“Modern insanın krizi nedir?” şeklinde bir soruya verilecek cevap onun “benlik kaybı”dır. Modern dünyanın ortaya çıkışıyla birlikte insanın başına gelen bu “benlik kaybı” Marx’tan başlayarak baskın bir batı felsefe geleneğinde “yabancılaşma” olarak kodlanmıştır. Yabancılaşma, insanın kendi “ben idraki”nin yitimiyle birlikte onun kapitalist üretim ile işgal edilmesidir. Burada suçlu, üretilen nesne/eşya değil, bu nesneyle insan üzerinde egemenlik kuranlardır. Kendine yabancılaşan insan, artık kendi hamurunu kendisi yoğuramayacak kadar aciz bir duruma düşürülmüştür. İnsan artık hüsrandır. Bu hüsrandan kurtulmanın tek çaresi ise insanın yeniden modern bilimsel uzmanlık alanlarıyla tanımlanması değil, insanı işgal eden nesneyle olan ilişkisinin, insanın lehine açıklığa kavuşturulmasıdır. Bu da ancak insanı, insana hatırlatacak kalbi bir mesajla mümkündür.
İnsan
kendisine "ben" zamiriyle bilinçli bir şekilde dolaysız olarak işaret
edebilen tek varlıktır. Buradaki "ben" zamiri bir zamir olmanın ötesinde
bilinçli bir var oluşa gönderme yapar ve "ism" olanın yerini tutar.
"İsm" bir şey üzerinde işaret/iz bırakan şeydir. İnsan, hem kendi
üzerinde iz bırakır hem de varlık üzerinde iz bırakır. Varlığı işaretleyerek
onunla bilinçli bir etkileşime girer. Hem kendini işaretlemek hem de varlığı
işaretlemek büyük bir cesarettir. Çünkü varlığın geçici olduğunun bilinci ağır bir
yüktür insan için.
Her şeyden önce benlik nedir? İnsan kendi benliğini niçin, nasıl ve hangi referanslarla kurar? Benliği kurmaya neden ihtiyaç duyar?İnsana "ben" deme cüretini veren nedir? vb. sorular aynı zamanda insan için büyük sorunlardır.
İnsanı
insan yapan var oluşsal özellik onun kendisini kendisi aracılığıyla doğrudan
idrak edecek potansiyele sahip olmasıdır.
Bu potansiyelin en dibinde ise insanın kendisini akıl, idrak, bilinç
sahibi bir varlık olarak, varlık bahçesinde konumlandırmasıdır. İnsan, bu varlık bahçesinde kendi kokusunun
farkında olan varlıktır. Bu koku “ben” kokusudur. Onun bu hayatta tutunduğu tek
dalıdır. Benliğin yitimi, insanın bindiği dalı kesmesidir.
İnsan, kendisini dolayımsız yani hiçbir gerektiriciye ihtiyaç duymayacak şekilde idrak eder. Kendisini doğrudan, kendisiyle idrak eder ve bunu bilinçli yapar. Bir kedi, bir çiçek, bir kelebek kendisini kendisi aracılığıyla doğrudan idrak eder mi? İnsan dışındaki varlıklar kendilerinin "var" olduklarının farkında mıdır? Bu varlıklar "var olmanın" kökenini ve amacını merak ederek felsefe yaparlar mı?
Her varlık, Mutlak Var'ın cömertliği ile bir mertebede var edilmiş ve var edilmeye devam etmektedir. Mutlak Varlık dışındaki tüm varlık O'nun varlığına ve cömertliğine muhtaçtır. Cömertlik karşılık beklemeden vermektir ki Mutlak Varlık, kendisine dönük herhangi bir yarardan dolayı var etmemiştir. O'nun yaratıcılığı kendi özünden kaynaklanır. Dolayısıyla Mutlak Varlık'a "Neden yaratıyor?" sorusunu sormak da geçersizdir. Çünkü bir şeyin özselliğine karşı bir gerekçe ileri sürmek abes olduğu gibi gerekçe talep etmek de abestir. Hele hele Mutlak Varlık bu gerekçeyi insana yüklemişken... Nedir bu yükleme? Elbette ki "ben" idraki. Ben idrakine sahip olmak iradeyi kendisiyle birlikte doğurur ve bu irade insanı kendi benine karşı da sorumlu yapar. Kendi benine karşı sorumluluğu olmayanın Mutlak Varlık'ın ona yüklediği sorumluluk bilincinde olması mümkün değildir.
