Ticker

6/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

İbnü'l Arabi ve Ekberilik-4: Metafizik Değil Müşahede

İnsan kavramsal düşünme yeteneğine sahip tek varlıktır.  Allah da insanı ilk yarattığında ona isimleri öğretmiştir. İsimlerin öğretilmesi demek insanın kavramsal düşünme ile varlığı anlamlandırması, varlığa anlam yüklemesidir.

Kavramsal düşünme aynı zamanda mantıksal ve tutarlı düşünme gerektirir. Mantık ilmi ise kavramsal düşünmeyi hatalardan arındırır ve düşünceyi korur. İslam düşünce geleneğinde mantık ilmi iki temel üzerinden yükselir: Tasavvur ve tasdik. Dış dünyadan aldığımız veriler öncelikle bir tasavvur yani kavramsal örgü oluşturur. Bu kavramsal örgü akli bir süzgeçten geçerek birey için anlamlı yapılar oluşturur.  Anlamlı birer yapı haline gelen bilgiler böylece tasdik edilir. Bilginin bu tasdiki de inanç olur. Platon, bilgiyi doğru inanç olarak tanımlar. Mutezili düşünür Kadı Abdülcebar, Şerhu'l Usulü'l Hamse adlı eserinde bilgiyi "İnsan ona inanmaya devam ettikçe onda nefs-i sükûn sağlayan inançtır." şeklinde tanımlar. Bu tanım, bilgi hakkındaki en hasbi ve yerinde tanımdır denilebilir.  Çünkü bilmeye vesile olan bilgiyle bu bilmenin insanı huzura kavuşturması beklenir. Bizleri nefs-i sükûna kavuşturan şey ise düşüncenin kendi kavramsal hazinesiyle hareket etmesi ve gerekçeli/tutarlı olması gerekir.

Tasavvur ve tasdik hangi kavramlarla inşa olmuşsa haliyle aklın dünyayı kavrayışı da ona göre şekillenecektir. Elbette ki bütün diller Allah'ın ayetidir ve bilgelik kavramlardan korkmak, kavramları dışlamak değil; kavramları kendi dünya görüşü doğrultusunda tashih etmektir. Kavram üretmek, içinde yaşadığımız dünyanın kavranışını belirlemektir. Kim kavram üretiyorsa, tanım yapıyorsa belirleyici olan odur. Haliyle Müslüman düşünürler İslam motivasyonuyla öyle bir kavramsal üretim yapmışlardır ki bu üretim dillere destandır. Bu kavramsal üretim, nesnenin üzerindeki egemenlikle değil doğrudan kalbin ve aklın vahiy merkezli hareketi ve gayretidir. Fakat bilimsel ve teknik üretimle Batı dünyası nesne üzerinde hayret verici bir sürece girip ürettiği nesneye isim verme ve bu nesneyi pazarlama ile birlikte nesnesiyle birlikte kavramsal hegemonyasını tüm dünya üzerinde kurdu. Bu sadece nesnenin ve kavramın hegemonyası değil, nesne ve kavramın kendisiyle birlikte inancın,  kültürün kısaca bir bütün olarak yaşam tarzının da hegemonyasının transferidir.

