BATI ROMANI, MUTLULUK VE İSLAM
Esat ARSLAN
29-30 Mart 2024
19-20 Ramazan 1445
I.
Bu makaleyi yazma sebebim gençlerimizin hayat eğitimiyle ilgili ciddi bir problem görmem. Son altı yedi yıldır kendi sorunlarımdan kurtulmuş etrafımdaki gençlerin geleceğe hazırlığıyla ilgilenir vaziyetteyim.
Bu makale altı aydan fazladır kafamı meşgul ediyor. Allah’a, ahirete, dünyanın bir imtihan ve eğitim yeri olduğuna, yaşadığımız her musibetin Allah katında bir değeri olduğuna inanan bir Müslümanım. Bir yandan da hayatım ciddi musibetlerle boğuşarak geçti. Ve hayatımın oldukça zor bir döneminde 150’den fazla Batılı romanı okudum. Yaşadığım acıları atlatmamda İslami değerlerimin yanı sıra Batı romanının da ciddi bir payı oldu. Fakat ben bu travmaları atlattıktan sonra, dönüp Batılı romana tekrar baktığımda, bu romanın bütün güzel yanlarıyla beraber, hayatımıza ciddi zararları olduğunu fark ettim. Ve yaklaşık iki üç yıldır Tolstoy, Dostoyevski, Rolland gibi Allah’a ve ahirete inanan edebiyatçılar haricinde kendi kişisel gelişimim için ya da hayatıma bir katkı sunsun diye Batılı romanı okuyamıyorum. Birkaç yıldır daha önce okuduğum ya da elime yeni aldığım bir romanı, romanla bütünleşerek okuduğumda içimi derin bir acı kaplıyor. “hayat sizin anlattığınız gibi kötü bir şey değil. Hayat yaşanmaya değer çok güzel bir şey” diye isyan edesim geliyor Batılı yazarlara. Ruhum bir yandan Batılı edebiyatçılara borcunun bilincinde, bir yandan da bundan altı yedi yıl kadar evvel İslam’ın temel kaynaklarında keşfettiğim temel varoluş bilincinin yarattığı yeni mutluluk düzeyinde yoğun bir çatışma yaşıyor. Birkaç aydır bu çatışmayı kaleme dökmek istiyorum. Fakat bir türlü bu çatışma halini aşıp da bu hususta bir huzura eremedim. Normalde çok daha sistematik, bütünlüklü, didaktik ve eğitici bir makale yazmak istiyordum. Fakat okuduklarım ve yaşadıklarım ve şu an sahip olduğum varoluş şuuruyla Batılı edebiyatçılardan öğrendiklerim öylesine çatışma halindeki ben de kafamda herhangi bir plana sahip olmadan içimden geldiği gibi bu makaleyi yazmak istedim. Altı aydır ruhumu meşgul eden bu çatışmalı düşüncelerden artık kurtulmak istedim.
II.
Bu makaleyi yazma sebebim gençlerimizin hayat eğitimiyle ilgili ciddi bir problem görmem. Son altı yedi yıldır kendi sorunlarımdan kurtulmuş etrafımdaki gençlerin geleceğe hazırlığıyla ilgilenir vaziyetteyim. Gençlere, en başta yeğenlerime, hayatta karşılarına çıkacak zorluklar ve bu zorluklarla baş ederken umutlarını ve mutluluklarını nasıl koruyabilecekleri hususunda katkı sunmak için tefekkür ediyorum. Ve bu hususta fark ettiğim ağır bir kriz var. 150’den fazla roman okumuş olduğumu söylemiştim. Roman, normalde ruhlarımızı eğitmek için yazılır. Fakat ben ne yazık ki çevremdeki gençlere, Tolstoy, Dostoyevski gibi bir iki istisna haricinde hiçbir romanı tavsiye edemiyorum. Ben zaten temel yaşam eğitimimi almış bir İslami bilinçle romanları okuduğum için bu romanların yaşamıma zararlı etkilerini görmemiştim. Fakat bu gençler henüz kişiliklerini ve dünya görüşlerini inşa aşamasında. Bazen onlara bir roman tavsiye edeyim diyorum. Fakat romanların dünya görüşü öylesine kötümser ki, “bu gençler bu romanı okusa, kesinlikle hayattan bezer,” diyerek çaresiz kalıyorum. Ve ne yazık ki İslami dünya görüşüne, İslami değerlere göre yazılmış nitelikli romanımız yok. Minyeli Abdullah, Huzur Sokağı, Ahmet Günbay Yıldız gibi geçmiş romancılarımız İslami bir dünya görüşüne sahip olsa da, onların İslami görüşü artık eskidi. Bugünkü gençlere artık hitap etmiyor. Ayrıca bu saydığım isimler benim kuşağım için hayli değerli işler yapmış olsalar da, bu romancıların estetik yetkinliği şimdiki kuşakların beğenisini doyurmuyor. Horatius’un Rönesans döneminde edebiyat için söylediği bir söz var: “Edebiyat zevk verirken eğitir.” diye… Ben bugün ne Batılı romancılarda ne de İslami kesimde, gençlerimize zevk verirken onları eğitecek, onları hayatın zorluklarına hazırlayacak ve onlar hayatın zorluklarıyla baş ederken bir yandan da onların ümidini ve yaşam sevincini koruyabilecekleri bir dünya görüşü sunabilecek bir kapasite görmüyorum. Oysa edebiyat ruhsal gelişimimizin olmazsa olmazı… Bu makaleyi İslam’ın varoluş şuurunun verdiği temel mutluluk duygusuna sahip edebiyatçı adaylarımız için bir çağrı olarak da görebilirsiniz.
III.
Georg Lukacs’ın roman sanatı için temel eserlerden biri kabul edilen Roman Kuramı adlı kitabında sarf ettiği bir cümle var: “Roman Tanrı’yı ve ahireti öldürmüş günahkar bir çağın ürünüdür. Bu günahkar çağda insan yapayalnız olduğunu bilmek ve hiçbir hayalini gerçekleştiremeyeceğini kabullenmek zorundadır.” Lukacs bu kabulleniş durumuna ‘erkeksi olgunluk’ adını veriyor. Allah’a ve ahirete inanmayan romancıları okuduğunuzda bu kötümser ruh duygusunun ne kadar derin olduğunu görebiliyorsunuz.
En bilinen örneklerden birini vereyim: Güstave Flaubert’in Madame Bovary’si… Roman estetik olarak kusursuzdur fakat romanın telkin ettiği dünya görüşü bizleri hayata geldiğimize pişman eder: romana göre, bilim de din de insan ruhundan anlamayan saçma sapan ideolojilerdir. Ve mutlu olmak için bir alternatif olarak romantik dünya görüşüne bağlanmak da hiçbir işe yaramaz. Zira her şeyin kötü olduğu bu dünyada romantizm insanı helake sürükler.
Oysa İslam’ın dünya görüşünde insanı, evreni ve toplumu Allah yaratmıştır. İnsanları Allah’ın sevgisi yaratmış olduğu için her insan potansiyel olarak dostumuzdur. Ve insan her zorluğunda, her hayal kırıklığında ona inayet eden bir Allah’ın rahmet ve hikmetinin gözetimi altındadır. Tüm acılar insanın eğitimi ve ruhsal kemali için gereklidir. Ve bu dünyadaki hayatımız ölümle son bulmaz. Ölümden sonra bizi bekleyen ebedi bir mutluluk vardır. Ve bu dünyadaki hayal kırıklıklarımız çatlayan tohumlar gibi ahirette bizi bekleyen mutluluk fidanlarının serpilmesinden ibarettir. Yani hiçbir hayal kırıklığımız, hiçbir yıkımımız, hiçbir çöküşümüz bir yok oluştan ve bir darmadağın oluştan ibaret değildir. Acının ve ıstırabın hakikati, hem bizim eğitimimizin bir parçası olmaktan, hem de bizi ölümden sonra bekleyen bir mutluluk fidanlarının çatlayan tohumları olmaktan ibarettir.
İslam Dünyası Haritası |
IV.
Burada hayatımın dört yıllık zorlu bir safhasından bahsetmek istiyorum. Eğer bu zorlu dört yıllık safha Batılı bir romancının gözleriyle kaleme alınmış olsaydı, son derece yetenekli ve umut vaat eden bir gencin trajik çöküşü olarak kaleme alınabilirdi. Oysa bu zorlu dört yıllık sürecin sonu benim için yeni ve taptaze bir yaşamın bir başlangıcıydı.
1994 yılında yüksek başarıyla Bilkent Üniversitesini kazandım. O esnada yobaz mı yobaz bir Nur cemaatine bağlıydım. Ve Bilkent’i kazandıktan sonra bir entelektüel olmaya karar vermiştim. Bu kararıma kadar cemaatimin dar ufku içinde mutlu bir hayat sürüyordum. Ve cemaatte hepimiz Mehdi’nin gelmesini ve dünyayı İslam egemenliği altına almasını bekliyorduk. Biz de bu asırda geleceğine inandığımız Mehdi’ye hazırlık yapıyorduk. Fakat entelektüel olmak için seküler kitaplar okumaya başlayınca ve bir İslamcı erkeği yanaklarından öpmenin ne kadar sarsıcı bir deneyim olduğunu bilmeyen son derece laik bir kız beni bir gün yanaklarımdan öpüp de imkansız bir aşka tutulunca hayatım kararmaya başladı. Bir de o dönem İslamcı Refah Partisi ciddi zaferler kazanmış ve laik orduyla İslamcı kesim arasında ciddi bir savaş başlamıştı.
1995 yılından 1998 yılına kadar hayatım bu zorluklarla baş ederek geçti. Bir yandan cemaatimden gizli gizli, hiçbir şey anlamadan deli gibi felsefi kitaplar okuyordum. Bir yandan cemaatimin ideolojisi artık beni ikna etmiyordu. Cemaatimle ağır sorunlar yaşıyordum fakat cemaatten kopabilecek bir İslami birikime sahip değildim. Çünkü cemaati terk etmenin cehennemlik bir amel olduğuna inanıyordum. Bir yandan aşkım imkansızdı çünkü ben kadın ruhundan zerre kadar anlamayan ciddi bir İslamcıydım, o kız ise Allah, din, kitap nedir bilmeyen son derece seküler bir kızdı. Ve bir yandan okulda laik dostlarım vardı, sürekli Refah Partisi ile laik ordu arasındaki savaşı tartışıyorduk ve ben ciddi bir sivil savaştan korkuyordum. Ve o dönemi hatırlayanlar için söyleyeyim, bu sivil savaş tehlikesi o zaman için gerçek bir tehlikeydi.
Üç yıla yakın bu sancılarla boğuşarak ömür geçirdim. Sürekli intihar etmeyi düşünürdüm. Ve herkesin benim gibi intihar etmek istediğine inanırdım. Ben cehennemden korktuğum için intihar edemezdim. Herkesin de bir şeylerden korktuğu için intihar edemediğine inanırdım. Daha sonra psikoterapiye başlayınca anlayacaktık, meğerse majör depresyon yaşıyormuşum.
Kırılma noktası 1998 yılının Şubat ayıydı. Yani 28 Şubat Darbesinden tam bir yıl sonra… Bizim bölümün yüksek şeref öğrencilerini rektörlük konutunda bir yemeğe davet ettiler. Cemaatimin imamı izin verince o yemeğe gittim. Bize “çok özel bir misafirimiz var,” dediler. Hepimiz kimin geleceğini merak ediyoruz. Yemekten hemen önce anladık ki misafirimiz 28 Şubat Darbesinin mimarı Çevik Bir’miş. Ben o an çok düşündüm: “Keşke daha önce bilseydim. Babamın silahını getirir, Çevik Bir’i burada öldürürdüm” diye… Çatallara, bıçaklara bakıyorum, “bunlarla öldürebilir miyim,” diye, imkanı yok. “ama” diye söz verdim kendi kendime, “Çevik Bir bu geceyi unutamayacak.”
