![]() |
Gürgün Karaman |
Sühreverdî’nin İslâm Düşüncesine Büyük Katkısı: Misâl Âleminin İlk Kuruluşu
[İşrâki Felsefe’nin temel eseri olan Hikmetü’l İşrâk’a yazdığımız şerhten bir kesiti ehl-i ilmin ve ehl-i işrâkın istifadesine sunuyoruz. Sunacağımız kesit, şerhin üçüncü son revizyonu, son redakte edilmiş ve son editoryal süreçten geçmiş nihaî halidir.]
Şeyhü’l İşrâk Sühreverdî’nin misal âlemiyle ilgili Hikmetü’l İşrâk eserindeki pasajı şöyledir:
[Bedenî ayrılıktan sonra insan nefislerinin halleri
Orta mertebedeki bahtiyarlar ile çekilip-uzaklaşan zahidler, “asılı sûretler” âlemine arınarak geçebilirler. Bu sûretlerin zuhuru yüksek berzahların bazısında olur; bu sûretleri “meydana getirme kudretleri” de vardır. Böylece diledikleri gibi yiyecekleri, görüntüleri ve hoş sesleri hazır ederler. Bu sûretler bizde bulunan benzerlerinden “daha tamdır”; çünkü burada onların zuhur yerleri ve taşıyıcıları eksiktir, orada ise kâmildir. Üst berzahlar bozulmadığı ve onların berzahlar ve zulmetlerle ilişkileri sürdüğü için orada “sürekli kalırlar”.]
ŞERH
Misâl Âleminin Doğuşu: Sühreverdî’nin Hikmetinde Bir İlk
İslam düşünce tarihinde duyularla kavranan âlem ile aklın idrak ettiği soyut hakikatler arasında her zaman bir boşluk hissedilmiştir. Bu boşluk ya sembolik ifadelerle doldurulmuş ya da rüya ve keşif gibi bireysel deneyimlere havale edilmiştir. Fakat bu iki uç arasında “bağımsız bir varlık mertebesi” fikri, ilk kez Şihâbüddîn Sühreverdî’nin İşrâk hikmetinde açık ve sistematik bir şekilde ortaya konulmuştur. Şeyhü’l İşrâk, İslam düşünce tarihinde “âlemü’l-misâl”in ilk kurucu düşünürüdür. O, bu teoriyi İbnü’l Arabî’den çok önceleri dile getirmiştir.
Sühreverdî, duyular dünyası ile aklî nurlar arasındaki sınırda bir ara mertebe bulunduğunu söyleyen ilk kişidir yani “âlemü’l-misâl”in ilk kurucu düşünürü odur. Ona göre bu âlem, hayal gücünde beliren sûretlerin rastlantısal tasarımlarından ibaret değildir. Buranın kendi ontolojik gerçekliği vardır. Ancak bu gerçeklik, cisimler gibi maddî bir mekâna bağlı değildir. Sûretler askıda duran görüntüler gibi var olurlar; bir yere basmazlar, fakat zuhur ederler.
İşte bu kavrayış, İslam felsefesinde bir dönüm noktasıdır. Çünkü İbn Sînâ’nın sisteminde hayal gücü bireysel bir yeti olarak kalır; görülen rüyalar ve tasavvurlar nefsin iç işleyişine bağlanır. Fârâbî’de de bu böyledir. Fârâbî’de rüya, yalnızca nefsin maddî hayal gücüyle ilişkili bir olaydır. Sühreverdî ise bu bireysel işleyişi aşarak “ontolojik bir ara âlem” inşa eder. Böylece rüyalar, vizyonlar, sembolik tecelliler ve ölüm sonrası ruhların karşılaştığı sûretler için bağımsız bir mekân açılır.
Sühreverdî’nin misâl âlemi, hem rüya ve keşfin felsefî açıklamasını getirir hem de âhiret tasavvuruna yeni bir derinlik katar. Cennet ve cehennem sûretleri, amel ve ahlâkın görünür hâlleri, bu âlemde tecellî ederler. Böylece ne yalnızca duyularla sınırlı bir dünya kalır ne de soyut aklın kuru kavramlarına mahkûm bir metafizik… Arada, ışıkla gölge arasındaki parlak köprü gibi bir âlem doğar: “âlemü’l-misâl”.