Müslüman dünya iktisadi, askeri ve politik anlamda Batı karşısında büyük bir yenilgiye uğradı.  Lakin bu yenilgi düşünsel yenilgi olarak da kendini dayattı. Düşünsel yenilgi özsel olarak İslam düşüncesinin değil;  iktisadi, askeri ve politik yenilgiyle birlikte yenik duruma düştü. Dolayısıyla burada bir yenilgiden söz etmek tarihsel birikimle örtüşmemektedir. Müslümanlar fiziksel olarak yenilmiş olabilir lakin akılları hala kendilerinindir ve kalpleri -tüm eksikliklerine rağmen- hala iman için mücadele etmektedir. Burada esas olan durum, düşünceyi yeniden ayağa kaldırmaktır. Ama bugün için özelde Türkiye’de entelektüel görünmek ya da akademik kariyerinin egosunu yükseltmek için geleneğe tradisyon, münevver veya âlime entelektüel, gayb âlemine metafizik vb. demek batıya ve kendi zengin mirasına rağmen bir kabul görmektedir. Bu kabulde büyük bir tasavvur ve tasdik sapması vardır. İslam düşünce gelenekleri de ele alınırken bu geleneklerin mihver kavramları yerine özellikle Latince ve İngilizce kavramlar kullanılmaktadır. Haliyle bu kullanımlar, bırakın düşüncenin tevarüs edilmesini tevarüs edilen düşünceyi ağır düzeyde tahrif etmektedir. Örneğin gayb âlemi ve müşahede metafizik; âlim ve arif de entelektüel değildir. Sufilik veya irfan mistisizm değildir. Bu örnekleri bir hayli çoğaltmak mümkündür. İbn-i Arabi özelinde daha da vahim bir kullanım olan, Şeyh'in irfan düşüncesinin yani vahdet-i vücud terkibinin Spinoza'nın panteizmi ile özdeşleştirilmesidir. Aynı özdeşlik İbn-i Arabi'nin müşahede ehli oluşunu metafizik kavramıyla özdeşleştirmedir.

Metafizik ile müşahede arasındaki temel fark bu iki kavramın imlediği inanç dünyası ile doğrudan ilgilidir. Her şeyden önce müşahede kavramı Kur’an merkezlidir.  Metafizik ise başlı başına bir alandır. İki kavramın bugün için imlediği hem referans çerçevesi hem kültürel hem düşünsel hem de gelenek ve inanç çerçevesi farklıdır. Kısaca iki kavramın da birçok yönden belirleyici olan temel farkları vardır.

Müşahede, en temel anlamıyla "görmek" olsa da buradaki gömülü anlam "görülen varlığın var oluşuna şahitlik etmektir." Görülen varlığın,  nesnenin varlık hakikati bizzat bu varlığın kendi ontolojik statüsüdür ve gözlemci de onun bu varlık statüsüne vakıf olur. Müşahede farklı düzeylerde ve farklı yollarla yapılabilir. Gözün,  kalbin, nefsin, aklın ve ruhun müşahedesi şeklinde farklı müşahedeler gerçekleşebilir. Hakikatte varlık, hem Hakk’a hem de kendine örtüdür. İrfan ehli olan seyr-i sülûk talipleri, örtü olan bu maddi âlemin perdelerini aralamak için farklı yollardan hareket ederler. Bu arayış her talibin istidadına göre değişir. Talip ya da salik (sülûk ehli) varlığı temaşa ederek onun hakikatine nüfuz eder. En nihayetinde varacağı yer Hakk’ın kalpteki tecellisidir ve kalp burada Hakk’ın tek mazharıdır.  Kalp, Hakk’ın mazharı olmayı hak ettiğinde "delicesine çarpar". Salik burada artık Hak ile divane bir şekilde karşı karşıya gelmiş ve fena olmuştur.  Fena benliğin yok edilmesi olarak anlaşılsa da aslında fena Hakk’tan gayrı her şeyin geçici olduğunu idrak etmektir ve Hak ile yoğrulan benliğin Hakk’tan gayri hiçbir varlığı göremeyecek bir hale gelmesidir. Bu durumda salik çeşitli haller yaşayabilir: cezbeye tutulur, hareketlerini kontrol edemez, ne söylediğinin farkında olmadan konuşabilir. Çoğu zaman haddini aşan sözler de sarf edebilir ki bu sözlere şathiye denir. Şathiye,  kontrol altına alınamayan tecellilerin dili parçalayarak taşmasıdır. Salik, ayne'l yakîn (gözlem) ilme'l yakîn (bilgi) ve hakka'l yakîn (hakikat bilgisi) aşamalarını geçerek kalbi saflaştırmış, onu Hakk’ın nazargâhı ve mazharı yapmıştır. Artık hakikatte "varlık" hakkı sadece Hakk’a ait kılınmıştır.