Çevik Bir yemekten önce bir konuşma verdi: ”biz Avrupa’nın güvenliğini sağlayalım, Avrupa Birliği de bizi birliğe alsın” diye… Soru cevap faslı başladı. Davetli öğrencilerin yarısı Fethullah Gülen’e bağlı, Çevik Bir ve Fethullah Gülen birbirine düşman. Fakat bu öğrenciler “sayın paşam” diye saygıyla söze başlıyor. Ve çok hürmetkar konuşuyor. Çok öfkelendim. Hayatımın bundan sonrasının işkenceyle geçmesini göze alarak en son ben söz aldım. Çevik Bir’i beş dakika boyunca çok sert eleştirdim. Gerek konuşmasını gerekse de 28 Şubat Darbesi adına yaptıklarını… Herkes şok içindeydi ve Çevik Bir’in nasıl tepki vereceğine bakıyordu.
Çevik Bir hiçbir şey söylemedi. Yanıma doğru yürümeye başladı. O bize doğru yürüyünce tüm arkadaşlarım ayağa kalktı. Yanımdaki dostum kulağım eğilip “Helal olsun. Askerliği Hakkari’de yapıyorsun” dedi. Fakat Çevik Bir “Sen mert bir çocuksun. Seninle bir kavgamız yok” dermiş gibi gözümün içine samimiyetle gülümseyerek baktı ve yanağımı okşadı.
Sonra kokteyl salonuna çıktık. Benim cesaretime karşı gösterilmiş bu samimi jestten cesaret alan tüm dostlarım Çevik Bir’i köşeye sıkıştırdı ve onu sert bir biçimde eleştiriye başladı. Bu olaydan sonra ben de arkadaşlarım arasında efsane olmuştum.
Bu olay hayatımdaki kırılma noktalarından biriydi. Çok düşündüm sonrasında “Ben bu cesareti nasıl gösterebildim?” diye… Ve hayatımda bir dönüşüm başladı. Önce cemaatimden gizli gizli okuduğum kitapları imamıma teslim ettim ve “sen neye izin verirsen ben onu okuyacağım” dedim. İmamım “Nefs terbiyesine dair her şeyi okuyabilirsin” dedi. Ben de tasavvuf klasikleri okumaya başladım. Tasavvuf klasikleri “bu işin başı riyazettir,” diyor. Yani insan manevi eğitime girecekse, bir müddet çok az uyumalı, çok az yemeli, içmeli, cinselliği sıfıra indirmeli ve yalnızlığa çekilip sürekli ibadetle meşgul olmalı. Ben de bir süreliğine cemaat evinden ayrıldım, okul yurdunda bir odaya yerleştim ve ağır bir riyazete başladım. Fakat riyazet bir mürşid-i kamilin gözetiminde yapılır, çünkü riyazette insanın ruh hali bambaşka bir şekle bürünür. Ve bu kişi için çok tehlikelidir. Fakat beni gözeten bir mürşid-i kamil yoktu. Bense iyice yalnızlaşmış, sürekli ibadet ediyor, tasavvufi klasikler okuyordum.
Sufiler “ilk riyazetin sonucu kişinin kendi hakikatini keşfetmesidir,” diyorlardı. Sürekli ben de kendimi sorguluyordum: “ben kimim? Benim hakikatim ne?” bunları yaparken de bir yandan Çevik Bir’e karşı gösterdiğim kahramanlığımı düşünüyor, bir yandan üstün entelektüel yeteneklerimi gözden geçiriyor, bir yandan da cemaatte son üç yıldır yaşadığım travmaların anlamını sorguluyordum.
Bu sırada bir mucize oldu ve üç yıldır bir kez olsun sohbet edemediğim imkansız aşkım bir gün serviste beni gördü ve yanıma oturdu. Ve benimle sohbet etmeye, bana ilgiyle sorular sormaya başladı: “Allah’a iman nasıl bir şeydir, ahirete iman nasıl birşeydir, Allah’a ve ahirete iman insanı nasıl bir kişi yapar” diye… Ben de kırk dakika boyunca ona şevkle bunları anlattım. Galiba o da Çevik Bir’le maceramızdan sonra “bu çocuğun nasıl bir dünya görüşü var ki böylesi bir cesaret sergileyebildi?” diye merak içindeymiş. Benle konuştuktan sonra da İslamcı arkadaşlarımın yanında İslam’a artık sempati duymaya başladığını söylemiş.
İşte tüm bunlar olurken, biz zaten Mehdi’yi bekliyoruz ve 28 Şubat tüm hızıyla devam ediyor ve ben de Çevik Bir’e kafa tutabiliyorum, içimde bir inanç belirdi: Beklenen Mehdi ben olmalıyım ve bu aşk artık imkansız değil, o kız Müslüman olacak ve o kızla evleneceğiz” diye… Birkaç haftam yapayalnız bu düşüncelerle geçti. Fakat Mehdi olduğuma ben karar veremezdim. Buna Mehdi’yi bekleyen Nurcu liderler karar vermeliydi. Fakat hiçbir Nurcu lidere ulaşma şansım yoktu. O esnada yaşadığım ruhsal çatışmayı hayal edemezsiniz.
En sonunda atak bir gün patladı. Akrabalarım etrafımda toplandı, hikayemi dinlediler. Ben zaten hezeyan içindeyim. Yarı gerçek yarı hezeyan her şeyi anlattım. Ağır bir ruhsal sorun yaşadığımı ben hariç tüm akrabalarım ve dostlarım biliyordu. Babam şehir dışındaydı, ağır bir yıkım yaşadı haberi alınca. Fakat akrabalarım Allah’a ve ahirete iman eden insanlar… “bu musibetin de bir hikmeti var” diyorlar. Babamı teselli ettiler ve bana iyi bir psikoterapist aramaya başladılar. Ama psikoterapist dediğin genelde İslam düşmanı olur. “Hem dindar olacak hem iyi psikoterapist olacak nereden bulabiliriz?” diye sorgulamaya başladılar. Nihayetinde bir psikoterapist buldular. Bu doktor benim Mehdi hezeyanımı duyar duymaz şizofren olduğuma hükmetti ve bana ağır bir ilaç verdi. Ve bu ilaç benim tüm ruh dünyamı yıktı. Tam üç ay boyunca bu ilacı kullandım. Cemaatten tamamen koptum. Tüm inançlarımı yitirdim. Delirmiş olduğum için zaten tüm gelecek hayallerim de yıkılmıştı. Ve üç ay boyunca ben “nasıl intihar edebilirim” hesaplarıyla günlerimi geçirdim. Fakat cesaret edemiyordum.
V.
Batılı bir romancı için romanın burada sona ermesi gerekirdi. Son derece yetenekli, meziyet sahibi ülkesi için çile çeken ve imkansız bir aşka tutulmuş bir gencin trajik çöküşünün hikayesi… Batı romanının kötümserliğe dayandığını söylemiştim. Lukacs’ın deyimiyle bu dünyada hayallerinizi gerçekleştiremeyeceğinizi kabul etmelisiniz. Ve ayrıca bu dünyada yapayalnız olduğunu da kabul etmelisiniz.
Oysa benim hikayem böyle devam etmedi. İntihar düşünceleriyle geçen üç ayın sonunda ilaçları yavaş yavaş bıraktım. Ve bu sefer ikinci atak geldi. Ve ailem doktorumun yetmediğini anladı. Ve tesadüfen hem son derece ehil hem de laik olsa da maneviyata saygılı bir psikoterapist buldular benim için: Cengiz Güleç.
Yine o dönem ben dini inançlarımı tamamen yitirmişken sonrasında hayatımda çok ciddi rol alacak ciddi bir İslam entelektüeli ve devlet adamı olan eniştem Cevat Toprak beni evinde ağırladı. Ve iki buçuk saat boyunca benim o güne kadar inandığım hurafe İslam’ı yerle bir eden ve yerine tertemiz bir İslami anlayış yerleştiren etkileyici bir konuşma yaptı. Önce “bunlar saçmalık” diye reddettim, fakat daha sonrasında büyük İslam düşünürü Fazlurrahman’ı keşfedip, onun da benzer fikirlere sahip olduğunu öğrendiğimde eski hurafelerden sıyrılıp bu yeni İslam’ı taptaze bir gençlik heyecanıyla benimsedim.
Cengiz Güleç ise ailemden benim zekamı, yeteneklerimi, meziyetlerimi ve hayat hikayemi dinledi. Benden hayat hikayemi, travmalarımı ve hezeyanlarımı dinledi. Ve sonra bir gün benle karşılıklı uzun bir entelektüel sohbet yapıp entelektüel yeteneklerime şahit oldu. Sonra bana şunları söyledi: “Esat sen şimdi bu Mehdi hezeyanıyla hangi psikoterapiste gitsen sana şizofren teşhisi koyar. Ve sana entelektüel yeteneklerini bitirecek ağır ilaçlar verir. Ben senin şizofren olduğuna inanmıyorum. Sende yaratıcı bir deha ve muazzam bir ruhsal enerji var. İleride de büyük bir entelektüel olacaksın. Ve ağır travmalar geçirmişsin ve cemaatte imamın tarafından ciddi olarak bastırılmış bir egon var. Şimdi sen gelecekte ulaşacağın o yüksek entelektüel makama ulaşmak için bu Mehdi hezeyanına ihtiyaç duyuyorsun. Fakat o makama ulaşınca bu hezeyanı bir elbise gibi çıkarıp atacaksın. Ben senin entelektüel yeteneklerine zarar gelmesine izin vermeyeceğim. Sana hafif ilaçlar vereceğim. Sana psikoterapi kitapları okutup seni tedavide aktif hale getireceğim. Fakat ara sıra atakların nüksedecek. O zamanlar da iğne yemeyi kabul edeceksin. Tamam mı?” Hemen tedaviyi kabul ettim. Ve 2006’ya geldiğimizde, iğne yemem gereken ataklarım devam ediyor olsa da, beni arasıra yoklayan Mehdi hezeyanından tamamen kurtulmuştum.
İlk atağımı geçirdikten sonra dünya ailecek başımıza yıkılmıştı. Yetenekli bir gencin trajik yıkımının hikayesiydi bu. Fakat Cevat Amcam ve Cengiz Güleç’in etkisi sonucunda 1998’den 2006’ya kadar son derece kaliteli bir hayat geçirdim. Cemaatimle yaşadığım bütün travmaları unutmuştum. Eski imkansız aşkım bana acı vermekten çıkmış, hoş bir hatıra olarak hafızama kazınmıştı. Ve ben deli gibi kitap okuyordum. Bu süreçte Sabancı Üniversitesi Tarih Bölümünde Şerif Mardin ve Akşin Somel gözetiminde son derece kaliteli bir tez yazmıştım. Sabancı Üniversitesinde okulun maskotlarından biriydim. O an istesem Harvard ya da Princeton Üniversitelerine doktoraya gidecek olanaklarım vardı. Ve yaşıtlarıma göre hayli çok yönlü ve derinlikli bir entelektüele dönüşmüştüm.
Yani 1994’te başlayan, Şubat 1998’de Çevik Bir’le tartışmadan sonra bir kırılma noktası yaşayan ve Haziran 1998’de ağır bir yıkımla sona eren o çileli hayat aslında benim için çok kaliteli ve şevk ve mutluluk dolu sekiz yıllık (1998-2006) hayatın başlangıcından ibaretti.
Söylememe bile gerek yok. İlk atağımı yaşayıp da cemaatten tamamen koptuktan sonra gerek yıllardır ihmal ettiğim akrabalarım, gerek bana bu süreçte sahip çıkan dostlarım, gerekse de Sabancı Üniversitesinde beni hastalığımla beraber sahiplenen dostlarım ve hocalarımla son derece sevgi dolu bir hayat kurmuştum.
