İnsanlık
tarihini kategorik olarak açıklayan pozitivist ve Kartezyen felsefe ile her şeyi belirsizleştiren postmodern düşünme ve felsefi kavrayışlar, dinin insanlık tarihindeki yerini lineer bir okumaya tabi tutarak
Batı dünyası açısından kendisini, insanlığın bu lineer, düz, çizgisel
ilerlemeci okumasında Mutlak Hakikat’in merkezinde bir üstünlük olarak tüm
dünyaya dayatmaktadır. Buram buram özne kibri kokan bu dayatma, pozitif doğa bilimleri neticesinde elde
edilen silah ve para gücüyle, şirketleşen ulus devletlerin despotik militarizmi ve
vahşi kapitalizm eliyle yapılmaktadır. Konuya bu şekilde yapılan bir girişin
hurafeyle olan ilişkisi bağlamında ne alakası vardır şeklinde yöneltilecek bir
soru yerinde ve haklı bir sorudur. Hangi tür okuma ve yorumlama biçimi olursa olsun,
özellikle teolojik ve ontolojik okumlar, vakıaya müdahil olmayacaksa bir
çamur kütlesinden öte bir anlam ifade etmeyeceklerdir. Oluşun, olmakta olanın, vakıanın
yapı sökümüne girişmeyen, taşıdığı imkânlarla bu küresel kapitalist modern ulus
devletlerin/şirketlerin bağrında sözünü haykırmayan her teolojik, ontolojik, felsefi, edebi vs. yorumlama biçimleri birer nazariyat değil belki faraziyat olmaya mahkûm kalacaktır.
En temelde tarih boyunca monoteist dediğimiz tek tanrıcı dinlerin temel hedefi insanın insan üzerindeki tahakkümüne sebep olan her türlü despotizmi ve manipülasyonu ortadan kaldırmak ve onu hayvan-insan düzeyinden çıkarıp halife-insan yapmaktır. Halife-insan tanımı, insan haysiyet ve onuru, onun irade ve özgürlüğü ile alakalıdır. Bu cihetle Batı merkezci bir insanlık durumu emperyalizme, kapitalizme, savaşlara ve enva-i çeşit yok etme operasyonlarına maruz kalmıştır. Sadece iki dünya savaşını hatırlamak bu açıdan yeterlidir. Öbür yandan pozitivist bilim her türlü kutsalın yeryüzünden sürülerek insana tutunabilecek, onun hayatına anlam katacak, gerek bu dünya hayatına gerekse ölümden sonraki hayata dair tüm umutlarını çalmış ve yok etmiştir. Umutların yok edilmesi, kutsalın sürgün edilmesi, sömürü mekanizmasının devamı için elzemdir. Bu açıdan bakıldığında modern, bilimsel, çağdaşlaşma denilen olgu, dini/anlamı bizzat hedef tahtasına koyarak, onu direkt karşısına alarak, ona savaş açarak insana tahakkümde bulunmaktadır. Anlamdan arındırılan insan artık sadece üreten ve tüktene bir biyo-makinadır.
Hurafe ise dinin içinde kalarak “sureti haktan” görünerek, bir ağaç kurdu misali dini yok ederek tahakküm mekanizmaları ortaya koyan asalak tutumlardır. Kimi parazitler vardır tutunduğu bedeni yaşattığı gibi kendisi de bu beden sayesinde yaşar. Bu yönüyle parazit olan her tutum, davranış, düşünce, felsefe ve hurafe emperyaldir.
Hurafe,
huruf, tahrif vb. sözcükler aynı kökten beslenirler. Uydurma, gerçek olmayan,
bâtıl inanış vb. anlamlara gelir. Dini literatürde İslam’ın asıllarından
beslenen ama bu asıllara aykırılık teşkil eden söz ve davranışlardır. İslam
asıl, hurafe ise bu asıldan beslenen asalak, parazit ve entropidir. Asalak,
aslın bedeni üzerinde yaşar. Zamanla aslı işgal eder ve
kendisini asıl olarak dayatır. Burada asalak olan hurafe, kendisini hakikat
olarak dayatır. Vakıayla yüzleşme cesareti ve erdemi olmayan asalak/hurafe,
aklı her tür manipülasyona uğratarak bastırma mekanizmasına başvurur. Çünkü
onun derdi asıl değil, aslın sömürülmesidir. Asalak/hurafe aslın bedenine
yapışmış, yaşamını ancak bu beden üzerinden devam ettirebilen ve bu cihetle
emperyal olandır. Bu açıdan aslı tahrif eder, bedeni çürütür. Zamanla çürüyen
beden yok olur ve hurafe hakikatin yerini alan bir mistifikasyona, mitolojiye
dönüşür. Başka bedenler üzerinden yaşamak onun alamet-i farikasıdır ve bu artık
bir karakter haline gelmiştir.
