İnsan kavramsal düşünme yeteneğine sahip tek varlıktır. Allah da insanı ilk yarattığında ona isimleri öğretmiştir. İsimlerin öğretilmesi demek insanın kavramsal düşünme ile varlığı anlamlandırması, varlığa anlam yüklemesidir.
Kavramsal
düşünme aynı zamanda mantıksal ve tutarlı düşünme gerektirir. Mantık ilmi ise
kavramsal düşünmeyi hatalardan arındırır ve düşünceyi korur. İslam düşünce
geleneğinde mantık ilmi iki temel üzerinden yükselir: Tasavvur ve tasdik. Dış
dünyadan aldığımız veriler öncelikle bir tasavvur yani kavramsal örgü
oluşturur. Bu kavramsal örgü akli bir süzgeçten geçerek birey için anlamlı
yapılar oluşturur. Anlamlı birer yapı
haline gelen bilgiler böylece tasdik edilir. Bilginin bu tasdiki de inanç olur.
Platon, bilgiyi doğru inanç olarak tanımlar. Mutezili düşünür Kadı Abdülcebar,
Şerhu'l Usulü'l Hamse adlı eserinde bilgiyi "İnsan ona inanmaya devam
ettikçe onda nefs-i sükûn sağlayan inançtır." şeklinde tanımlar. Bu tanım,
bilgi hakkındaki en hasbi ve yerinde tanımdır denilebilir. Çünkü bilmeye vesile olan bilgiyle bu
bilmenin insanı huzura kavuşturması beklenir. Bizleri nefs-i sükûna kavuşturan
şey ise düşüncenin kendi kavramsal hazinesiyle hareket etmesi ve gerekçeli/tutarlı
olması gerekir.
Tasavvur
ve tasdik hangi kavramlarla inşa olmuşsa haliyle aklın dünyayı kavrayışı da ona
göre şekillenecektir. Elbette ki bütün diller Allah'ın ayetidir ve bilgelik
kavramlardan korkmak, kavramları dışlamak değil; kavramları kendi dünya görüşü
doğrultusunda tashih etmektir. Kavram üretmek, içinde yaşadığımız dünyanın
kavranışını belirlemektir. Kim kavram üretiyorsa, tanım yapıyorsa belirleyici
olan odur. Haliyle Müslüman düşünürler İslam motivasyonuyla öyle bir kavramsal
üretim yapmışlardır ki bu üretim dillere destandır. Bu kavramsal üretim,
nesnenin üzerindeki egemenlikle değil doğrudan kalbin ve aklın vahiy merkezli
hareketi ve gayretidir. Fakat bilimsel ve teknik üretimle Batı dünyası nesne
üzerinde hayret verici bir sürece girip ürettiği nesneye isim verme ve bu
nesneyi pazarlama ile birlikte nesnesiyle birlikte kavramsal hegemonyasını tüm
dünya üzerinde kurdu. Bu sadece nesnenin ve kavramın hegemonyası değil, nesne
ve kavramın kendisiyle birlikte inancın,
kültürün kısaca bir bütün olarak yaşam tarzının da hegemonyasının
transferidir.
Metafizik
ile müşahede arasındaki temel fark bu iki kavramın imlediği inanç dünyası ile
doğrudan ilgilidir. Her şeyden önce müşahede kavramı Kur’an merkezlidir. Metafizik ise başlı başına bir alandır. İki
kavramın bugün için imlediği hem referans çerçevesi hem kültürel hem düşünsel hem
de gelenek ve inanç çerçevesi farklıdır. Kısaca iki kavramın da birçok yönden
belirleyici olan temel farkları vardır.
Müşahede,
en temel anlamıyla "görmek" olsa da buradaki gömülü anlam
"görülen varlığın var oluşuna şahitlik etmektir." Görülen
varlığın, nesnenin varlık hakikati
bizzat bu varlığın kendi ontolojik statüsüdür ve gözlemci de onun bu varlık
statüsüne vakıf olur. Müşahede farklı düzeylerde ve farklı yollarla yapılabilir.
Gözün, kalbin, nefsin, aklın ve ruhun
müşahedesi şeklinde farklı müşahedeler gerçekleşebilir. Hakikatte varlık, hem
Hakk’a hem de kendine örtüdür. İrfan ehli olan seyr-i sülûk talipleri, örtü
olan bu maddi âlemin perdelerini aralamak için farklı yollardan hareket
ederler. Bu arayış her talibin istidadına göre değişir. Talip ya da salik
(sülûk ehli) varlığı temaşa ederek onun hakikatine nüfuz eder. En nihayetinde
varacağı yer Hakk’ın kalpteki tecellisidir ve kalp burada Hakk’ın tek
mazharıdır. Kalp, Hakk’ın mazharı olmayı
hak ettiğinde "delicesine çarpar". Salik burada artık Hak ile divane
bir şekilde karşı karşıya gelmiş ve fena olmuştur. Fena benliğin yok edilmesi olarak anlaşılsa
da aslında fena Hakk’tan gayrı her şeyin geçici olduğunu idrak etmektir ve Hak
ile yoğrulan benliğin Hakk’tan gayri hiçbir varlığı göremeyecek bir hale
gelmesidir. Bu durumda salik çeşitli haller yaşayabilir: cezbeye tutulur,
hareketlerini kontrol edemez, ne söylediğinin farkında olmadan konuşabilir.
Çoğu zaman haddini aşan sözler de sarf edebilir ki bu sözlere şathiye denir.
Şathiye, kontrol altına alınamayan
tecellilerin dili parçalayarak taşmasıdır. Salik, ayne'l yakîn (gözlem) ilme'l
yakîn (bilgi) ve hakka'l yakîn (hakikat bilgisi) aşamalarını geçerek kalbi
saflaştırmış, onu Hakk’ın nazargâhı ve mazharı yapmıştır. Artık hakikatte
"varlık" hakkı sadece Hakk’a ait kılınmıştır.
Klasik
dönemlerde Müslüman filozoflar Antik Yunan felsefesi ile karşılaşınca buradan
aldıkları kavramları kendi dilleri içinde dönüştürme becerisini gösterdiler. Aristo merkezli metafiziğe felsefe-i ûlâ; felsefeye, felasife veya el-hikme;
teolojiye, ilm-i ilâhî, ilâhiyyât vs. adlar verdiler. Çünkü onlar, kendi dilsel
kavramlarının terki sonucunda bunun neye mal olacağını çok iyi farkında idiler.
Bugün için düşünce alanında hangi dilden olursa olsun aktarılan kavramları
kullanmaktan çekinmemeliyiz ve bundan dolayı da herhangi bir komplekse
girmemeliyiz. Lakin öncelik olan şeyin belirleyici olduğunu asla unutmadan
kendi dilimize ve mirasımıza ait olan kavramları merkezi kullanımlar yapmaya
başladığımızda bunun aynı zamanda zihinsel bir arınma olduğunu da
unutmamalıyız.
Bu uzun açıklamalardan sonra müşahede kavramına gelirsek, bu
kavram sadece İbnü’l Arabi düşüncesinin değil tüm irfan geleneğimizin de temeli
olan tecrübeye dayalı bir yöntemdir. Bu yönüyle Fütuhat-ı Mekkiye’de en çok geçen
ve vurgu yapılan kavramdır. Diğer yazılarımızda bunu ele almaya devam edeceğiz.
0 Yorumlar