Yani Georg Lukacs’ın dediğinin aksine ne yapayalnızdım ne de hayal kırıklıklarım bende kalıcı bir kaybetmişlik ve yas duygusu yaratmıştı. Aksine 1998’den sonra hayata umutla ve sımsıkı sarılmıştım.
VI.
Dediğim gibi Batılı bir romancı benim hikayemi anlatmak isteseydi, benim şizofren teşhisiyle ağır ilaçlara mahkum olduğum o hiç geçmeyecek sandığım üç ayı sanki ben ölene kadar sürecekmiş gibi trajik bir sonla bitirirdi. Allah’a ve ahirete inanmayan Batılı herhangi bir romancıyı okuyun. Bunu tasdik edeceksiniz. Fakat eğer benim romanımı her musibetimizde bizleri inayeti altında tutan ve her musibeti, hayal kırıklığını ve ruhsal çöküşü gerek bizlerin bu dünyadaki ruhsal eğitimi için gerekse de cennette meyvesini yiyeceğimiz yüksek mutluluk fidanlarının tohumlarının çatlaması için tasarlayan bir Allah’a ve ölüm sonrası yaşama iman eden bir romancı yazsaydı bu romanı bu trajik çöküşle değil, benim Cengiz Güleç ve Cevad Toprak’la sohbetlerim sonunda başlayan yeni, taptaze, şevk dolu, mutlu ve kaliteli hayatla bitirirdi.
Benim okuyabildiğim kadarıyla insan yaşamı adına görece hafif sorunları ele alan Jane Austen gibi bazı istisnaları saymayacak olursak, Batı romanında bunu yapabilen sadece Hugo, Tolstoy, Dostoyevski ve Romain Rolland gibi birkaç isim var. Ve bunların da ortak özelliği gerek Allah’a gerek ahirete samimiyetle inanmaları. 150’den fazla romanı okuduğumu söylemiştim. Eksiksiz konuşamam. Fakat gözlemleyebildiğim kadarıyla durum bu. Onun dışında hangi romancıyı okursam okuyayım, bu dünyadaki hayatlarımızın sahipsiz ve boşu boşuna yaşanmış hayatlar olduğunu vaz eden bir külliyatla karşı karşıyayız.
Bu sebeple Batı romanını, gençlere, onlara hayat dersi versin, onları hayattaki zorluklara hazırlasın, onlarda her türlü zorluğa rağmen kalıcı bir yaşam sevinci yaratsın duygusuyla tavsiye edemiyoruz. Batı romanının hayata katkısı mı ağır basıyor, yoksa hayata zararı mı daha fazla diyecek diye soracak olursanız ben zararının daha fazla olduğunu söylemek lüzumu duyuyorum. Batı romanıyla şekillenmiş bir yaşam felsefesi kimseyi mutlu etmez.
VII.
Batı edebiyat düşüncesinde romanın mutluluk ile ilişkisine dair bir kuram daha var: Aristo’dan gelen mimesis, yani taklit ve yansıtma fikri. Mimesis düşüncesine göre bir roman bizim acılarımızı, korkularımızı, kaygılarımızı ve çıkmazlarımızı yüksek bir sanatsal biçim altında yansıtır, bizi romanda olup bitenlerle özdeşleştirir ve bizim bu korkulardan arınmamızı, yani katharsis’i sağlar.
Benim Batı romanına yoğunlaştığım 2010-2017 arası dönemde okuduğum romanlar hepsi geçmiş zamanlarla ilgiliydi. Yani o romanlardan keyif alırken bu romanların aslında gerçekten de yaşanmış hayatların bir yansıması olduğu düşüncesinde değildim. Sadece estetik bir zevk için bu okuyordum bu romanları. Zira bu romanlarda olup bitenler benim için gerçek hayat değil, salt kurgusal hayatlardı. Yani tamamen bir romancının düşlerini okuduğumu sanıyor ve salt romanın estetik özelliklerinden zevk almaya çalışıyordum.
Örneğin Madame Bovary’yi okurken orada zevk aldığım şey Gustave Flaubert’in nasıl şahane bir estetik biçimle bilimi, dini ve romantik yaşam felsefesini yerle bir etmiş olduğunu görmekten ibaretti. Yoksa benim için romandaki acı çeken ve hayatı tükenen kişiliklerin gerçek hayatta bir karşılığı yoktu.
Bir romanın gerçek hayatın taklidi olduğu düşüncesine kavuşmamı sağlayan ilk roman sanıyorum 2017 gibi okuduğum Amerikan Pastoral’di. Yani meşhur Philip Roth’un efsanevi romanı. Orada Roth insanlara mutluluk vaat eden Amerikan yaşam tarzının nasıl bir sahtelik üzerine kurulmuş olduğunu anlatıyordu. Bu romanda kahramanların çöküş hikayesi Madame Bovary’den daha trajikti. O romanda gerçek hayatın yansıtıldığını gördüğümde içimi bir acı kaplamıştı. Estetik zevk değil…
Estetik biçimlerden zevk almak için değil de gerçek hayatı görmek için okuduğum ikinci romansa ünlü Norveçli yazar Dag Solstad’ın 68 kuşağının şimdiye kadar geçirdiği yaşam hikayelerinin nasıl boş, anlamsız ve yapayalnız olduğunu anlattığı ünlü Mahcubiyet ve Haysiyet adlı romanıydı. Sanıyorum yine 2017 yılıydı. Bu romanı okuduğumda da hissettiğim duygu bir güzellik duygusu değil, yoğun bir keder duygusuydu.
Hele ki estetik biçimlerine aşık olduğum Orhan Pamuk’un gerçek hayatı anlattığı nadir romanlarından olan Kafamda Bir Tuhaflık adlı romanını bitirmek üzereyken içimdeki acıdan dolayı neredeyse böğüre böğüre ağlayacaktım.
Benim daha önce okuduğum klasikler hep bana ait olmayan zamanlarda geçiyordu. Oysa burada zikrettiğim yazarlar hep benim çağdaşımdı ve bana içinde yaşadığım çağı anlatıyorlardı. Ve bu romanlarda gerçek hayatların yansıtıldığını bilmek, bir güzellik duygusundan ziyade yoğun bir keder duygusu uyandırıyordu.
Yine de bu üç roman benim kendi yaşamımla ilgili değildi. Bu romanları onlara hayat rehberi olsun diye değil, sadece İslam’a dayanmayan bir yaşam felsefesinin ne kadar acı dolu olduğunu gösterebilmek için okuttuğum bir iki genç oldu bu dönemde. Bir gün dindar bir yeğenimle kapitalist yaşam biçimini konuşurken ona şiddetle Amerikan Pastoral kitabını tavsiye etmiştim. “İçinde yaşadığın dindar yaşam felsefesinin kıymetini bil. Ve Amerikalılara özenme” demiştim ona.
Fakat daha sonrasında romanları kendi hayatımın yansıması olarak okuyayım demiştim kendi kendime ve daha önce bir iki dostumun bana “bu romanda senin hikayen var” dedikleri bir romanı kendi hayatımı görmek için okumuştum: Jack London’un otobiyografik Martin Eden adlı romanı.
Romanın kahramanı işçi sınıfından bir gençtir. Bir gün aristokrat bir genç kızla tanışır. Bu genç kız bu adama sanat zevki aşılar. İşçi sınıfından olan genç çalışır çabalar, iyi öyküler yazmaya başlar. Bir yandan da önce genç kızda gördüğü aristokrat yaşam tarzına özenir, fakat sonra bu yaşamın da kötü ve kof yönlerini fark eder. Tabi bu süreçte kendi işçi sınıfından arkadaşlarına da yabancılaşmıştır. Genç deli gibi çalışır, öykülerini ve romanlarını yayımlatmaya uğraşır, fakat başaramaz. Bir gün tesadüfen bir öyküsü yayımlanır. Çok ilgi çeker. Bunun üzerine peş peşe tüm öyküleri yayımlanır ve genç bir anda dünya ölçekli yıldız olur. Ve bir yandan aristokrat yaşam biçimine karşı, bir yandan kendi işçi sınıfından dostlarına yabancılaşmış bir yandan da “neden daha önce bu öykülere ilgi göstermediniz” diye tüm sanat camiasına küskünlük içinde intihar eder.
Kendi hikayemin bu romandaki kahramanla özdeş olduğunu düşünmek beni sarstı. Ben de on sekiz yıla yakındır yazıyorum. Yazdıklarım çok ciddi şeyler. Ve kamuya mal edilmesi gereken şeyler. Fakat beni tanıyan ve ciddiyetimi bilen sayısız entelektüelin varlığına rağmen türlü gerekçelerle kamuya mal edilemiyorum. Burada yaşadığım ciddi bir kırgınlık duygum da var yaptığım işin ciddiyetini bilen entelektüellere karşı. Ayrıca 2006’da eski dini inançlarımdan kopup, Kuran’ı sıfırdan keşfetmeye başladıktan ve yepyeni bir İslami söyleme ulaştıktan sonra, Türkiye’deki İslami oluşumların söylemine de hayli yabancılaşmış durumdayım. Yani şu anda benim İslami kavrayışıma sahip hiçbir Müslüman yok. Yani bir cemaatim yok. Söylediklerim solla ve moderniteyle çok barışık şeyler fakat mesajım İslam kaynaklı olduğu için laik, modern ve sol çevreler de beni yabancı ve ayrıksı bir figür olarak görüyor. Kısa konuşursak Martin Eden gibi her kesime yabancılaşmış bir yalnızlık hali içindeyim ve o kadar emek verdiğim ve çok ciddi şeyler söylediğim halde ve söylediklerimin önemi pek çok insan tarafından bilindiği halde bir entelektüel olarak “yok” muamelesi görüyorum. Normalde Martin Eden gibi tüm mücadeleyi bırakmam ve herkese sitem dolu bir halde belki de intihar etmem filan gerekir.
VIII.
Batılı bir romancı olsa benim 2006’da başlayan ve on sekiz yıldır süren, birkaç defa “şimdi düşüncelerim tüm kamuya mal olacak” diye ekranlarda ya da röportajlarda yaptığım çıkışlardan sonraki sükut suikastine maruz kalmışlık halimden oldukça kötümser bir roman çıkarır. Ben de birkaç defa “tüm çabalarım boşaymış” duygusuna kapılmadım değil. Bu boşluk, sahipsizlik ve başarısızlık duygusuyla boğuştuğum çok zamanım oldu. Fakat ben Allah’ı ve ahireti reddeden bir Batılı romancı değilim. Ben bir Müslümanım. Ve temel varoluş şuurumu son yedi yıldır İslam’ın temel kaynaklarıyla şekillendiriyorum.
Her şeyden önce… 2010 yılında “çok büyük tartışmalar çıkaracak, bir anda kamusal entelektüel olacaksın” diyerek baskıya verilen ilk kitabımı çok ciddi entelektüeller okuyup, kitaptan ciddi bir biçimde etkilenip fakat kitap hakkında hiçbir beyanda bulunmayınca ağır bir şok yaşadım önce. Ve 30 yaşında bomba gibi bir eser yazıp otuz yıl boyunca sükut suikastına maruz kalmış Schopenhauer’in hayat hikayesini okudum. Schopenhauer’in bu sebeple kalbi insanlara karşı nefretle dolmuş. Ve ben de hemen ilk sözümü verdim: “kimseye karşı kalbinin nefretle dolmasına izin vermeyeceksin. Söylediklerin yenilir yutulur şeyler değil. Kimse seni kamuda taşıyacak cesarete sahip değil. Sevgi duygunu öldürmeyeceksin ve bundan sonra ilk kitabındaki kusurları düzeltmekle meşgul olacaksın. Çünkü bu kitabında ciddi kusurlar var.”