Akıl, Kur’an’ın üzerinde “kriz düzeyinde” vurgu yaptığı bir hakikattir. Kırk dokuz ayette direkt, dolaylı olarak da altı yüze yakın ayette ve dahi Kur’an’ın tümüne sinmiş durumdadır. Neden? İnsan akıl ve irade sahibi olan bir varlıktır ve onun insanla, âlemle olan ilişkisi ancak irade ve bu iradenin tecelli ettiği akıl sayesinde mümkündür de ondan... Akıl, dış dünyadan aldığı verileri işleme sokar, buradan çıkarımlarda bulunur, emanet olan varlık âlemini ve teklif olan dini, tercih düzeyine taşır ki bu da onun imtihana tabi tutulmasının anlamını verir. Tercih, ancak safi bir tasavvur ve tasdikten sonra ortaya çıkar. Hurafe ise tasavvuru, hurufata boğarak akla adeta kısa devre yaptırırken ya tasdiki tamamen ortadan kaldırarak onun yerine geçer ya da tasdiki tahrif ederek ilahi, vicdanı teklifi bulandırır.
Asalak/parazit ya da hurafe,
beslendiği bedenden yedikçe beden yok olmaya başlar ve parazit kendisini böylece
asıl olarak dayatmaya başlayınca hakikati işgal ederek hakikat iddiasında
bulunur. Bu emperyal tutum onu bir despot yapar ve beslenemediği tüm bedenleri
tahrip, tahkir ve tekfir etmeye başlar. Çünkü o, hakikati işgal ederek var
olmuştur ve kendi varlığını devam ettirmek için de mutlak hakikat olarak
kendisini dayatmak zorundadır. Aslın, imkân olma halini ortadan kaldırmış,
kendisini imkân olarak imanın müfettişliği ve bunun karşısında duran herkesi de
düşman olarak konumlandırmıştır.
Heyhat
ki, asalak kendisini ne kadar hakikat olarak dayatırsa dayatsın o, asıl
olmadığı için bir işgalcidir ve hakikat er ya da geç bu işgali kırıp
şimşeklerini çakacaktır. Sahte kutsalları ve dahi putları yok olduğunda elinde
bir şey kalmayan asalak, bu defa feryat figan ile saldırmaya ve despotizme
başvuracaktır.
Hurafe, iradenin ve özgürlüğün tahrif edilmesidir. Toplumun aydınlanması onun bekası için
tehdittir. Âlim, aydın, entelektüel onun baş düşmanlarıdır. Çünkü o aklın,
iradenin ve hürriyetin karışışındadır. Müslüman toplumlar neden geri kaldı,
sorusunun temel cevaplarından biri burada yatmaktadır. Hurafe, önce işgal
ettiği bedende beslenir, tasavvuru kendine göre yapılandırır, sonra onu asimilasyona tabi tutar, bu asimilasyonu bir simülasyona
çevirir; nasıl
ki iktidarın doğasında dayatma, despotizm, baskılama varsa hurafenin doğası da
aynı yerden beslenir ve iktidarla işbirliğine girer. Çünkü hurafenin temel
işlevi manipülasyona dayalı meşrulaştırmadır. İktidarlar açısından toplum
mühendisliği ile hurafenin tahrifatı aynı işlevi görür.
Beslendiği bedenin sömürü olmadığına dair, tam aksi yönde bunun “alî menfaat ve maslahatlar gereği” olduğunu iddia eder. İşte ey talib-i hakikat! Asalak, kendisi olmayı beceremeyen bir menfaatperest, dünyaperest ve dahi iman dairesinde belki de bir şirk-peresttir. Ehl-i imana düşen, imanına leke çaldırmamak, ona halel getirmemektir. Bu cihetle hurafe hakikatin taşıyıcısı değil, hakikatin tahrifi, katili, celladıdır. Hakikat hilafına ne varsa onun cephanesidir ve bu cephanede istemediğin kadar hikâye vardır. Sureti Hak’tandır, sakın ola ki surete takılıp da “Hakikat budur!” demeyesin. Hakikati mi arıyorsun? Hakikat sensin, hakikat bu âlemdir ve dahi hakikat “Hak olup vakıada hak-hukuk, adalet ve özgürlük” olarak tecelli edendir. Gaspın ve sömürünün olmadığı her durumdur. Öyle de, hakikat bu dünyanın dışında değildir. Hakikatte sen varsın ve hakikat ayeti sensin. “Hakikatte senin yüzün yedi ayettir.” Aklın, kalbin ve beş duyun seni hakikat yapar. Hakikatin tecelli etmesi ancak senin tecellin ile olur. Ve hak, ancak ve ancak o zaman vaki olur! Maslahat, ehven-i şer’iye mı dediler? O zaman şöyle de “Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı alîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir.”
0 Yorumlar