Bu yüzden denilebilir ki İslam düşünce geleneğinde “misâl âlemini” aynı zamanda ilk kez felsefî bir kavram olarak kuran” ve onu sistemli bir şekilde temellendiren kişi de Sühreverdî’dir. Onun açtığı bu yol, sonraki yüzyıllarda İbn Arabî’nin irfanî sisteminde âlem-i misâlin genişletilmesine, Mevlânâ’dan Molla Sadrâ’ya kadar pek çok bilgenin eserinde merkezi bir tema hâline gelmesine imkân vermiştir.
Beden Sonrası Nefislerin Halleri
Öncelikle şunu hemen vurgulayalım:
Sühreverdî burada, orta mertebede kalan bahtiyarların ve dünya nimetlerinden çekilen zahidlerin ölüm sonrası hâllerine işaret etmektedir. Onlar, tam saf nurlara kavuşamasalar da asılı sûretler âlemi denilen ara bir mertebeye (âlemü’l-misâl) yükselirler. Bu âlem, Sühreverdî’nin kozmolojisinde “misâl âlemi”, “âlemü’l-misâl” yahut “sûretler berzahı”dır. Burada nefisler, duyularla kavranan şeylerin daha mükemmel yansımalarını bulur. Dünya hayatında yediğimiz, gördüğümüz, işittiğimiz şeyler hep eksiktir; çünkü onlar, bedenî taşıyıcılarla kayıtlıdır. Fakat misâl âlemindeki sûretler, bedenin engellerinden arındığı için daha tam ve daha parlaktır.
Örneğin bir nefis, dünyada güzel bir ses işitmişse ölüm sonrası misâl âleminde de onun en saf yankısını duyar. Dünyada tadılan gıdaların, kokuların, renklerin orada daha berrak ve gölgesiz hâli vardır. Çünkü bu âlem, hem nefislerin kendi tasarrufuyla sûretleri kurdukları hem de berzahların onlara zemin hazırladığı bir sahnedir.
Buradaki sürekli kalış vurgusu ise önemlidir: Bu nefisler tamamen nûrânîleşmiş değildirler; hâlen berzahî izlerle (ara varlıksal durumlar) bağlantılıdırlar. Fakat kendi mertebelerine uygun bir huzur bulurlar. Onlar için azap yoktur, ama nihai vuslat da değildir. Yarı aydınlık, yarı nurdan bir menzildir; fakat zahidlerin arınmışlığı sayesinde bu menzil, gölgeli de olsa bir mutluluk âlemidir.
Modern dünyadaki İşrâk filozofu olan Henry Corbin, Arapça "âlem-i misâl" ve Farsça "Nâ-Kocâ-âbâd" için “mundus imaginalis” terimini önerir. Bu âlem, “hayalî/kurmaca” (imaginary) değil, ontolojik gerçekliği olan ara bir âlemdir; duyulur (maddî) ile akledilir (salt aklî) arasında bir barzakh katmanı. Bu âleme erişim, sıradan fanteziyle değil etkin/imajinal tahayyül ile mümkündür; burada tecrübe edilen suretler “yalancı” değil, kendine özgü varlık derecesine sahip suretlerdir.
Burada üstad Henry Corbin’i anmadan geçemeyiz. Corbin, Arapça "âlem misâl" ve Farsça "Nâ-Kocâ-âbâd" için “mundus imaginalis” terimini önerir. Bu âlem, “hayalî/kurmaca” değil, ontolojik gerçekliği olan ara bir âlemdir; duyulur (maddî) ile akledilir (salt aklî) arasında bir berzah katmanıdır. Bu âleme ulaşmak, sıradan bir fantezi veya esrimeyle değil, etkin/imajinal/yaratıcı muhayyileye dayalı vizyoner bir tahayyül ile mümkündür. Burada tecrübe edilen suretler “hayali/kurmaca” değil, kendine özgü varlık derecesine sahip suretlerdir. Üstad Corbin'in bu konudaki felsefî yaklaşımını başka bir yazıda daha geniş bir yapıda ele alacağımız için bu kadarıyla yetiniyoruz.
Poetik Bir Yorum
Beden toprağa karışınca âlemü’l-misâl/orta-ara mertebenin yolcuları göğe asılı bir âleme geçerler. Orada sesler daha berrak, renkler daha parlak, tatlar daha doyurucudur. Dünya nimetlerinin gölgesi değil, özleridir onlar. Zahidin kulağına orada ezelî bir musiki, ebedi bir sema' çalar; bahtiyarın gözüne nurdan renkler dökülür. Henüz Nûrü’l-Envâr’a varmamışlardır; fakat zulmetten de kurtulmuşlardır. Asılı sûretler arasında, gölgelerden arınmış bir sevinçle kalırlar. Berzahın ışıklı menzillerinde...
0 Yorumlar