İnsanın
"benlik" hakikati bedenini aşar. İnsanın hakikati beden değil
benliktir. Benlik yoksa beden bir çamur kütlesidir. Bir insan öldüğünde onun cesedine insan
denilebilir mi? Ceset insan mıdır değil midir? Eğer insan
"ezeli-hadis" bir varlıksa -ki ilahi açıdan böyledir- ceset onun
hakikati değil, benliğinin kıymetli taşıyıcısıdır. Aslında beden, bu yönüyle
ağır bir emaneti taşımaktadır. Ben emanetini taşıyan beden öldüğünde benin
yerini almaz. Dolayısıyla ceset insan değil,
insanın hakikatinin terk ettiği mazhardır. Bu dünyada beden, benin
elçisidir. Elçiye zeval olmaz ama bu elçinin zevali kaçınılmazdır.
İnsan,
zaman ve mekânla sınırlandırılmıştır. Bu
sınırlılık bedenseldir, benlik değil. İnsanın beni (aklı, fikri, müşahedesi,
vicdanı, nefsi, ruhu vb.) bu âlemi
aşan bir hakikattir. Onu varlığın kemali
yapan da budur. Varlık âlemi insandan önce yaratılmış ve insan bu varlık âlemine
bir mühür olarak vurulmuştur. İnsan,
varlığa vurulan en nadide mühürdür. Bu mühür, tekil olarak da benzersizdir.
Mühür olarak vuruluşu bitmemiştir. Doğan her bebek, vurulan her yeni mühürdür.
Şeyhü'r
Reis İbn-i Sina, askıdaki insan (muallak
insan) teorisiyle insanın ben idrakini kurarken insan denilen varlığın
hakikatinin maddi var oluşu aştığını ortaya koyar. Bir an için insanı zaman ve mekânın
dışına çıkarıp onu askıya alalım. Zamandan ve mekândan bağımsız bir ortamda
insan kendisini yine bir "ben" olarak idrak eder mi? diye soran
Şeyhü'r Reis buna "Evet!" der. Demek ki insanın benlik idraki,
bedensel olarak zaman ve mekân içindeki varlığını aşan bir hakikattir. Nedir bu hakikat? Ya da Şeyh-i Ekber'in
"insan ezeli-hadis bir varlıktır" tanımı neyi imler? İnsanın
hakikatini "ezeli-hadis" yapan onun ilahi bir nefhayla yaratılmış
olmasıdır. Hak, insanı yaratmış ve ona kendi ruhundan üflemiştir. İnsanı "ezeli-hadis" yani sonradan
var olup da sonsuz yapan da budur. İnsanın içindeki bu ilahi öz, ona hep
sonsuzluk duygusunu pompalar. Sonsuzluk duygusu da ancak safi bir ben idraki
ile gerçekleşebilir. Değilse insan sadece bir çamur kütlesidir.
Şeyh-i İşrak Sühreverdi insanı "bedenden fazlası olan varlık" olarak tanımlar. Bedenden fazla olmak, bedeni aşan bir hakikate sahip olmak demektir. Ve burada insana düşen de bu hakikatin sırrını çözmektir. İnsan bu yönüyle sırdır. Sır, örtülü olandır. Örtü hem sınırlandırır hem gizler. Örtü, örtülü olanı kayıt altına alır. Ama insanın örtülü oluşu bambaşka bir şeydir. İnsan örtülü bir varlık olduğunu ancak ben bilinciyle aşabilir. Lakin insan kendi üzerindeki örtüyü ne kadar aralarsa aralasın hep bir sır olarak kalacaktır. İnsanın kendi sırrına hürmet göstermesi gerekir. Ancak o zaman benlik idrakini verene karşı şükrünü eda edebilir. Ancak ben idraki kemale erdiğinde insan da varlığın halifesi olduğunun bilincine erebilir. İnsanın varlığın halifesi olduğuna dair bilince ermesi, onun hem kendisiyle hem de varlıkla barış içinde yaşamasına kapı aralayabilir. Değilse var olmanın ağır sancısını asla dindiremeyecektir. Çünkü var olmanın ve bu var olmanın geçici olduğunun bilincinde olmak büyük bir huzursuzluk yaratır. Çünkü insan, öleceğini bile bile yaşamayı göze alan tek varlıktır. İnsanın hakikatini ötelere taşımayan bir "var olmaya" insan neden katlansın ki?
Hamd, bizi cömertliği ile var
edip kendi ruhundan üfleyen ve kendi benliğimizi idrak etmeyi bahşeden
Allah'adır. Salat ve selam onun
resulünedir.
0 Yorumlar