplanlar tarafından rezilce parçalanır. Kimi kuşlar çöllerde susuzluktan telef olur, kimisi ağır hastalıklara duçar olur, kimisi acayip şeylere dalıp gider. Nihayetinde sadece otuz kuş hedefe varır ve derler ki “Biz buraya Sîmurg padişahımız olsun diye onu görmeye geldik. Binlerce kuş idik ancak geriye otuz kuş kaldık.” Hedefe varan kuşların hepsi Sîmurg’un âşıklarıydı. Sîmurg’un kapısına vardıklarında bir lütuf müjdecisi gelip onlara kapıyı açtı. Hepsini de yakınlık mertebesine oturttular. Otuz kuşun da önüne birer kâğıt bıraktılar ve “Bu kâğıtlarda yazılı olanları sonuna kadar okuyun.” dediler. Okuduklarında kendilerini Sîmurg olarak gördüler ve anladılar ki Sîmurg kendileriydi. “Gerçekte Sîmurg sensin. Sîmurg da senden ibarettir. Kuşlar Sîmurg’a bakınca orada sadece kendilerini gördüler. Kendilerine de bakınca, kendilerinde Sîmurg’u gördüler.” Bu tam bir vahdet halidir. İnsan, Sîmurg olmaya layık bir varlıktır. Mademki Sîmurg olma potansiyeline sahiptir, o halde Sîmurg olmaya talip olmalı ve bunun için yolculuğa çıkmalıdır. Kanatlarını sadece bunun için açmalı ve sadece bu gaye ile havalanmalıdır.
Azizim, eline bir kabak
geçirirsen
Onun üstünde göz,
yüz yaparsın.
Kabağı buzla
doldurur, öyle tutarsın.
Böylece kabak damla
damla yaş döker.
Bu yaşlar yağmur
kadar çok olsa da
Kimsenin gözünde yoktur değeri.
Biz de kudretin yanında
böyleyiz.
Bazen
güleriz bazen yaş dökeriz.[6]
0 Yorumlar