Bu kararımdan sonra yedi yıl boyunca sessizliğe çekilip sonraki beş kitabım boyunca ilk kitabımdaki zaaflarımı giderdim ve projemi daha mükemmel ve savunulabilir hale getirdim. Sessizliğe maruz kalmak benim için gerçekte büyük bir kazançtı, çünkü kamudaki kısır tartışmalara hiç bulaşmadan fikirlerimi sükunetle geliştirebiliyordum.
Daha sonrasında, 2018 yılında verdiğim çok etkileyici bir röportaj herkes tarafından okunup yine sükut suikastine maruz kaldığında, ben hayattayken hatta belki ben öldükten sonra bile kitaplarımın kamuya mal olmayacağını, yazdığım ve bunca emek verdiğim her şeyin belki de yok olup gideceğini kabullenmeyi öğrendim. Ama yine de içimdeki okuma, yazma ve tefekkür etme şevki ve heyecanı sönmedi. Niye bilmiyorum ama bir makaleme bile bir dostumun yaptığı güzel bir yorum beni bir anda heyecanlandırıyor ve yeni şeyler yazma aşkı vaz ediyordu içimde. Bir de yazdıklarımın bu dünya hayatıyla sınırlı bir etkisinin olmayacağını fark etmiştim içimde. Ölüm sonrası yaşamlarımızda da hakikatleri öğrenme ve paylaşma maceramız devam ediyordu, bu kitapların ölüm sonrası yaşamda da kıymeti vardı. Yani bu dünyada olmasa da, öldükten sonraki hayatlarımızda bu kitaplar okunacaktı.
Benimle ve ahiretle hiç ilgisi yokmuş gibi duran sahalarda taze bir gençmiş gibi yaptığım okumalar da sadece bu dünya yaşamına hizmet etmiyordu. Bu kitapların ahirette de faydası vardı. Zira cennette de bedensel ve ruhsal yeteneklerimiz tekamül etmeye devam edecekti. Bu sebeple hiç ilgim olmayan antropoloji, biyoloji, dünya tarihi gibi okumalarım sadece benim bu dünyadaki hayatımla sınırlı bir faydaya sahip değillerdi. Onlar ahirette de bana ışık tutacaktı. Yani yaşlandıkça okumaya şevkim artıyordu.
Böyle düşününce de, dışarıdan gelen beğenilere göre değil de, tamamen kendi iç mükemmelleşme arzumun bir gereği olarak okumaya, yazmaya ve düşünmeye devam ettim. Bir makale peşinde koşarken hala taze bir gençmiş gibi, sanki tüm dünyayı değiştirecekmiş gibi bir şevkle otururum bilgisayar başına. Yazdıklarımın çok az sayıda okuyucusu olacağına eminimdir, ama ya bu dünyada ya da ahirette yaşam hikayelerimiz devam ederken bu makalelerin insanlarda iz bırakacağını bilirim.
Makalelerime böyle özen gösterirken bana bir şekilde destek olmuş insanlara minnetimi hissetmeyi ve belirtmeyi de öğrendim. On sekiz yıllık yazma maceramda beni bir şekilde hayatımın belli bir döneminde desteklemiş İslamcı ya da modern her insana karşı güzel duygular beslemeyi ve bu güzel duyguları hiç bozmadan korumayı öğrendim. Bu insanlarla çok az görüşsek de, bir araya geldiğimiz ya da mesajlaştığımız zaman aramızda herhangi bir sunilik olmaz. Dostluk duygularımız kendini rahatça ifade eder. Ve onların benim aksi tavırlarıma ciddi tahammül gösterdiklerini bildiğimden dostlarımdan fazla bir beklentim de olmaz. Dostlarıma hissettiğim sevgi ve minnettarlık duygusunda hiç bozulma olmaz.
Bu arada İslamcı çevrelerle, sol çevrelerle ve Kemalist çevrelerle üzerinde uzlaştığımız ve dostluğumuzu pekiştirme potansiyeline sahip diyalog kanallarını genişletmeyi öğrendim. Fikirlerimi herkes bilir. Yani anlaşabildiğimiz ve anlaşamadığımız konuları…. Ama her kesimden insanla dostluğumu pekiştirecek damarları canlı tutmayı becermeyi öğrendiğimi söyleyebilirim. Yani aslında kimseye yabancılaşmış ve yapayalnız değilim. Bu dostluk duygusunu pekiştiren temel bir etmen ise benim cennete olan inancım. Zira bu dünyadaki insanların eninde sonunda cennete gideceğini çok iyi biliyorum. Ve bu dünyada kurulan ilişkilerin sonsuza kadar devam edeceğini çok iyi biliyorum. Bu sebeple dostluk kurarken, bunun bu dünyayla ve çıkarlarımızla sınırlı bir dostluk olmadığını, ahirette de bu ilişkinin devam edeceğini çok iyi bilerek samimi duygularla ebedi sürecek ilişkilerin temellerini atıyorum.
Entelektüel sohbetten mahrum kaldığım son on dört yıldır hiç kitap okumamış ve hiç eğitim görmemiş insanlarla sohbet kanalları yaratmayı öğrendim. Halalarım, ninelerim, okul görmemiş çocuk yaştaki yeğenlerim vs…
Kısa konuşacak olursak… Hakkı oldukça yenmiş ciddi bir entelektüel olmama rağmen, gerek entelektüel yaşamım gerekse de insanlar arası ilişkilerim itibariyle aslında son yedi yıldır oldukça kaliteli bir hayat sürüyorum.
Akademisyen bir dostum bana sormuştu: “on yıldan fazladır bu kadar sükut suikastine rağmen hala nasıl enerjiyle yazabiliyorsun ve şevkini koruyabiliyorsun?” diye… Bunu tamamen Allah’a ve ahirete inancıma borçluyum. Yani Batılı bir romancının Martin Eden gibi trajik bir başarısızlık hikayesi olarak resmedebileceği bir hayat içinde, bir Müslüman olarak aslında çok kaliteli, enerjik ve gençlik dolu bir hayat sürüyorum.
IX.
Batı edebiyat düşüncesinde sanatın yüksek biçimi içinde taklit edilen hayatın, yani mimesis fikrinin bugün için bizi korkularımızdan ve acılarımızdan arındırmada bir katkısı olmadığını, aksine Allah’a ve ahirete inanmayan bir yaşam felsefesinin yarattığı sanatsal taklidin bizleri dehşete düşürdüğünü söylemiş ve dinsiz Martin Eden ile dindar kendimin yaşam tecrübesi açısından bir mukayesesini yapmıştım. Bu düşünceme bir örnek daha vermek istiyorum.
2008 yılında ODTÜ Sosyoloji Bölümünde yüksek lisans öğrencisiyken hocamız bize protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhuna dair bir çağ romanı okuttu: Thomas Mann’ın bir ailenin dört kuşağının yaşam tecrübesini anlattığı ve ‘’Bir Ailenin Çöküşü’ alt başlığını taşıyan Buddenbrooklar isimli romanı. O kitabın sınıfa sunuşunu ben yaptım. Ve Max Weber’den protestan ahlakına dair öğrendiğim soyut fikirlerin bir romanda yaşanmış bir tecrübe olarak resmedilmiş olduğunu görmek bana müthiş keyif verdi. 2008 yılında müthiş zevkle anlatmıştım bu romanı.
Fakat bundan beş yıl kadar önce “bu romanı bu sefer benim ve dört kuşaklık ailemin hayatının bir mimesisi ve yansıması olarak okuyayım,” dedim. Benim ailem de köyden çıkma, oldukça dindar ve burjuvalaşmış ve yükselmiş bir aile. Romanı bitirince dehşete düştüm ve iki hafta kadar kendime gelemedim. Bir de o dönem yeğenim travma sonrası stres bozukluğu yaşıyor, ne olacak bu çocuğun hali diye kaygılanıyoruz. İyice berbat oldum. Thomas Mann Schopenhauer’in kötümser felsefesine inanan bir romancı. Yani bu hayatın berbat bir şey olduğuna inanıyor. O romanı okurken hayalimde “işte bu kahraman dedem, işte bu kahramanlar babam ve amcam ve dayım, işte bu kahramanlar ben ve ağabeyim ve kızkardeşim, işte bu kahraman da yeğenim” diye okudum. Ve mahvolan sanki Buddenbrooklar ailesi değilmiş de benim kendi ailemmiş gibi romanı bitirdiğimde ağır bir ruhsal çöküş yaşadım. Ve bu çöküş iki hafta kadar sürdü. Ancak İslam’ın varoluş felsefesini bana belleten kitaplarımı tekrar okuyarak kendime gelebildim ve ailemin geleceği hakkında tekrar umut kazanabildim.
Buddenbrooklar romanı İslam’ın yaşam felsefesine inanan bir ailenin romanı olamaz. Benim ailem dört kuşaktır Allah’a ve ahirete inanıyor. Benim ailem dört kuşaktır bu dünyadaki hayatın acısıyla tatlısıyla, mutluluğu ve musibetiyle bir imtihan ve eğitim yeri olduğunu biliyor. Ve benim ailem dört kuşaktır yaşam sevincini koruyabiliyor. Ailemdeki insanların hayat hikayelerini gözlerime getirdiğimde ya da onlardan dinlediğimde hepsinin belli dönemlerde ağır sıkıntılarla boğuşmuş olduğunu söyleyebiliyorum. Sanıyorum musibetle boğuşmamış aile ferdim yok. Bir kısmı hala musibetle boğuşuyor. Benim musibetlerim için ise geçen psikoterapistim şöyle dedi: “sen çok yoğun acılar yaşamışsın. Defalarca paramparça olmuşsun. Ama hepsinde toparlamasını bilmişsin. Senin gibi yoğun acılarla boğuşmuş insan sayısı tarihte çok azdır.” Ailemde doksan yaşına gelmiş ölüme hazırlanan bir ninemiz var. Bilinci de artık ara sıra gidiyor. Ama cennete gideceğine inanıyor, yok olacağına değil. Ve ağır sıkıntılarına rağmen hala içtenlikle gülebiliyor. Ailemde genç yaşında dört çocuğuyla dul kalmış kadınlar var. Hala gözlerinin içi gülüyor. Ve etrafa neşe saçıyor. Yatağa mahpus genç aile fertlerim var, sohbetleri neşe ve bilgelik saçıyor. Ailemde kadri hiç bilinmemiş devlet adamları ve entelektüeller var. Hala yirmi yaşında genç gibi insanlara şevkle hakikatlerini anlatıyor. Babam da üç yıl kanser tedavisi gördü. Kemoterapi zamanları çok sancılı geçerdi. Ama kemoterapi dışında üç yıl boyunca ailemizin neşe kaynağı babamdı. “Günahlarım var, cennete gidebilecek miyim” diye korkardı sadece… Bu korkusunu da onun ahlaki meziyetlerini bilen ciddi İslam alimleri giderdi. Ölmeden kısa bir süre önce çektirdiği bir fotoğrafı var: gözlerinin bebeği içtenlikle ve yaşam zevkiyle gülüyordu. Ben de yılımın en az dört ayını ağır bir iğne etkisinde yatakta geçirmek zorundayım. Ama yaşamdan aldığım zevke hiçbir şekilde mani olmuyor. Seyyid Kutup’un İslam düşüncesinin karakteristiklerine dair önemli bir cümlesi vardır: “İslam pozitif duygu aşılayan bir yaşam felsefesidir” diye… İslam’a inanan aile fertlerimin hepsinde, belli dönemlerde ağır musibetlerle boğuşmuş olduklarını görmeme rağmen, bu pozitif duyguyu müşahede ettim. Georg Lukacs’ın romanın Tanrı’yı ve ahireti öldürmüş günahkar bir çağın çocuğu olduğu fikrini aktarmıştım. Allah’a ve ahirete inanan, bu hayatın bir imtihan ve eğitim yeri olduğunu bilen ve Allah’ın her musibetimizde yanıbaşımızda olduğuna kani olan bir toplumun edebiyatı Batı romanından farklı olmalıdır.
X.
Biraz dağıtayım konuyu. Biz Türkiyeli İslamcıların ilk romanı Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah’ıdır. Hekimoğlu Victor Hugo’nun Sefiller’inden etkilenerek bu romanı yazmıştı. İkinci romanımızsa Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı. Bir de sadece biz Nurcuların okuduğu Yavuz Bahadıroğlu’nun tarihi kahramanlık romanları. Bu üç romancı o günkü Müslümanların yaşam felsefesini romanlarında eksiksiz bir biçimde yansıtıyordu. Bu sebeple yüzlerce defa baskı yaptılar. Biz de İslami kişiliğimizi inşa ederken bu romanları defalarca okuduk. Fakat bu romanların estetik nitelikleri çok ciddi olarak kusurluydu. Daha sonra Ahmet Günbay Yıldız estetik olarak daha değerli romanlar yazdı. Onları da pek çoğumuz defalarca severek okuduk. Ve kişiliklerimizi Ahmet Günbay Yıldız’ın romanlarıyla şekillendirdik.
Fakat estetik kusursuzluk ve sanatsal yetkinlik aranacaksa bu işi biz Müslümanlar değil, Batılılar yapıyordu.
Fakat estetik kusursuzluk ve sanatsal yetkinlik aranacaksa bu işi biz Müslümanlar değil, Batılılar yapıyordu. Bir de eğer Batı’dan üstün bir medeniyet kuracaksak Batı sanatına da hakim olmak zorundaydık. Bu yüzden yavaş yavaş Batılı romancıları okumaya başladık. Hatırlıyorum ben henüz üniversitenin başındayken TİMAŞ yayınları Allah’a ve ahirete inanan Goethe’nin Faust’unu çevirmeye karar verdi. Faust’un içtiği şarabı, şarap İslam’da haram olduğu için, ‘meyve suyu’ diye çevirince hayli tartışma çıkmıştı o dönem, İslamcılarla laikler arasında. Nasıl eseri tahrif edersiniz diye… Bir de Cemil Meriç sayesinde Balzac’ı keşfetmiştik. Bir de Şule Yayınları Tolstoy’un hidayete erdikten sonra yazdığı düşünce kitaplarını çevirmeye başlamıştı. Yavaş yavaş Batı sanatına açılıyorduk.
Önceleri Batı romanını okurken belli dini bariyerlerimiz vardı. Fakat yeni kuşaklar için bu bariyerler tamamen ortadan kalktı. Eski İslamcı romanlar beğenilmez oldu. Genç İslamcı kuşaklar sanatsal zevklerini doyurmak için İslamcıları değil de Batılıları şevkle okur oldular. Böylece yavaş yavaş hayata dair beklentilerimizi İslam’ın yaşam felsefesi değil de, Batılı romancıların hayata dair duyguları şekillendirir oldu. Başka pek çok faktörün de bir araya gelmesiyle Batılı sanat zevkinin içimize işlemesi hayata bakışımızı alabildiğine sekülerleştirdi.
Benim başından beridir söylemek istediğim şey şu: evet… sanatsal yetkinlik ve estetik biçim açısından modern batı romanına yetişemiyor olabiliriz. Ama yaşam estetiği ve hayattan alınan zevk açısından İslam’ın temel varoluş felsefesinin keşfedilmeyi bekleyen muhteşem bir zenginliği ve derinliği var. Birçoğunu zaten yaşadığımız ve içinde yaşadığımız için de farkında olmadığımız bu muhteşem duyguları estetik bir kalıba dökmeyi öğrenmek zorundayız. Ölüme dair, dostluğa dair, idealler için mücadeleye dair, musibete ve ruhsal travmalarla baş etmeye dair, evlilik ve sevgiye dair, mesleğe dair, parayla ilişkiye dair vs… İslam’ın sunduğu pozitif duygular yaratan yaşam felsefesinin gölgesinde bu duyguların tamamı estetiğe ve hikayeye dökülmeyi bekliyor.
XI.
Türkiyeli Müslümanların Batılı romanla mukayese edildiğinde bence en temel kusuru estetik biçime dair yetersizliğidir. Hayatın evrensel ve varoluşsal sorunlarına verdiğimiz yanıtların yetersizliği değil. Batı edebiyat düşüncesinde, Kant’tan beridir, estetik biçim romanın mutluluğa dair bir vaadi ve bir umut kaynağı olarak kavranır. Makalemin bundan sonraki kısmı Tanrı’yı ve ahireti reddettiğimizde neden güzel biçimler yaratmanın bizleri Batı’da sanıldığının aksine mutlu edemeyeceğine ve bize hayata dair umut veremeyeceğine dairdir.
Estetik biçimin mutluluk ve umut verebilmesi için Kant’ı dikkatli okumak gerekir. Kant Allah’a ve ahirete sımsıkı inanan bir insan. İlk kitabında Allah’ı bilim yoluyla bilemeyiz demesine rağmen, ikinci kitabında ahlaklı yaşam için Allah’a ve ahirete sımsıkı inanmak gerekir, der. Ve organik yaşamı ve sanatı ele aldığı üçüncü kitabında, doğadaki canlıların güzel biçiminin bize Allah’ı hissettirdiğini ve doğada işleyen kozmik güç, eğer zamanın işleyişi içinde güzel biçimler yaratıyorsa, bizlerin de yaşam hikayelerinin zaman içinde şekillenişinin sonsuz bir hayatta güzel bir biçime kavuşacağı ve bizleri ölüm sonrası yaşamda mutluluğun beklediği yolunda kesin bir kanaate vardırdığını belirtir. Kant’ın sanat, estetik biçim, mutluluk ve umuda dair düşünceleri bu temel fikri etrafında ele alınmalıdır. Yani Kant’ın sanatsal biçimin bir mutluluk vaadi sunduğunu belirtmesi onun ahirete imanından ayrı düşünülemez.
Zaten Kant’ın aksine Allah’a ve ahirete inanmayan Herbert Marcuse, bir romanın biçiminin bizlere mutluluk vaadi ve geleceğe yönelik umut verdiğini iddia ettiği Estetik Boyut adlı kitabında “Ama ölüm hususunda çaresiziz. Ölüme karşı bir teselli bulamıyoruz.” diyerek Allah’a ve ahirete inancın yokluğunda en temel sorunumuz olan ölüm konusunda sanatın aciz kaldığını belirterek sanatsal biçim ve mutluluk vaadi arasında Kant’ın kurmuş olduğu bağlantıyı birbirinden koparmak zorunda kalır.
Aslında Allah’a ve ahirete inanmasak da bir romanın biçimini keşfetmenin bizlere geçici bir mutluluk verdiği doğrudur. Ben bu ilişkiyi kendi hikayem üzerinden anlatayım.
2010 yılının Temmuz ayında, ilk kitabımın yayımlanma arifesinde çok ağır bir travma yaşadım. İki yıldır deli gibi aşık olduğum ve son on aydır peşinde olduğum bir kız vardı. Bu kız benim için tüm mutlulukların sembolüydü ve ODTÜ’ye gidişimin yarı sebebi Kıta Avrupası felsefesi öğrenmekse, diğer yarı sebebi bu kızdı. Çok güzel, zeki ve erdemli bir kızdı. ODTÜ’deki pek çok erkek de peşinde koşuyordu.
2006 yılına kadar kız tavlama sanatına dair hiçbir şey bilmiyordum. Etkileyici bir kız gördüğümde kitlenir kalırdım. 2006’dan 2008’e kadar pek çok maceranın sonunda kadınlarla ilişki kurma yeteneklerimi geliştirdim. Ve entelektüel bir konuyu anlaşılır bir dilde anlatabilmenin, dinleme yeteneğinin ve şiir yazma becerimin, doğru kullanılırsa, kadınlar için nasıl etkileyici olduğunu keşfettim. 2008 yılına geldiğimde son derece güzel ve eğitimli bir kızla uzun bir sohbetin sonunda, bu kızı centilmen bir erkek gibi koluma takıp sokakta beraberce yürümeyi becerebiliyordum. Bahsettiğim bu kızdan ise 2006 yılından beridir haberdardım. Ve 2008 yılında, yani “ben artık istediğim kadını tavlayabilirim” fikrine ulaştığım zaman bu kızla hemen iletişim kurdum.
Fakat arada iki ciddi engel vardı: (1) ben çok ciddi bir Müslümandım, bu kız ise kararlı bir ateist. (2) daha yolun başında zamansız bir şekilde ona bir şiirimi göndererek her şeyi berbat etmiştim. Hatta benim salaklığım sonucunda olayın duyulması üzerine ben de o kız da el aleme rezil olmuştuk. Neyse on ay boyunca uğraştım, nihayet aynı masaya oturduk. İki buçuk saat kadar bir arkadaş ortamında keyifle sohbet ettik. Fakat sohbetin sonunda o kızın beni bir cilve kastıyla bozması sonucu her şeyi yanlış anladım “bu kız benle dalga geçmeye gelmiş” diye ciddi bir biçimde patladım. Ve yine her şeyi berbat ettim.
Bu patlayışın arka planında benim on aydır yaşadığım muazzam gerginlik yatıyordu. Bir yandan o kıza kavuşmak için seferber olmuştum. Bir yandan babamı yeni kaybetmiştim. Bir yandan da derin devlet, hakkımda açılan bir soruşturma sonucunda, “bu çocuk çok tehlikeli bir adam. İleride başımıza dert açabilir” diyerek beni yirmi dört saat takibe almıştı.
Ben o kıza patladıktan sonra, o ağır gerginlik haletiruhiyesi içinde, durumu düzelteyim diye saçma sapan işler yaptım ve her şey daha berbat hale geldi. Facebook’umu açtım. O kızın da okuduğunu bilerek iki ay boyunca son derece yaratıcı ama işleri daha berbat eden şeyler yazdım. Bir de tam Ramazan ayı… Temmuz ayının sıcağında günde on sekiz saat uyanık riyazet yaptım, riyazet ruhumu ve bedenimi darmadağın etti ve iki ayın sonunda tamamen delirdim. Delirmemin arkasında iki sebep vardı: (1) derin devletin beni takibe almış olması (2) kızın beni başından beri hiç ama hiç istemediğini ve benim sapık gibi onun peşinde koşmuş olduğumu düşünmem. Yani okuldaki arkadaşlarım arasında “okulun en güzel kızlarından birinin peşinde koşan abaza, beceriksiz, İslamcı bir Kürt’tür Esat” diye damgalanmış olmaktan korkmam. Ve kitabım yayımlanmak üzereydi. Kitabım bir anda şöhret olursa ben bu damgayla baş edemezdim.
2006’dan 2010’a kadar ruhsal sağlığım oldukça yerindeydi. Dört ayda bir yemem gereken bir iğnem vardı. Fakat manik coşku hali dışında hiçbir hezeyanım kalmamıştı. Fakat bu gerilimler, bu kızı kaybetmemek ve onurumu korumak için bu gerilimlerle mücadele etme kararlığım ve yaptığım riyazetin sonunda iki ay içinde şizofreni, paranoya, erotomani, anksiyete, anoreksi ve hipokondri atakları geçirmeye başladım. Yaşamış olduğum şey çok ağır bir travmaydı, bu travma muazzam stres yaratmış ve ruhum her yanından darmadağın olmuştu.
Aslında damgalanmış olma korkum yersizdi. Çünkü ODTÜ’deki dostlarım defalarca beni tekrar kazanmak için bir şeyler yapmaya çalışmış, fakat ben herkese güvenimi yitirmiş bir paranoya içinde olduğum için, bu çabalar hiçbir işe yaramamıştı. Çok iyi bir psikolog dostum vardı. Arkamdan şöyle demiş: “Esat bu travmayı asla atlatamayacak.”
Her şey olup bittikten ve ben tamamen çöktükten sonra kitabım yayımlandı. Kitabım bir anda ODTÜ’de bestseller oldu. ODTÜ’de tanıdığım tanımadığım herkes kitabı övgülere boğdu. Fakat ben şizofrenik bir paranoya içinde kimseyle konuşmuyordum. Onurumu korumak için sürekli okula gidiyordum, fakat bu travma hakkında ağzımı açıp tek kelime etmiyordum.
İşte bu sırada bir bürokrat entelektüel kitabım hakkında şunları söyledi: “Esat! Belli… sen çok şey okumuşsun. Ama hiç roman okumamışsın.” Bunun üzerine roman okumaya karar verdim. Ve önce Orhan Pamuk’un roman sanatı üzerine yazdığı Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabını okuyup tüm romanların estetik bir biçim üzerine kurulu olduğunu, iyi bir romanın bu biçimi bir ağırlık merkezi etrafında örgütlediğini, bir romanın biçimini keşfetmek istiyorsak romanı okurken tüm olan biteni hafızamıza kaydetmemiz lazım geldiğini ve iyi romanın eserin sonlarında bir yerlerinde herşeyin sırrını ifşa ettiğini ve yaratmış olduğu biçimi gözler önüne serdiğini ve bu biçim keşfedildiğinde insanın eksiksiz bir zihinsel orgazm yaşayacağını anlatıyordu. Orhan Pamuk’u okuduktan sonra ‘biçimi keşfetme duygusu’ okuduğum 150 roman boyunca tek kılavuzumdu.
2010 yılından 2016 yılına kadar başka pek çok şeyin yanında Batı edebiyatının en zor metinlerini bu fikir eşliğinde okudum. Ve gerçekten de romanların biçimlerini keşfetme duygusunun insana gerçekten zihinsel bir orgazm keşfettiğini deneyimledim defalarca. Bu romanlar benim için hayat kılavuzu değildi. Bu romanlar benim içim gerçekten yaşanmış hayatların bir yansıması değildi. Bu romanlar benim için salt hayal mahsulüydü. Romancının kendi kafasından uydurduğu hikayeler. Fakat romancı birbiriyle çatışan fikirleri, birbiriyle çatışan karakterleri, birbiriyle çatışan dürtüleri ve çıkarları öyle güzel bir ahenk altına alıyordu ki ve romanın sonunda, o sihirli ağırlık merkezinde romanın gizli mesajını öyle incelikle ve ustalıkla açığa çıkarıyordu ki, her romanı okuduktan sonra gerçekten bir iki gün süren bir zihinsel orgazm yaşıyor ve gerçek hayatta her gün yaşadığım travmaları birkaç günlüğüne unutuyordum. Fakat okuduğum romanın etkisi geçer geçmez yaşadığım travma tekrar canlı kanlı hale geliyor ve tekrar darmadağın oluyordum. Bu altı yıl boyunca ruhum defalarca darmadağın oldu ve defalarca kendimi tekrar toparladım. Romanlar bir yaşam felsefesi olarak bana yardım etmiyordu. Sadece gerçek hayattaki acılarımı bir süreliğine unutma fırsatı veriyordu. 400 sayfalık zahmetli bir yolculuğun sonunda hediye olarak gelen bir keşif duygusunun verdiği geçici mutluluk haliydi romanların bana yaşattığı…
XII.
Fakat dediğim gibi o romanları okurken bana zihinsel orgazm yaşatan şey sadece romanların gizli mesajlarını biçimi açığa çıkarmak yoluyla yaşadığım keşif duygusuydu. Hatırlıyorum o dönem sadece bir iki sefer, okuduğum romanları hayatıma tatbik etmek istedim, yani mimesis, taklit ve yansıtma fikrini hayata geçirdim. Ve bunlar bende yoğun acılar doğurdu. Örneğin Conrad’ın Lord Jim’i… Bu romanın kahramanı da romanın başında yaptığı ahlaki bir yanlış sonucunda tüm itibarını kaybeder. Medeni toplumdan ayrılır, yerliler arasına yerleşir. Yerlilerin lideri olur. Sonra medeniler yerlilere saldırır, Lord Jim yerlilerin lideri olarak onları başarıyla savunur, fakat medeniler Lord Jim’e onda travma yaşatan bu olayı hatırlattıklarında travması canlanır, savaşı kaybeder, yerliler yok edilir ve Lord Jim ölür. Bu romanı okuduktan sonra “yani benim bu kızla yaşadığım travma da ömür boyu sürecek mi” diye çok korkmuştum.
Ayrıca bu romanlarda bana keyif veren tek şey romanlardaki gizli mesajı keşif duygusuydu. Oysa Allah’a ve ahirete inanmayan romancıların verdiği mesaj hep kötümserdi. Ben o esnada bu kötümser mesajı içimde hissetmediğim ve sadece yaptığım keşiflerden keyif almaya baktığım için bundan etkilenmiyordum, fakat 2018 yılından sonra, yani ben travmalarımı tamamen atlattıktan sonra bana hayat rehberi olsunlar diye bu romanları tekrar elime aldığımda ve gençlere örnek olarak hangi romanları tavsiye edebilirim diye sorgulamaya başladığımda, bu mesajların kötümserliğini fark etmek beni roman okuyamaz ve gençlere herhangi bir romanı tavsiye edemez hale getirdi.
Örneğin Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanı: “bilim de saçmalıktır, dinde. Hakikat diye bir şey yoktur ve tanrı ölmüştür. Bu acı gerçekleri kabul edin.” Örneğin Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ı: “gelenekçilik de ilelebet kaybetmiştir. Modernizm de… Yüksek idealler peşinde koşmayı bırakın. Ve gündelik hayatınızdan zevk almaya bakın.” Örneğin E.M. Forster, Hindistan’a Bir Geçit: “Bir Batılı’nın ve bir Doğulu’nun birbirini anlaması mümkün değildir.” Örneğin Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’i: “Tanrı ölmüştür. Bunu kabul etmek zorundayız.” Örneğin Kazancakis’in Zorba’sı: “Din, Hıristiyanlık, Budizm, maneviyat vs saçmalıktır. Şarap içmeye ve kadınlarla seks yapmaya bakın.“ Vs…
Yani Tolstoy, Dostoyevski, Rolland, Hugo gibi Allah’a ve ahirete inanan bir avuç romancı haricinde benim bu romanlardan hayat ideali namına ne öğrenebileceğim ne de gençlere örnek olarak gösterebileceğim hiç ama hiçbir şey yoktu. Hayata dair muazzam bir kötümserlik vermek ve geçici olarak hayatın gerçekleri dışına çıkıp kendini romanın olaylarında unutmak ve romanın biçimini keşfetmek dışında, bu romanların hayata katabileceği hiçbir şey yoktu. Nietzsche’nin tarihin yaşam için yararları ve zararları tartışmasını hatırlarsak, bu romanlar aslında yaşama, mutluluğa, umuda ve yaşam sevincine zararlı yapıtlardı.
XIII.
Mevlana’nın Mesnevi’si benim için bir dönüm noktası olmuştu.
Burada konuyu biraz dağıtıp klasik İslam edebiyatının yaşama katkısına değinmek istiyorum. Bu travmalarımın en şiddetli bir döneminde, sanıyorum 2013 yılında, beni belki teselli eder diye daha önce hiç ciddiyetle okumadığım ve o güne kadar yıllarca nefret ettiğim Mesnevi’yi elime aldım: Mevlana’nın sekiz yüz yıl önce yazdığı başyapıtı… Orada Mevlana çok keyifli hikayeler eşliğinde ciddi bir felsefi birikime ve özünde İslam’ın varoluş şuuruna yaslanan bir hayat felsefesi veriyordu: “Allah her acımızda ve her mutluluğumuzda bizim yanıbaşımızdadır. Allah’ın bizleri bazen mutlu eden bir cemali, bir de bizleri bazen darmadağın bir celali vardır. Celal de Cemal de hikmetsiz değildir ve her ikisi ve bizim ruhsal tekamülümüz içindir. Ve tüm zorlu mücadelelerin sonu hem bu dünyada kalıcı bir memnuniyet hem de ölüm sonrası yaşamda kalıcı bir mutluluktur. Mutluluğunuzu, umudunuzu, yaşam sevincinizi, şevkinizi ve aşkınızı asla yitirmeyin. Ve hayat ne kadar zor olursa olsun mücadelenize devam edin. Eninde sonunda zafer kazanacaksınız.”
Mevlana’nın Mesnevi’si benim için bir dönüm noktası olmuştu. Evet ağır bir travma yaşıyordum. Fakat eninde sonunda esenliğe erecektim. Aşk ü şevkimi hiç bırakmadan mücadeleye devam etmeliydim. Ve aradan geçen dört yılın sonunda, yani 2017 yılında, kendi psikoterapimi yaptıktan sonr,a yedi yıllık tüm şizofrenik, paranoid, erotomanik, hipokondrik, anoreksik ataklardan ve kalıcı anksiyete rahatsızlığından kurtulmuştum. Hala ufak tefek sorunlarım vardı. Hala ilaç kullanmak ve bazen iğne yemek zorundaydım. Hala bilinçdışımdaki kör noktalara dikkat etmek zorundaydım. Hala psikoterapistimle derinlikli sohbetler yapmak zorundaydım. Fakat bireysel olarak oldukça mutlu ve umut dolu bir yaşam dönemine adım atmıştım.
Daha sonrasında Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’unu, Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ını, Ferhat ve Şirin’i vs yani tasavvufdan ve özünde İslam’ın varoluş şuurundan beslenen yapıtları etüt etme fırsatı da bulacaktım. Seyyid Kutup’un “İslam düşüncesinin temel karakteristiklerinden biri iyimserliktir” dediğini söylemiştim. Bu eserlerin ortak özelliği Allah’a ve ahirete imanın verdiği bir emniyet duygusuyla ve her mutluluğumuz ve musibetimizde Allah’ın yanıbaşımızda olduğu ve yaşadığımız her şeyin bizlerin eğitimi ve manevi tekamülü için tasarlandığı düşüncesinin yarattığı bir yaşam zevki içerisinde gençlere pozitif idealler aşılamalarıydı. Örneğin dağları delen Ferhat imgesi güzel bir yuva kurmak için etrafındaki cehennemi bir cennet bahçesine çevirme idealinin tecessümüydü. Müslümanlar asırlarca bu ideali yaşatmışlardı. Fakat modern seküler yaşam felsefesinin İslami bilince sızması bu yaşam sevincini bizlere kaybettirmişti.
Bu eserlerdeki yaşam felsefesinin bugüne taşınamamasında etmen olan ikinci bir sorun, bu eserlerin modernite öncesi bir estetik zevk için kaleme alınmış olması, oysa günümüzün beğenisinin bu yaşam felsefesini daha farklı araçlarla dile getirme lüzumunu dayatmış olması, fakat bunu yapacak estetik dehalardan bugün için yoksun olmamız durumuydu.
Bu eserlerdeki yaşam felsefesinin bugüne taşınamamasında üçüncü, belki de en temel etmen ise, Mevlana başta olmak üzere sufilerin modernite öncesi seküler felsefeyi hazmetmiş olarak eserlerini vücuda getirmiş olmaları, bugün aynı yaşam zevki taze bir biçimde hissedilecekse bunun ancak modern düşünceyi hazmetmiş üstatlarla yapılabileceği ama ne yazık ki çağımız Müslüman sanatçısının moderniteyi ve modern felsefeyi hazmedip bünyeye mal etmektense, modern felsefeye tam bir reddiye içinde İslam estetiğini ve yaşam felsefesini yaşama taşıma isteğiydi.
XIV.
Estetik biçimin Batı edebiyat düşüncesinde mutlulukla ilişkisine dair getirilen ikinci önerme romanın bütünlüğü ve biçimi aracılığıyla bizlerde çatışan duyguları, arzuları, fikirleri vs çözüme kavuşturup bir ahenk yaratması ve bu yolla bizlerde ahenkli ve estetik bir yaşantı oluşturması yeteneğidir. Bu iddiaya göre sanat aracılığıyla güzel, bütünlüklü ve ahenkli insanlar oluruz. Ve bu da bizleri iyi ve ahlaklı insanlar olmaya hazırlar. Gautier’in meşhur “Sanat sanat içindir” felsefesinin insan yaşamına katkı olarak sanata biçtiği misyon budur. Yani sanat, mesajı itibariyle ahlakı teşvik ettiği için değil, sırf ahenkli ve bütünlüklü güzel biçimi yoluyla yaşamlarımıza mutluluk getirir iddiasıdır bu. Bu düşünceyi Kant çok veciz bir biçimde özetler: “Hiçbir ahlaki misyon gözetmese de, sanattaki güzel biçim ahlaki iyinin görünür bir sembolüdür.”
2010 ve 2016 yılları arası roman okumalarımın beni dürtülerim açısından daha ahenkli ve dengeli hale getirdiğini inkar edemem. Eskiden olaylara tepki verirken çok daha sert ve şiddetli tepki verirdim. Fakat romanlarda birbiriyle çatışan karakterleri ve arzuları etüt ede ede daha sakin, daha olgun, daha derin ve anlayışlı bir tavır içindeyim insanlara ve olaylara karşı.
Fakat bu iddianın gözden kaçırdığı bazı gerçekler var. Bunu John Carey Saat Neye Yarar adlı kitabında çok güzel anlatıyor. Carey’in iddiasına göre, Hitler de sanattan çok iyi anlayan ve estetik yaşantıya sahip bir insanmış. Hatta intiharı bile estetik yaşantısının bir parçasıymış. Fakat Hitler dünyanın kara lekelerinden biri. Bu iddiaya destek olacak başka bir gerçek daha var. Ünlü edebiyat eleştirmeni Paul de Man, ABD’deki tüm edebiyat eleştirmenlerine şunu söylermiş: “Bakın! Aranızda kadın avcısı olmayan tek edebiyat eleştirmeni benim.” Kadın avcılarıyla dolu bir toplumda yaşamak ne estetik olarak güzeldir ne de ahlaki olarak iyidir. Fakat estetik yaşantıya sahip olmak ne Hitler olmaya, ne de kadın avcısı olmaya manidir.
Ben bu iddiamı kendi hayatım üzerinde detaylandırayım. 2010 yılında daha önce bahsettiğim ağır travmayı yaşadığım zaman, sosyal hayat benim için bitmişti. Hele ki artık kadınlar karşısında rezil biri olduğumu ve bir daha asla bir kadınla aşk yaşayamayacağımı düşünüyordum. Ve ayrıca çok ağır ruhsal rahatsızlıklarla boğuşuyordum. Hemen o yıl Stefan Zweig’ın üç ciltlik Ruh Mimarları serisini keşfettim. Ve bir çırpıda okudum. Zweig bu seride gerek Kleist gibi delirmiş sanat dehalarını, gerek Balzac gibi kendini sanatına adamış romancıları, gerek Stendhal gibi kendi ruhsal derinliklerini analiz etme yeteneğine sahip yazarları öyle enfes ve öyle canlı kanlı anlatıyordu ki bu üç cildi birkaç defa okuduktan sonra hastalıklarımla baş etmeye öğrendim ve kendime Balzac gibi kitaplarını yazmaya adanmış bir yaşam kurdum. Yani bu üç ciltlik kitap, benim sosyal hayattan tüm ümidimi kaybettiğim bir dönemde bana yaşam kaynağı oldu.
Fakat bu üç ciltlik serinin üçüncü cildini, sanıyorum 2007 yılı gibi, sosyal hayattan tamamen tecrit edilmeden önce de bir defa okumuştum. Yani ünlü kadın avcısı Casanova’nın kendi hayatını nasıl berrak bir biçimde anlatabildiğini, Stendhal’in kendi dürtülerini nasıl soğukkanlı bir biçimde analiz edebildiğini ve Tolstoy’un kendini nasıl bir yargıç gibi ahlaken yargılayabildiğini anlatan Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar adlı cildi. O cildin 2007 yılında benim üzerimdeki etkisi 2010 yılındakinden çok daha farklı olmuştu. Daha önce dediğim gibi 2006-2008 arasında kendime bir sevgili yapma derdindeydim. 2006’ya kadar etkilendiğim kadınlarla etkileşimin yasaları hakkında en ufak bir bilgiye bile sahip değildim. Ve kız tavlama sanatında biraz da olsa yetkinleşmem gerekiyordu.
Stefan Zweig bu ciltte iki ünlü kadın avcısı olan Casanova’nın ve Don Juan’ın bu sanattaki becerilerini ve felsefelerini öyle ballandıra ballandıra anlatıyordu ki, 2007 yılında otuzlarının başında bir genç olarak içimde yoğun bir kadın avcısı olma arzusu uyandı. Bu dönem baştan çıkarma sanatı üzerine birkaç kitap okudum. O dönem etkileşime girdiğim kadınlardaki başarı ve başarısızlık sebeplerimi etüt ettim. Ve kendi kendime “ben Casanova’dan daha büyük bir kadın avcısı olacağım” dedim. Fakat bir yandan da inançlı bir Müslüman olarak bu yeteneklerimi tek bir kadına karşı kullanmalıydım. Yani ruhum bir Müslüman olmakla bir kadın avcısı olmak arasında çatışma halindeydi. 2006 yılı ile 2010 yılı arasında pek çok etkileyici kadınla kimi başarılı kimi başarısız çok maceram var. Zinaya bilerek asla yaklaşmadım fakat o döneme ait ciddi hatalarım var. O dönemimdeki yanlışlarımı hala esefle hatırlarım. Hatta 2010 yılında kendimi son on ay boyunca adadığım aşktan sonra Allah’ın bana yaşattığı ağır travmanın da bu dönemdeki ahlaki yanlışlarımın bir sonucu olduğuna inanırım. Kısa konuşursak Allah bu travma aracılığıyla bana şunları söyledi: “Ben sana bu üstün yetenekleri sadece ve sadece ilahi hakikatleri güzel anlatabilesin diye verdim. Bu yeteneklerinin hiçbirini pespaye arzular için kullanmayacaksın.”
Stefan Zweig’ın bu cildi yazarkenki derdi, bizleri kadın avcısı yapmak değil. Aksine bu cildin biçimi ve bütünlüğü ciddi bir ahlaki amaç gözetiyor. Yani kısaca şöyle diyor Zweig: “Kendi hayatının şiirini yazmak istiyorsan, önce Casanova gibi yaşadıklarını hiç maskelemeden berrak bir biçimde anlatma yeteneği kazanmak zorundasın. Sonra Stendhal gibi dürtülerini ve duygularını analiz etme yeteneği kazanma zorundasın. Ve en sonunda Tolstoy gibi kendi ahlak mahkemesinde acımasızca yargılama becerisi kazanmak zorundasın.” Bu cildin biçiminin ve bütünlüğünün vermek istediği ahlaki mesaj bu.
Fakat dediğim gibi Zweig Casanova’yı öyle ballandıra ballandıra anlatıyor ki Casanova’nın hayatını okuyan bir gencin “Ben de bir Casanova olacağım” tutkusuna kapılmaması mümkün değil. Ve hiçbirimiz bir Casanovalar toplumunda yaşamak istemeyiz. Ne estetik olarak güzel bir toplumdur bu, ne de ahlaki olarak iyi bir toplum.
Yeğenlerime, temiz bir dindarlık tasavvuruna sahip olabilsinler diye, Zweig’ın bazı biyografilerini okutuyorum. Avrupa’nın Vicdanı (Romain Rolland), Erasmus ve Calvin’e Karşı Castellio gibi biyografileri… Bazen Ruh Mimarları serisini de okutasım geliyor. Fakat gençken Casanova’nın hayatının benim üzerime yarattığı negatif etkiyi yaşamasınlar diye çekimser kalıyorum. Dayanamadım ailemden bir gence bu cildi hediye ettim ama onu öncesinde şiddetle ikaz etme gereksinimi de duydum: “bak” dedim “Zweig’ın bu kitap aracılığıyla gözettiği ciddi bir ahlaki hedef var. Sakın bu kitabı okuduktan sonra Casanova olmaya kalkma.”
Romancı kahramanlarını içeriden yaşar ve onları ballandıra ballandıra anlatır. Buna itiraz etmiyorum. Fakat romancının, kişiliğini roman aracılığıyla inşa etmeye çalışan gençlere karşı da ciddi bir sorumluluğu var. O romanı okuyan genç, kendini yüksek ideallere adamış bir Don Kişot ya da Sefiller’in Jan Valjan’ı olmaya, Anna Karenina’nın hakikati ve gerçek sevgiyi arayan Konstantin Levin’i olmaya, ya da Avrupa’nın iki dünyasavaşı arasında ki vicdanı olan Romain Rolland’ı olmaya içinde bir şevk duymalıdır. Yoksa romancı kendisini okuyan gençte Casanova olmaya, Goriot Baba’nın dünyaya hükmetmeyi tek arzusu haline getirmiş Rastignac’ı olmaya ya da Zweig’ın dünyanın en namussuz siyasetçilerinden biri olan Fouchet’si olmaya bir arzu uyandırıyorsa, romancı gerek estetik güzellik açısından gerek ahlaki iyilik açısından bir yerlerde yanlış yapıyor demektir. Ki bu romanları okuduğumda bu arzuları çok yoğun olarak duydum ben. Sanıyorum bu romanları okuyacak her genç okur da aynı tutkuları duyacaktır.
XV.
Zweig, biyografilerinde yine de bir ahlaki hedef gözetiyor. Onun eserleri Gautier’in “sanat sanat içindir” felsefesine ait değil. Fakat “sanatın amacı salt güzelliktir. Sanata ahlaki bir misyon verilemez” düşüncesinin yaşamlarımız açısından yarattığı ağır tahribatlar var. Platon’un ideal devletinden sanatı kovma istemesinde üzerine basa basa söylediği gibi “bir romanın pespayelikleri sanat eserinde hiçbir ahlaki yargıda bulunmadan yansıtması, bu pespaye davranışların sosyal hayatta normalleşmesine hizmet ediyor.”
“Sanata hiçbir ahlaki kısıtlama getirilemez” düşüncesinin egemen olmasından sonra yazılan romanlardan biri Kayıp Zamanın İzinde. Yani Marcel Proust’un efsanevi yedi ciltlik ırmak romanı. Bu romanın ilk iki cildini, 2010-2016 arasında salt biçimsel güzelliklerini keşfetmek için şevkle okudum. Bir sanat dehası olduğunu inkar etmeye zaten imkan yok. Bir sayfalık cümleleri ağızda yumuşak lokum gibi dağılıyor. Tasvirleri efsanevi. Ve her cilt kendi içinde kusursuz bir bütünlüğe sahip. Vs… Fakat “sanat sanat içindir. Roman sadece güzelliği resmeder. Romanın hiçbir ahlaki misyonu yoktur.” felsefesiyle yazılmış bu eser ve bu eser gibi daha pek çok eserin günümüzün pornografik dünyasını yaratmada oldukça etkili olduğunu söylemek zorundayım. Çünkü bu gibi eserler normalde insan onuruna hakaret sayılması gereken pornografinin temsilini tamamen normalleştirdi. Romanlarda estetik bir idealin hizmetinde hoş görülen bu ahlaksızlığın normalleşmesi sevgi, iffet, sadakat, cinsel onur gibi duyguları tamamen kötürüm etti. Ve bugün pornografinin hükmettiği bir çağın mahkumu olan gençler ve onlarla beraber yaşlılar gerçek sevgi ilişkisi kuramaz hale geldi. Bırakın gerçek sevgiyi, artık pornografinin hakimiyeti yüzünden insanlar sevişmeden bile zevk alamaz hale geldi. Bugün cinsellik salt bir bedensel deşarj ve sıvı değiş dokuşu olarak yaşanıyor. Çağımızda cinselliğin sanıyorum hiçbir büyüsü kalmadı. Oysa bundan kırk yıl önce pek çok insan son derece mütevazi koşullarda cinsellikten yoğun bir keyif alabiliyorlardı.
XVI.
Yaşadığım çok ağır travmadan sonra 2010 yılından 2017 yılına kadar ayakta kalabilmek için bir destek olsun diye Batı romanına yaslandım. 2017 yılında kendi psikoterapimi yaptım. İbadete başladım. Ve İslam’ın temel kaynaklarını bu sefer sadece siyasi ve toplumsal sorunlara çözüm bulmak için değil, kendi ruhsal rahatsızlıklarımı düzeltmek adına, bir psikoterapi, kişisel gelişim ve mutluluk ve umut vaadi olarak okumayı öğrendim. Dediğim gibi 2017 yılında rahatsızlıklarımın pek çoğundan kurtuldum. Ve en iyi eserlerimi yazmaya başladım. Ve içimi, travmalarımdan arınmış olarak, muazzam bir şevk, yaşama sevinci ve mutluluk duygusu kapladı.
İçimde yıllardır yoğun olarak bir roman yazma isteği vardı. Fakat kendi otobiyografimi yazabilsem de roman yazma yeteneğim yoktu. Ve 2017 yılından sonra dönüp kendi otobiyografime baktıktan sonra, aynı 1994-1998 yılları arasında yaşadığım hikayem gibi sonu mutlulukla, taptaze bir yaşam sevinciyle ve gençlik heyecanıyla biten en az on acı dolu hikayem olduğunu gördüm. Bunları parça parça yazıyorum. Kimini yayımlattım, kimi ise yayımlanmayı bekliyor.
Yani bir Müslüman sıfatıyla ve yaşamın temel sorunlarına Allah’a, ahirete, bu dünyadaki hayatlarımızın bir imtihan ve eğitim olduğuna ve ölümün bir yok oluş değil de kalıcı mutluluğa erişmenin bir başlangıcı olduğuna iman etmiş bir insan olarak yanıt vermeye çalışan bir insan sıfatıyla kendi hayat tecrübemin ve temiz bir dindarlıkla hayatın temel sorunlarına yanıt veren yeryüzündeki pek çok insanın hayat tecrübesinin Batılı romanların anlattığı yaşam tecrübelerinden çok farklı olduğuna kesin bir kanaat getirdim.
48 yaşımdayım. Benim kişiliğim artık hayli olgunlaşmış ve oturmuş durumda. Fakat gençlerimizin geleceği için bir şeyler yapmak istiyorum. Ve yazılarımı en başta bugünün gençlerini gözeterek yazıyorum. Ve sanat ve estetik gençlerin kişisel gelişimlerinin olmazsa olmaz bir parçası. Oysa ne ben son yedi yıldır Allah’a ve ahirete inanan istisnai bir iki romancınınki haricinde pek çok romanı elime alabiliyorum, ne de bu romanları gençlere hayat kılavuzu olsun diye tavsiye edebiliyorum. Ve gençlere ümitvar bir yaşam felsefesi sunamayan bir edebiyatın ağır bir krizde olduğuna inanıyorum.
İnsan sanat için değildir. Aksine sanat insan için olmalıdır. İnsan yaşamının hizmetinde olmayan bir sanat, insan yaşamına müspet bir katkı sunamayan bir sanat, estetik nitelikleri ne kadar üstün olursa olsun, değersiz bir meta olarak bir kenara fırlatılmalıdır diye düşünüyorum.
Yıllarca Batı romanının terbiyesinin geçmiş ve sanat felsefesi hakkındaki bilgisi yarım yamalak bir entelektüel olarak bu konuda ruhum çok çalkantılı. Evet bir yandan her genç Umberto Eco’nun efsanevi Gülün Adı romanını okumalıdır. Ya da Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık’ını… Fakat hiçbir genç yaşam felsefesini Umberto Eco’dan, Orhan Pamuk’tan ya da burada ismini zikretme şansım olmayan yüzden fazla romancıdan almamalıdır.
Georg Lukacs Roman Kuramı’nda Tolstoy ve Dostoyevski’nin romanlarındaki iyimser yaşam felsefesinin kendi tezinin aksine hayat karşısında ümitsiz ve insanı bu dünyada yapayalnız hissettirmediğini söyler. Fakat Lukacs’a göre Tolstoy ve Dostoyevski Tanrı’yı ve ahireti öldürdüğü için günahkar olan modern çağın değil, gelmekte olan yeni bir çağın habercileriydi. Lukacs’ın beklentisinin aksine bu beklenen yeni çağ o zamanlarda gelmedi. Fakat Mevlana’nın Mesnevi’sini ya da Bediüzzaman’ın modernitenin varoluşsal ıstıraplarına bir yanıt olarak yazdığı temel eserleri bir kez olsun modern gözlerle etüt edecek okur, İslam’da, insanı gelecekten ümitli tutan, yaşam sevinci dolu, bu dünyadaki hayatını tüm musibetlerine rağmen potansiyel dostlar halkasında bir cennet tarlası olarak görebilen kalıcı bir gençlik aşısı var olduğunu görebilecektir. Benim de son yedi yıldır yaşam sevincimin kaynağı bu bahsettiğim eserlerdir.
İslam’ın bu mirası ciddiye alınmayı, keşfedilmeyi ve modern birikim karşısında modern birikim hazmedilerek yeniden ifade edilmeyi ve sanat yoluyla bir biçime kavuşmayı bekliyor. Belki de İslam’ın küresel dünyaya en büyük katkılarından biri sanat yoluyla ifade edilen bu yeni varoluş tecrübesi olacak. Fakat İslam’a hakim insanlar modern birikime o kadar yabancı ve modern birikimde söz sahibi insanlar İslam mirasına o kadar tepeden bakıyor ki böylesine bir yaşam tecrübesi küresel ölçekli eserlere dönüşemiyor. Oysa bir hazinenin üzerinde oturuyoruz, bu hazinenin farkında olmasak da…
XVII.
Birkaç istisna haricinde modern Batı romanının insanı hayattan bezdiren bir cahiliye edebiyatı olduğuna inanıyorum. Fakat bu edebiyatı cahiliye romanı diye betimlemem bu edebiyatı yasaklamak ve gençlerimizi bu kirden tamamen uzak tutmak için değil. Hazret-i Peygamber’in bir entelektüel olarak yetiştirdiği üç isim var: Hazret-i Ali, Hazret-i Ayşe ve Abdullah ibn Abbas. Hazret-i Peygamber her üç isme de kendi cahiliyesinin edebiyatında üstat hale gelebilecekleri bir eğitim vermiş. Fakat Hazret-i Peygamber döneminde de bugünün cahiliyesi gibi edebiyat yaşama pozitif katkı vermekten kopmuş, insanları kötümserliğe ve sefahate teşvik eder vaziyetteymiş. Bu yüzden Hazret-i Peygamber edebiyata yepyeni misyonlar biçmiş. Fakat bu misyonlar dört halife döneminin birtrajediyle bitmesi sonucu meyvelerini hakkıyla verememiş. Ben bugünün gençlerinin de modern roman hususunda üstatlık kazanması gerektiğine inanıyorum. Fakat Batılı romana ve onun yaşam felsefesine teslim olmak için değil, aksine romanı güzel ve yüce ideallere hizmetkar hale getirebilmek için ve Batı romanını aşmak gayesiyle… Dediğim gibi bu makalede “hayata oldukça zararlıdır” diyerek eleştirdiğim Batı romanı, bir zamanlar benim koltuk değneklerimden biriydi. Bu makaleyi de bir yandan bu geleneğe hayranlıkla bir yandan da yukarıda söylediğim sebeplerle yedi yıldır elime zevkle alamadığım için bir isyan duygusuyla kaleme alıyorum. Umarım bu çatışmalı duygum okuyucuya da sirayet eder.
XVIII.
Bu makale altı aydan fazladır kafamı meşgul ediyor. Normalde çok daha iyi hazırlanmış, çok daha sofistike bir üsluba sahip ve okuması insana keyif veren bir üslupla kaleme almak isterdim bu makaleyi. Fakat beni bu kadar zamandır meşgul eden bu makaleden artık kurtulmam gerekiyordu.
Son yedi yıldır muazzam bir yaşam sevinci, yaşama karşı şevk ve gençlik duygusu içinde yaşıyorum. Ve benim yazarlık kariyerimin en bereketli dönemini yaşıyorum. Eski hezeyanlarımın hiçbiri kalmamış olmadığı halde yaşadığım bu yoğun şevk hali bir senenin dört aydan fazlasını iğne yemiş olarak yatakta dinlenirken geçirmemi zorunlu kılıyor. Yediğim iğneler birkaç gün için tüm mutluluğumu söndürüyor, fakat bu mutsuzluk halinin iğne sebebiyle ve geçici olduğunu çok iyi biliyorum, ve üç beş gün geçmeden eski mutluluğum ve şevkim geri dönüyor. Yatakta dinlenirken keyifle Allah’la sohbet ediyorum. Dışarıdan bakılsa çok çileli bir hayatım olduğu sanılabilir, fakat bir Müslüman musibet yaşarken de kendine mutlu ve kaliteli hayat kurabilir. Hayat tecrübemden bu gerçeği çok iyi öğrendim. Şu anda da bir iğnenin etkisi yeni bitmiş durumda, fakat bu yazının enerjisi uzun süredir beni kuşatmış olduğu için, bu yazıyı bitirdikten hemen sonra bir iğne daha yiyeceğim. Yani kırk günüm aralıksız iğne etkisinde ve yatakta geçmiş olacak. Kırk gün boyunca yataktan kalkamayan bir insan nasıl mutlu olur? Hayli mutluyum. Hele ki bu makaleyi altı ay sonra da olsa nihayetinde bitirebilmiş olmanın sevinciyle gelecek yirmi günlük istirahatim de çok keyifli geçecek. “Değdi bu iğneye…” diyeceğim yatakta yirmi gün boyunca…
Şu anda ülkemin geleceği, İslam ümmetinin geleceği ve insanlığın geleceği namına ciddi kaygılar taşıyor olsam da, kendi bireysel musibetlerimin sonunda yaşadığım mutluluk duygularım ülkemin, İslam ümmetinin ve insanlığın da yaşadığı ve yaşayacağı kolektif musibetlerden sonra kolektif bir mutluluk dönemi geleceği hususunda bana ciddi şevk veriyor. Hele ki ölüm sonrası yaşama ve her birimizin bu ölüm sonrası yaşamda eninde sonunda cennetteki dostluk halkasına gireceğine emin olmak, yaşadığım korkulara rağmen yaşam sevincime, ümidime ve mücadele azmime engel olmuyor.
Georg Lukacs’ın epik ve destansı romanın mahiyetine dair temel bir cümlesi vardır: “epik ve destansı roman ‘tüm yaşadığım acılar yaşanmaya değerdi’ diyerek mutlulukla sonlanan eserlerdir.” diye… Hayatımda en az on defa bu cümleleri söyledim: “tüm yaşananlar yaşanmaya değerdi.” Ve bir gün her birimizin bu dünyada ya da ahirette bu cümleleri söyleyeceğine imanım tam. Bu sebeple toplum olarak yaşadığımız hiçbir acı benim şevkime ve gençliğime zarar vermiyor. Ve bu yaşam sevincini tanıdığım tanımadığım herkese bulaştırabilmeyi isterdim. Bu makaleyi bu arzu yazdırıyor.
Saygılarımla…
0 Yorumlar