Müşahede, kavramı aşan bir “kavramdır”. Bu ifadenin kavramı aşması demek onun, kalbin eylemi ve derûni bir tecrübe olması demektir. Bu tecrübe metafizik bir spekülasyon değildir. Metafizik kavramı bizi dolaysız bir şekilde Batı felsefesine gönderir. Bizi gönderdiği yerde karşımıza ilk olarak Aristo çıkar. Bu kavram, Aristo’nun fizik kitaplarından sonra yazdığı kitaplarına verilen genel bir isimdir. İsmi veren kişi de Rodoslu Andronikos’tur. Kavramın tam olarak kaynağı "ta meta ta fizika" yani "fizik ile ilgili kitaplardan sonra gelen kitaplar" demektir. Etimolojik anlamda metafizik, Aristoteles'in Metafizik adı verilen kitaplarının konusudur. Daha sonra kavram, anlam genişlemesine uğrayarak felsefileşmiş ve felsefenin ilk dalı olmuştur. Temel soruşturma alanı ontoloji olan metafiziği kıymetli yapan şey de bu ontolojidir. Zamanla evren, Tanrı, uzay, zaman, varlık mertebeleri, doğa vb. daha birçok konu metafiziğin altında incelenmiştir ve zamanla metafizik tüm bilimlerin çatısı olmuştur. Fakat modern dünyada metafizik, özellikle kutsaldan ve ahlaktan arındırılarak sekülerleştirilmiştir. Aslında Batı Aydınlanma felsefesi bunu sadece metafiziğe yapmakla kalmamış, daha geniş ve radikal bir ifadeyle denilebilir ki Batı Aydınlanma Felsefesi, Antik Felsefenin mezarını kazmıştır. Bu felsefi yaklaşım nasıl ki Tanrı’yı öldürüp Kilise’yi onun mezarı yaptıysa, aynı yaklaşımı Antik Felsefeye uygulamıştır. Platon’un kutsal merkezli idealar âlemi göklerden indirilerek, Aristo merkezli fiziğinin sunak taşında kurban edilmiştir. Bu durumu daha da vahim bir şekilde Nietzsche şöyle açıklar “Batı, Kudüs’te çarmıha gerdiği İsa’yı Roma’ya getirip Tanrı yapmıştır.” Kudüs doğudur; ilahi mesajların vatanıdır; peygamberler diyarıdır; nebevi hikmetin toprağıdır. Metafizik bir bakışla kutsalın temsilidir. Roma ise batının temsilidir. Batı, felsefe geleneğinde madde âlemini, karanlığı temsil eder. Karanlıkta da varlık kayıptır dolayısıyla metafizik yoktur. Özetle, teknik bilimsel olan Batı, metafiziği tasfiye etmiştir. Gerek Aydınlanma felsefesi gerekse bu bağlam içinde de Derrida’nın tabiriyle “gemisi çoktandır batmış bir metafizik” ile müşahede asla örtüşmez.

Klasik dönemlerde Müslüman filozoflar Antik Yunan felsefesi ile karşılaşınca buradan aldıkları kavramları kendi dilleri içinde dönüştürme becerisini gösterdiler.  Aristo merkezli metafiziğe felsefe-i ûlâ; felsefeye, felasife veya el-hikme; teolojiye, ilm-i ilâhî, ilâhiyyât vs. adlar verdiler. Çünkü onlar, kendi dilsel kavramlarının terki sonucunda bunun neye mal olacağını çok iyi farkında idiler. Bugün için düşünce alanında hangi dilden olursa olsun aktarılan kavramları kullanmaktan çekinmemeliyiz ve bundan dolayı da herhangi bir komplekse girmemeliyiz. Lakin öncelik olan şeyin belirleyici olduğunu asla unutmadan kendi dilimize ve mirasımıza ait olan kavramları merkezi kullanımlar yapmaya başladığımızda bunun aynı zamanda zihinsel bir arınma olduğunu da unutmamalıyız.

Bu uzun açıklamalardan sonra müşahede kavramına gelirsek, bu kavram sadece İbnü’l Arabi düşüncesinin değil tüm irfan geleneğimizin de temeli olan tecrübeye dayalı bir yöntemdir. Bu yönüyle Fütuhat-ı Mekkiye’de en çok geçen ve vurgu yapılan kavramdır. Diğer yazılarımızda bunu ele almaya devam edeceğiz.

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement