Ticker

6/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

Esat Arslan: SONSUZ HAYAT KARŞISINDA YAKLAŞMAKTA OLAN KÜRESEL FELAKETLERİN ANLAMI

 

SONSUZ HAYAT KARŞISINDA

YAKLAŞMAKTA OLAN KÜRESEL FELAKETLERİN ANLAMI

Esat ARSLAN

12-14 Nisan 2024

3-5 Şevval 1445

Ben bizi bekleyen felaketlerin, kah suçlarımız için verilmiş bir ceza kah bizi manen olgunlaştırmak için verilmiş zorlu bir eğitim, kah bizi ölüm sonrası bekleyen cennetin yüksek mutlulukların bileşeni olarak anlam kazandığına inanıyorum.

I.                 

BU satırları yıllar önce defalarca şevkle izlediğim Titanic filmini bundan birkaç güç önce tesadüfen parça parça izledikten ve üç gün boyunca ağır mesane ve prostat iltihabıyla boğuştuktan sonra yazıyorum. Bir yandan da etkisi yirmi gün süren iğnemin on üçüncü günündeyim. Yani zihinsel yeteneklerimin ve yazma heyecanımın normal kapasitesinin yarısıyla yazıyorum. Normalde bu yazıyı bir hafta daha bekletmem ve tam kapasiteyle yazmam gerekir. Fakat yazının enerjisi beni öylesine sardı ki, eğer yazıyı bekletsem, her gün uyku ilacı almam gerekecek ve yazıyı yazmadıkça içimdeki enerji daha da büyüyecek. Ben de tam kapasiteyle olmazsa bile bu makaleden bir an evvel kurtulmak istedim.

Normalde iğne etkisindeyken hafif kitaplar okurum ve bu kitaplar da beni enerjiye boğan tefekkürlerime engel olur. Fakat mesanem ve prostatım iltihaplanınca mecburen kitap okumayı bıraktım. Bu iltihap da kolay bir şey değil. Tuvalete koşuyorsunuz, idrar gelene kadar otuz saniye ağır sancı yaşıyorsunuz, sonra idrar parça parça ama azıcık geliyor, daha da ağır bir sancı yaşıyorsunuz, sonra “bitti” diye yatağa gidiyorsunuz, on dakika içinde idrar yine bastırıyor ve altınıza kaçırmamak için bir daha koşturuyorsunuz, yine aynı sancı. Tam üç gün sürdü bu süreç, bu üç gün boyunca toplam yarım saat bile uyuyamadım. Bir süre “bu sana Allah’ın bir cezası mı” diye düşündüm. Kendi kendime sordum: “Şu halinle Allah’tan razı mısın?” “Razıyım” dedim. “Demek ki bir suçun cezası değil, bu musibetin bir hikmeti var.” Üç gün boyunca kitap okuyamadığım için yatakta ruhumu Titanic filmindeki büyük felaketin bende uyandırdığı düşünceler meşgul etti. Nihayetinde antibiyotik etkisiyle hastalığın sancısı bitince bu düşünceler bu makaleye dönüştü.


II.              

Malum gelecek otuz yılımızda bizi Titanic felaketinden daha büyük tehlikeler bekliyor. Küresel bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Türkiye’yle beraber altmış çevre ülkesinin yanında merkez ülkeler de ağır travma yaşıyor bu krizde. Tek çözüm zengin ülkelerden ve sınıflardan fakir uluslara ve sınıflara kaynak aktarmak. Fakat yeryüzüne yön veren güçler bunun tam aksini yapıyor. Rusya’nın 1989’dan 2001’e kadar yaşadığı gibi, ABD’nin 1929’dan 1942’ye kadar yaşadığı gibi, Afirika ülkelerinin 1980’den bugüne kadar yaşadığı gibi bir on on beş yıl belki de bu krizle boğuşacağız. Küresel bir jeopolitik savaşın ortasındayız. ABD ile Rusya-Çin bloku arasındaki savaş Suriye’de başladı, Ukrayna’ya yayıldı. Savaş şiddetini artırarak devam edecek. Yarın neresinin savaş bölgesi olacağını bilmiyoruz. Buna bir de İsrail-Hamas savaşı eklendi, Batı dünyasıyla İslam dünyası arasındaki düşmanlık tedavi edilemeyecek kadar bozuldu. Ve bu durum her iki tarafta da radikalleşmeyi besliyor. Bir yandan da küresel ısınma diye bir felaket bizi bekliyor. Yirmi yıl ila elli yıl arasında küresel sıcaklık eşiği aşacak, kutuplarda buzulları eriten zincirleme bir reaksiyon başlayacak ve yeryüzünde iki üç hafta süren ve ikinci dünya savaşından daha büyük acılar ve travmalar yaşatan bir felaket yaşanacak. Bugün elli yaş altında olan pek çok kimse olarak bu felaketi göreceğiz. Ve buna engel olamıyoruz çünkü tüm tüketimimiz karbon kaynaklı enerji ürünlerine bağlı. Buna karşı da bir önlem alabiliriz, zira yeryüzünde sırf finans akıtılmadığı için hayata geçirilemeyen sayısız proje var küresel ısınmaya karşı. Fakat küresel güçler kendi güç ve kaynak savaşlarına boğulmuş, bu projeleri hiç düşünmüyor bile. Bir de Türkiye’nin ağır bir borç krizi var. Ağır bir Kürt ve göçmen sorunumuz var. Bunlar önlem alınması kolay sorunlar değil. Ve yine Türkiye’yi bekleyen ve ülkeyi hayli sarsacak olan bir İstanbul depremi tehlikesi var. İki kuşak içinde gerçekleşmesi hayli muhtemel… Yani ya biz ya çocuklarımız bu felaketi görecek. Buna karşı da elimiz kolumuz bağlı. Zira bu depreme karşı diktatöryel önlemler almak gerekiyor ve yeni inşaatlar için dışarıdan muazzam bir borç almamız gerekiyor. Zaten borç krizi yaşayan ve demokrasisi hayli sorunlu bir ülke olarak elimizden hiçbir şey gelmiyor. Siyasetçilerin eylemsizliği vurdumduymazlıktan değil, acziyetten.

Bir yandan düşünüyorum: “biz kolektif suçlarımız yüzünden mi bu felaketleri hak ettik?” diye… Aslında bir yandan Türkiye olarak Tanrı’ya karşı suçluyuz. Zira başta Türkiye olarak muhafazakarlarımız tüm yanlışlarını bile bile sırf cemaat taassubuyla ve birikmiş kazanımlarını kaybetmemek için başkanlık seçimlerinde oldukça yozlaşmış AK Parti’yi hükümet yaptı. Bir yandan Kemalistlerimiz hala tek parti döneminde yapılan ve dindarlarda ve Kürtlerde muazzam acılar yaratan yanlışlarla hesaplaşamıyor ve hala okullara faşist bir ruhla yazılmış Andımız’ı sokmaya çalışıyor. Ve bunu tek parti dönemindeki tüm yanlışları bile bile yapıyor. Bir yandan da Kürtlerimiz hala 7 Haziran 2015’ten sonra şehirlerde bomba patlatıp nice sivili öldüren PKK’yla hesaplaşamıyor. Hele ki hepimiz bir trajedinin kurbanı olan göçmenlerimizi bir an evvel ülkeden kovmak istiyoruz. Halbuki onlar bizim misafirimiz. Sadece Türkler olarak değil, dünyalılar olarak da suçluyuz zira doğayı felakete götürdüğünü bile tüketim alışkanlıklarımızdan, konfor arayışımızdan ve büyüme ekonomisinden vazgeçmek istemiyoruz. Yine dünyalılar olarak internet teknolojisi dünya halklarını bu kadar birbirine yaklaştırmışken ve birbirini anlamak için bu kadar olanak sunmuşken bizler kabile, etnik köken ve medeniyet taassubuyla birbirimize düşman olmayı seçiyoruz. Bir yandan da Tanrı tüm dinlerde bizlere fakirlerle yardımlaşmayı emretmişken biz fakir sınıflara ve uluslara kullanılmış mendil kadar olsun yardım etmeyecek bir bencillik içindeyiz. Hele ki tüm dünyayı zehirleyen pornografi ve sanal fuhuş günahının mübtelası olmamış neredeyse kimse kalmadı. Yani aslında Allah’ın nefret ettiği bir yaşam biçimi sürüyoruz Türkiyeliler ve dünyalılar olarak.

Ama bir yandan aslında suçlu değiliz. Zira yirmi birinci asır dünyası olarak ciddi bir fetret dönemi içindeyiz. Bize yirmi birinci asrın dünya görüşünü doyuracak bir dini mesaj sunulmadı şimdiye kadar. Elimizdeki dini birikimin çoğu ne aklı, ne gönlü, ne de vicdanı doyurmaya muktedir. Hepimiz din konusunda kopkoyu bir karanlık içindeyiz.

Bazı sosyologlarımız küreselleşme süreçlerinden sonra kurulan bu yeni dünyaya küresel modernite adını veriyor. Fakat bir çağa modern adını verebilmemiz için o çağda yaşayan bireylerin “eğer gerekli çabayı gösterirsek gelecek daha güzel olacak” diyebilmesi gerekir. Oysa yapılan araştırmalara bakıldığında, gerek Türkiye’de gerek dünyada insanların kahir ekseriyeti “ne yaparsak yapalım, gelecek bundan daha kötü olacak” diyor ve kolektif bir felç hali içinde yaşıyor.

Ben bizi bekleyen felaketlerin, kah suçlarımız için verilmiş bir ceza kah bizi manen olgunlaştırmak için verilmiş zorlu bir eğitim, kah bizi ölüm sonrası bekleyen cennetin yüksek mutlulukların bileşeni olarak anlam kazandığına inanıyorum. Freud da birinci dünya savaşından sonra şöyle dermiş: “savaştan önce insanların hedonizmden ve kabilecilikten başka bir değeri yoktu. Fakat savaşın acısından sonra manen ve ruhen çok daha kaliteli insanlar oldular. “Travma deneyimini çalışan pek çok psikoloğun söylediği gibi ünlü filozof Adorno da “ancak büyük felaketlerin bizlere tattırabileceği çok yüksek mutluluklar vardır. Ben Yahudi soykırımı kurbanlarının cennette bu yüksek mutlulukları tattığına inanıyorum” dermiş.

Ben de önümüzdeki felaketleri önleyebileceğimize inanmaz bir ruh hali içine girdim son birkaç haftada. Fakat insanlık olarak bu felaketlerin bizleri ruhen çok daha olgun hale getireceğine, bu felaketlere karşı mücadelelerimizin sonunda çok daha güzel bir yeryüzü kuracağımıza ve bu felaketler sonunda ölümden sonra bizleri çok yüksek cennet mutlulukları beklediğine inanıyorum. Bir yandan da bu felaket süreci içinde bile mutlu, umutlu ve yaşam sevinciyle dolu yaşamlar kurabileceğimize inanıyorum. Bu makale, cennet ve sonsuz hayat karşısında bugün bizi bekleyen felaketlerin ne anlamı olduğunu teşrih etmek ve bu felaketler bizi beklerken bile mutlu, umutlu ve yaşama sevinciyle dolu hayatlar kurmanın mümkün olduğunu söylemek için yazılmıştır.

III.          

Titanic filminin kadın kahramanı Rose, Leonardo di Caprio‘nun oynadığı Jack Dawson’la yaşadığı muhteşem aşk hikayesini seksen yaşına gelip de ilk defa insanlara anlattıktan sonra uykusunda ölür. Fakat film için bu ölüm bir yokoluş değildir. Zira Rose ölürken rüyasında Titanic faciasında hayatını kaybetmiş tüm güzel insanların balo salonunda onu bekleyen sevgi dolu gözleriye karşılaşır. Rose bu sevgi dolu gözlerin eşliğinde merdivenlerden çıkar, merdivenlerin başında onu sevgilisi Jack Dawson beklemektedir. Film onların tutkuyla öpüşmesiyle sona erer. Yani ahirete inanan bir insan için bu film hüzünlü değil, mutlu bir sonla biter.

Hollywood’da film yapan pek çok senarist Allah’a ve ahirete inanır ve bu inancını filmlerine taşır. Örneğin Cesur Yürek filminin kahramanı William Wallace’ı da işkence altında kahramanca şehit olurken,  İngiliz askerlerinin bir zamanlar öldürdüğü sevgilisi beklemektedir. Gladyatör filminin kahramanı Maximus da Roma diktatörü Commodus’u öldürdükten ve zaferi kazandıktan sonra, aldığı zehrin etkisiyle şehadete  giderken, hayalinde onu Commodus’un öldürttüğü eşi ve çocuğunun mutluluk dolu bakışları bekler.

Yani aslında bu filmler Allah’a ve ahirete inanan bir insan için hüzünle değil mutlulukla biten ölümlerdir. Ve hepimiz bu filmleri izledikten sonra “değdi bu yaşama ve bu mücadeleye… Keşke bizler de bir Jack Dawson, William Wallace ve Maximus olabilseydik” deriz. Bu filmlerden büyülenmemizin ve bu filmleri defalarca izleme arzusu duymamızın sebebi böylesi yaşamların bizim fantezilerimizi süsleyen “yaşanmaya değer yaşamlar” olmasıdır.

Çağdaş kapitalist dünya bizleri haz peşinde koşan, acıdan kaçan ve ölümden sonuna kadar korkan insanlar haline getirdi. Fakat bizler de aslında zorluklarla boğuştuktan sonra zaferler kazanan, yüksek idealler peşinde ölmeye değer bir ölümle ölmek isteyen ve cennette sonsuz mutluluğu özleyen varlıklarız.

Önümüzde büyük felaketler olduğunu artık kesin olarak biliyoruz gibi. Sanıyorum, bu felaketler, belli kırılma noktalarından sonra, aynı coronavirüs salgınında ve Kahramanmaraş depreminde olduğu gibi, pek çoğumuzu hedonist temellerde kurulmuş yaşam biçimlerinden vaz geçmeye ve yüksek idealler peşinde mücadele etmeye sevk edecek. Belki pek çoğumuz bu süreçlerden ruhen ya da bedenen yara alarak ya da ölerek çıkacak. Hayatta kalanlarımızın pek çoğu ağır sarsıntılar yaşayacak. Fakat kurulacak yeni dünya, sanıyorum, çok olgun bir dünya olacak ve ölenlerimizi ancak ve ancak yaşanmış felaketlerin insana tattırabileceği çok daha yüksek mutluluklar bekleyecek cennette. Ve eğer Allah’a ve ahirete inanıyorsak, hepimiz eninde sonunda “değdi tüm çektiklerimize” diyeceğiz.

IV.          

1976 yılında doğdum. 2006 yılından 2017 yılına kadar dünyanın sorunlarını okurdum. Fakat genelde ilahiyat ve felsefenin sorunları hakkında yazardım. Hayatımı bilenler bilir, makalelerimde de ara sıra yazmışımdır, 2010 yılından 2017 yılına kadar yaşadığım çok ağır bir felaket var. Ağır bir itibar kaybına uğramış, kişilik parçalanması yaşamış ve yedi yıl boyunca şizofrenik, paranoid, erotomanik, anoreksik ve hipokondrik ataklarla boğuşmuştum. Ve sürekli anksiyete hali içindeydim. Çok zorlu geçen bu yedi yılın sonunda psikoterapi klasikleri okumuş, Kuran’ı ve Bediüzzaman’ı da bir ilahiyat kitabı olarak değil de, birer psikoterapi klasiği olarak okumayı öğrenmiş ve ibadete başlamıştım. Altı ay içinde tüm sağlığıma, ruhsla bütünlüğüme ve mutluluğuma kavuşmuştum. Yedi yıllık acılarım artık benim etrafımdakileri güldürerek anlattığım, bana da şimdiki hayatımda neşe, umut ve yaşama sevinci veren maceralara dönüşmüştü. Bu süreçte ilahiyatın sorunlarını da büyük oranda çözmüş, artık insanlığın ve ülkemin sorunlarıyla boğuşmak isteyen bir ruh haline girmiştim. Çünkü yukarıda saydığım tüm gelecek felaketlerin farkındaydım ve en başta yeğenlerim genç kuşakların geleceği adına çok korkuyordum.

Ben bu dönüşümü yaşadıktan ve ruhsal sağlığıma büyük oranda kavuştuktan sonra bir buçuk yıldır görüşmediğim psikoterapistimle görüştüm. Beni çok kötü göreceğini sanıyormuş. Fakat oldukça mutlu ve sağlıklı görünce çok şaşırdı ve çok mutlu oldu. Ona kafamdaki projeyi anlatınca “kendine rasyonel bir misyon çizmişsin. Bizim psikoterapist olarak görevimiz seni bir misyonda desteklemek ve bu çabanın senin ruhsal sağlığını bozmasına izin vermemektir” demişti. Ben de bu söz üzerine yeni misyonuma daha da sıkı yapışmıştım. 2017 yılından sonra yazılmış tüm kitaplarım insanlığın geleceğine dair ıstıraplarımın eseridir.

Fakat girdiğim bu yeni macerada, insanlığın ve ülkemin sorunlarıyla bir kurtarıcı gibi boğuşmak beni bazen darmadağın ediyordu. Pek çok sorun ya çözümsüzdü ya da kolektif bir seferberlik hali gerektiriyordu ki kimse de bu kolektif seferberliğe girecek ruh hali yoktu.

Neyse sonrasında eski psikoterapistimle baba-oğul gibi olduğumuz ve bu ilişki biçimi de psikoterapiyi imkansız hale getirdiği ve mutat heyecan ataklarıma bir çözüm bulamadığımız için yeni bir psikoterapist bulduk kendimize. Ve ben hayatımın başından ve 1998 yılındaki ilk atağımdan beridir yaşadığım her şeyi yeni psikoterapistime kendim için de taze gözlerle anlatmaya başladım. Ésen şimdiye kadar çok başarılı bir psikoterapi geçirmişsin” dedi ve tedaviye başladı. O da ilk psikoterapistim gibi ilaç kullanımında benim entelektüel yeteneklerime zarar gelmesine izin vermiyor  ve bana çok değer veriyor. Benim dört yüz sayfalık bir kitabımı da şevkle okudu “ve sen çok saygıdeğer ve büyük bir aydınsın” diyor bana. Ben ondan çok şey öğreniyorum, o da benle sohbetlerden çok şey öğrendiğini söylüyor.

Her neyse… Bu yeni psikoterapistim son görüşmemizde bana şöyle söyledi: “Esat! Sen büyük bir entelektüelsin ama bu sana yetmiyor. Dünyayı tek başına radikal bir biçimde değiştirmek istiyorsun bir kurtarıcı gibi… Dünyanın ve ülkenin başına gelecek tüm felaketleri tek başına önlemek istiyorsun. Bu günümüz dünyasında imkansız. Yaşayan dünya ölçekli entelektüellere ve devlet adamlarına bir bak. Hiçbirinin buna gücü yetiyor mu? Burada başarısızlığı kabul etmeli, bu felaketlerine önlenemeyeceği gerçeğiyle yüzleşmeli ve bir müddet kayıp ve yas duygusuyla boğuşmalısın. Sen yazılarınla hayatına dokunduğun ve katma değer yarattığın insanlara olan katkıyla keyif almayı öğrenmelisin. Bu küçük mutluluk sana yetmeli.”

Mantıklı düşününce psikoterapistim haklıydı. Bu felaketleri önleyemeyecektik. Ve Ben bir kurtarıcı gibi tüm dünyayı radikal bir biçimde dönüştüremeyecektim. Ya biz ya da çocuklarımız tüm bu felaketleri göreceklerdi. Bir müddet durumu tamamen kabullendim. Ve Allah’la sohbet içinde ahireti de düşünerek insanlığın ve gelecek kuşakların maceralarına baktım ve ahireti düşününce tüm bu gelecek felaketlere rağmen içim huzurla doldu. “Ama” dedim, “eğer insanlığın ve ülkemin sorunlarıyla uğraşmayı bırakırsam, bu sefer küçük dünyamdaki sorunlar gözümde büyüyecek “aman yeğenlerim bir gün uyuşturucu bağımlısı olur mu, aman yeğenlerim bir gün intihar eder mi?” gibi sorunlara kafayı takacağım bu sefer. Bu felaketleri önleyemeyecek olsam da yine insanlık ve ülkem için bir şeyler yapmalıyım. Bu süreçte danıştığım bir dostum da aynı şeyleri söyledi: “Bizim geleneğimizde ateşe atılan Hazret-i İbrahim’e su taşıyan karınca hikayesi vardır. Söndüremeyeceğini bilse bile ‘Allah’a görevimi yerine getirdim’ diyebilmek için taşımış bu bir gıdım suyu.” Ben de karınca gibi bu bir gıdım suyu taşımak için yaşamalıydım. 

Aslında bu başarısızlık durumunu bir kez daha tam olarak kabullenmiştim. Kahramanmaraş depremi sonrasında yaşadığımız ağır felaketin ortasında yatağıma uzanmış, hayatın tüm anlamını kaybetmiş bir halde boş boş üç gün boyunca duvara bakmış ve şunları düşünmüştüm: “gelecekte seni büyük bir ekonomik kriz, büyük bir Kürt ve göçmen sorunu, büyük bir İstanbul depremi, büyük bir jeopolitik savaş ve küresel ısınma bekliyor. Bundan sonra yaşayacağın her gün cehennem. Bunun telafisi yok. İntihar edersen cennete gideceksin. Ve bu dünyada gözlerin kapanacak, bir saniye içinde cennette gözlerin açılacak ve tüm sevdiklerin senden sonra dünyada büyük acılar yaşamış olsa da, o acıların hiçbirine şahit olmayacaksın. İntihardan sonraki bir saniye içinde Cennette gözlerin açıldığında, tüm sevdiklerini cennette mutlu halleriyle göreceksin. Yani hiçbir acın kalmayacak. İntihar etmeyi istiyor musun?” Yatakta duvara bakarak ve bu sorunun cevabı üzerine düşünerek geçen bu üç günün sonunda birden bire “hayır! İntihar etmeyeceğim. Ben kendi şahsi travmalarımdan mutluluk ve umut devşirebilmiş bir insanım Allah’ın yardımıyla…. Önümüzdeki otuz yıllık cehennemde insanlara ve sevdiklerime umut aşılamaya çalışarak hayatımı geçireceğim” demiş, yataktan hızla kalkmış, birkaç gün boyunca Bediüzzaman’ın hayatıma mutluluk ve umut getiren eserlerini tekrar okumuş, bir süre tefekkür ede ede namaz kılmış ve eski mutlu, umutlu ve şevk dolu hayatıma ve mücadeleme geri dönmüştüm.

Psikoterapistimin “kaybı ve yenilgiyi kabul etmelisin. Bunun yasını tutmalısın” demesiyle beraber yenilgiyi kabullendikten sonra da girdiğim tefekkür sürecinin sonunda “en azından dokunabildiğim insana kadar dokunur, onlara kendi deneyimiminden, ahiret inancımdan ve Kuran’dan ve kutsal kitaplardan öğrendiklerimden hareketle felaketlerin ve travmaların insana kattığı değeri anlatır, dokunabildiğim her insana bu felaketlere doğru giderken ya da bu felaketler yaşanırken yaşama sevinci ve umut aşılamaya çalışarak ömür geçiririm” diye kendi kendime söz vermiştim.

Varoluşçu psikoterapiin münşii Victor Frankl, temel düşüncelerini ikinci dünya savaşında Almanların toplama kamplarında geliştirdi. Ona göre hepimiz hayatımızda travmalarla ve acılarla boğuşmak zorunaydık. Fakat ne k adar ağır olursa olsun travmaları ve acıları atlatmanın ve travma sonrasında daha yüksek mutluluklar yakalamanın yolları da vardı. Her şeyden önce acılarımızın metafizik olarak ve Tanrı katında bir değeri olduğunu bilmeli ve bu travmanın sonunda ahirette bizi kalıcı bir mutluluğun beklediğine inanmalıydık. Fakat bu yetmezdi. Yaşadığımız acıyı bu dünyayı, kendi çapımızda olsa da, cennete çevirmeye yönelik bir projeye bağlama yeteneği kazanmalıydık. Ben son yedi yıldır insanlığın ve ülkenin sorunlarıyla boğuşurken yaşadığım acıları bir projeye çevirme yeteneğimi yitirdiğimde müthiş bir anlam krizi yaşıyorum. Fakat bu acıdan insanlığa katkı sunacak bir makale çıkarmayı becerebildiğim zamanlarda kendime geliyorum. Dostlarım beni pek çok zaman neşeli görürler. Çünkü insanlığa ya da toplumuma katkı sunacağına inandığım bir proje peşindeyimdir. Bazen de çok kederli görürler. Çünkü içimdeki acıyı bir projeye dönüştürmem imkansız hale gelmiştir. Bugün anlam krizi yaşayan ve hayatının boşu boşuna gittiğine inanan dostlarıma da, kendilerine topluma, ülkeye ya da insanlığa faydalı olacak bir proje bulmalarını ve bu proje peşinde koşmalarını öğütlerim. Hayatlarının nasıl kaliteli hale geldiğini ve içlerini nasıl bir neşe kapladığını göreceklerdir. Temin ederim.

V.              

Ortaçağ’ın sonunda Avrupa’da bir veba salgını yaşandı ve Avrupa nüfusunun üçte biri bu salgında telef oldu. Bir yandan da Avrupa o dönemde Batı’da Endülüs, Doğu’da Osmanlı tarafından İslam kuşatması altında yok oluş korkuları yaşıyordu. Ve ellerindeki hurafe din bu dünyanın acı ve kederle dolu bir şeytan toprağı, insanın şeytanın esiri, günahkar ve sefil bir varlık olduğunu vaz ediyordu. Bu dönemde Petrarca ve birkaç arkadaşı İslam’ın iki dünya saadeti felsefesini keşfetti. Yine İslam’dan, insanın Tanrı halifesi ve aynası olarak kutsal bir değere sahip olduğu düşüncesini öğrendi. Bir yandan da Antik Yunan ve Roma’nın yeryüzünü cennete çevirmeye odaklanmış hayat felsefelerini yeniden hatırladı. Ve ölmüş Avrupa’ya bir gençlik ruhu aşıladı. Petrarca’nın liderliğinde Rönesans hümanistlerinden sonra Avrupa bambaşka, son derece genç ruhlu ve taptaze bir çehre kazanacaktı. Çünkü onlar Avrupa toplumuna birinci dünya savaşına kadar asırlarca sürecek bir mutluluk idealini ve umut fikrini hediye ettiler.

Bugünkü felaketleri beklerken, yine dünyanın mutluluğa izin vermeyen acı ve keder dolu bir yer olduğuna inanıyoruz. Ve insanı evrim kuramı, psikanaliz ya da sosyoloji bilimi altında herhangi bir özgürlüğü ve kutsallığı olmayan bir atık, evrenin tesadüfen ortaya çıkardığı bir yan ürünü olarak kavrıyoruz. Dünyamızı eninde sonunda güzel bir yere dönüştüreceksek, Rönesans hümanistlerinin ruhuna yeniden ihtiyaç duyuyoruz.

Rönesans hümanistleri sanıldığının aksine Allah’ı ve ahireti asla reddetmediler. Aksine her iki metafizik inanca da sonuna kadar bağlılardı. Ve yeryüzü mutluluğu adına zorluklarla mücadele ederlerken Allah’ın inayeti altında olduklarına ve idealleri için zahmet çekerlerse ahirette onları cennetin beklediğine dair inançları tamdı.

Çağımız Allah’ı ve ahireti reddeden çok seküler bir çağ. Ve Allah ve ahiret yoksa insana hedonizm peşinde koşmaktan başka bir yaşam felsefesi kalmıyor. Zira idealler için mücadele etmek bu çağda Don Kişot’un yaşadığı deliliği yaşamaktan başka bir anlama gelmiyor. Oysa on dokuzuncu asırda, Batı’da, Tanrı ve ahiret kolektif olarak reddedilmeden önceki her çağda, kendi toplumunu cennete çevirenler hep Allah’a ve ahirete inanan insan gruplarıydı.

Örneğin Roma köyünü bir cihan devletine Stoacılar: “Tüm evreni kuşatan bir tanrısal bilgelik ve merhamet vardır. Ve içimizde Tanrısal ateşten bir kıvılcım vardır. Bize düşen bu kıvılcımı etrafa ışık saçan eksiksiz bir ateşe çevirmektir. Tanrım! Gücümüzün yetmediği yerde senin bilgeliğine ve rahmetine güvenmeyi bizlere öğret. Tanrım! Gücümüzün yettiği yerde sorumluluktan kaçmamayı bizlere öğret. Sen dünyada kötülük diye bir şey yaratmadın. Aksine bizlere daha erdemli insanlar olmayı sağlayacak fırsatlardır sıradan insanların kötülük dediği… Bizlere musibetlerle bu ruhla boğuşmayı öğret. Ve ölüm bizim için bir yok oluş değil. Tanrım! Ölünce sana kavuşacağız. Bizlere güzel idealler namına onurlu bir biçimde ölmeyi lütfet.”

Bugünkü felaketler karşısında da insanlık bu Stoacı ruhla düşünebilir ve yaşayabilseydi, her şeyi çok daha sancısız atlatırdık aslında. Fakat daha önce de dediğim gibi bunu başarabilmek için, dini, yirmi birinci asır dünya görüşünü doyuracak bir biçimde yeniden ifade etmemiz gerekiyor.

Yahudi halkının Mısır’da asırlarca yaşadığı acılardan ve felaketlerden mutluluk ve umut devşirebilen Hazret-i Musa’nın Tevrat’ı da böylesi bir vizyonun ürünüydü. Kuran’ın deyimiyle asırlarca Mısır’da felaket üstüne felaket yaşadıktan sonra, Musa onları Firavun’un zulmünden kurtarmış, onları Tih çölünde ‘gamam’ bulutu altında ‘menn’ ve ‘selva’ ile beslemişti. Gamam, gamlar ve kederler demektir. Menn geleceğe yönelik temenniler ve ümitler demektir. Selva ise geçmiş acılara yönelik teselliler anlamına gelir. Yahudi halkı ancak ve ancak yaşamış olduğu büyük felaketlerin eğitimiyle Tanrı sevgilisi olacak bir kutsanma ve mutluluk haline kavuşabilirdi. Tevrat Yahudilere bu geçmiş acıların, yani gamam bulutunun, nasıl olup da yüksek mutlulukların bileşeni olduğunu öğretmişti. Yani Tanrı Yahudi halkına bu gamam’dan menn ve selva yağdırmıştı. İşte bu teselli, umut ve kutsanmışlık duygusudur ki, Yahudiler asırlarca başka kavimler tarafından hor ve hakir görüldükleri halde Tevrat’ı bırakmadılar. Ve zahiri okunduğunda ne kadar bilimle çeliştiğine inanılırsa inanılsın, Yahudiler Tevrat’ı sembolik olarak tefsir etmeye devam edecek ve Tevrat’ı ilelebet bırakmayacaklar.

Ben de kişisel olarak bazen aklımla çatışmaya düşse de, Kuran’ın bilinçdışıma kazıdığı teselliler, ümitler ve kutsanmışlık duygusu vesilieliğiyle on sekiz yıldır Kuran’ı elimden bırakamıyorum.

VI.          

Fakat dediğim gibi felaketlere rağmen mutlu ve umutlu yaşamak istiyorsak ahiret inancı temel bir bileşendir. Zira ahirete inanmayan bir insanı bekleyen son, tüm sevdiklerini yitirdiği bir yok oluştan ibarettir. Ve ahirete imanın yokluğunda ölüm travmasıyla baş edebilmek mümkün değildir. Ayrıca ahirete imanın yokluğunda insanlık tarihindeki pek çok travma da ilelebet tesellisiz kalır. Örneğin ahirete inancın yokluğunda Yahudi Soykırımı İsrail oğullarını sürekli kolektif bir travma içinde tutar. Sürekli bu telafisiz acıyla boğuştuğu için bir türlü ruhsal sıhhatine kavuşamaz İsrail toplumu. Tevrat’a inanmayan Siyonistlerin ruh hali budur.

Acı nedir bilmeyen genç Buda, peygamber olma yolculuğunda hastalığı, ihtiyarlığı ve ölümü keşfeder ve bu acıları öğrenmek onun ruhunu travmatize eder. Yıllarca tefekkürden sonra bir gün aydınlanır ve insanın bu acıların anlamını anlamasının ve bu acılarla barış içinde kalıcı bir mutluluk deneyimi, yani Nirvana’ya erişmenin yolunu keşfeder. “Bencil kafalarla ve bencil arzularla düşünmeyi bırakın” der Buda… Ruhunuzda derinleşin. Ruhunuzun derinlerine inmek sizleri tüm evreni kuşatan ve Her şeyin Başı-Sonu-Dış Yüzü ve İç Yüzü olan Mutlak Bilinç’le özdeşleşmeye götürecek. Yaşadığınız sınırlı acının kozmik varoluşunuzun bütünlüğünde nasıl yüksek bir mutluluğun bileşeni olduğunu anlayacaksınız ve acıdan tamamen kurtulacak, bu dünyadaki ölümünüzden sonra da süren ezeli ve ebedi bir mutluluk haline kavuşacaksınız.

Buda bireysel acılardan hareketle felaketlerin anlamını keşfeder. Yirminci yüzyılda ise Bediüzzaman toplumsal felaketlerden hareketle aynı gerçeği… Yani tüm acı felaketlere rağmen, hatta tam da bu acılar sayesinde ölümden sonra da süren kalıcı bir mutluluk haline kavuşmak mümkündür Bediüzzaman’a göre…. Kendisi birinci dünya savaşında hayallerini adadığı Osmanlı devletinin paramparça olduğunu görmüştür, en yakın talebelerini savaşta yitirmiştir ve üç yıl umutsuz bir esaret hayatı yaşamıştır. Tüm bu süreçlerin sonunda İstanbul‘a döndüğünde, ağır bir depresyon geçirmiş, Kuran’ı ve tasavvuf klasiklerini yeni gözlerle okumuş ve buradan yepyeni bir yaşam felsefesi türetmiştir. Gramsci “toplumsal ütopyaya giden uzun yolda ütopyayı bugüne getirmek ve gündelik ve bireysel yaşamlarımızı; hastalık, ihtiyarlık, ölüm, dostluk, meslek, musibet, aşk, çocukluk, oyun vs felsefemizi mutlulukla doldurabilmek gerekir, hegemonya kurmak için” der. Bediüzzaman gündelik hayatın tüm bu boyutlarını mutluluk ve umutla doldurabilmiştir.

Bediüzzaman’ın vekili olan en yakın talebelerini görme şansım oldu: Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayramoğlu… Siyaset, ekonomi, jeopolitik, sosyoloji, ilahiyat, felsefe…. Bunların hiçbirini bilmezlerdi. Ama hepsinin gözleri Bediüzzaman’ın verdiği bilgelik sayesinde kutsanmış bir mutlulukla parlardı. Okyanus kadar derin, billur kadar şeffaf bir yaşama sevinci akardı bakışlarından. Vekillerinden sonuncusu Hüsnü Bayramoğlu birkaç yıl önce vefat etti. Bedeni ihtiyardı ama ruhu taze genç gibi aşk ve şevk doluydu. Ve ölünce üstadına kavuşacağına inandığı için çok mutluydu. Etrafıyla sürekli paylaşıyordu bu umudu. Ölmeden önce hala şevkle Bediüzzaman’ın risalelerini okuyor, okutuyordu. Bediüzzaman’ın son talebelerinden Suad Alkan ise hala yaşıyor. Benim de dostum. Seksen yaşlarında. Fransa’da felsefe doktorası yapmış çok kültürlü de bir insan. Onun da bedeni oldukça yaşlı ama hala taze genç ruhu taşıyor. Ve ölünce üstadına ve çok sevdiği dostu Şerif Mardin’e kavuşacağına inandığı için ölümü aşkla bekliyor. “Zahmet bitecek, esenlik kalacak,” diyor ölümden sonra…. Kendisiyle tüm bunları konuşabilirsiniz ölmeden önce…

Gandhi otuz yedi yıl boyunca İngilizlerle savaştı ve defalarca toplumsal felaketlerle boğuştu. Onun söylediği bir söz var: “Ne zaman mücadelemde yıkım ve travma yaşasam kutsal kitabımız Bhagavad Gita’yı elime alır baştan sona okurum. Ve tüm enerjimi, mutluluğumu ve umudumu yeniden kazanır, mücadeleme geri dönerim” der… Bahagavad Gita da, Kuran gibi, hak bir dinin kutsal kitabıdır. Onu güzel tefsirli tercümeleri de var. Bu kitabı okuyunca Gandhi’yi tasdik edeceksiniz. Bediüzzaman’ın bazı temel risaleleri de benim için böyledir. Umudumu tamamen yitirdiğimde birkaç gün bunları okur ve yaşam sevincime ve mücadele azmime yeniden kavuşurum.

VII.       

Tüm felaketlere rağmen bu insanlarda mutluluğu, umudu, gençliği ve yaşam enerjisini korumalarına vesile olan şey, tüm bu kutsal kitapların hayatın merkezine ahiret inancını ve ölüm sonrası hayatta, eğer doğru yaşarsak, bizleri ebedi bir mutluluğun beklediği düşüncesini temel almaları. Fakat hayata böylesi umutlu bir sarılış sadece dinlerin bu bilgeliğini hakkıyla kavramış insanlarda gerçekleşmiyor. Üç örnek üzerinden derdimi anlatayım.

Yakın bir dostum var. Çok başarılı ve zengin bir iş adamı. Çok prestijli bir mesleği var. Bu yaşına geldi, tavlamadığı güzel kadın kalmadı. Fakat hayatının boşu boşuna ve anlam yoksunu bir halde gittiğini söylüyor. Bu dostum Tanrı’ya ve ahirete soyut olarak inanıyor olsa da somut yaşamında seküler değerler hükmetti, dinlerin bilgeliği değil.

Başka bir dostumsa bizim evimize temizliğe gelen elli beş yaşlarında bir kadın. İlkokul eğitimi bile yok. Kadiri tarikatına samimiyetle bağlı çok delikanlı ruhlu biri. Borç batağında yüzdüğü için bu yaşında temizlikçilik yaparak geçiniyor. Beni oğlu gibi seviyor. Kahvaltısını ve öğle yemeğini ailemle beraber yapıyor. Ben de bazen oanlarla beraber, bazen odamda onların sohbetlerine katılıyorum. Bu ablam tüm bu kötü koşullarda yaşamasına rağmen hayattan oldukça keyif alıyor.

Başka bir dostumsa bize iki durak ötedeki manavdan her gün meyve sebze getiren Irak göçmeni bir genç. On sekiz on dokuz yaşlarında. Dokuz yaşından beri tanıyoruz bu çocuğu. Çok dindar. Okuma yazması yok. Yedi kardeşli ailesiyle ısıtması olmayan bir evde yaşıyor. Ailesine katkı sunduğu için taşımacılık işindeki zahmetin Allah katında değerli olduğuna inanıyor. Ve işini şevkle yapıyor. Onunla bazen sohbet ediyorum. Kalbi sevgi, mutluluk ve umut dolu. İçinde yaşadığı kötü şartlar onun ruhsal esenliğine mani olmuyor.

“Hangi dostun hayattan daha çok zevk alıyor” diye soracak olursanız size kesin olarak diyebilirim ki temizlikçi ihtiyar dostum ve manavda taşımacılık yapan genç dostum, benimle aynı yaşlarda olan başarılı iş adamı olan dostumdan çok daha fazla yaşam sevincine sahip.

Victor Frankl’ın acı, acının metafizik ve ölüm sonrasına ait değeri ve acıyı bu dünyada bir projeye çevirme deneyiminin insanı nasıl mutlu ettiğine dair fikirlerini aktarmıştım. Bu fakir dostlarımı zengin dostumdan çok daha fazla yaşam sevincine sahip kılan etmen bu düşüncelerde aranmalı.

Ünlü düşünür Charles Taylor Seküler Çağ adlı kitabında yeryüzü ölçekli ekonomik eşitsizliği tartışıyor ve biraz tahrif edersek şöyle diyor: “Batı bu kadar refah ve konfor içinde yüzerken, Afrika halklarının fakirliği içimi acıtıyor. Fakat Batı dünyası manen bir boşluk içinde yaşıyor ve Batılılar hayatlarının boşuna boşuna yaşanmış hayatlar olduğunu düşünerek esef içinde ömür geçiriyor. Oysa sekülerleşmemiş ve Allah’ı ve ahireti kaybetmemiş fakir Afrikalıların yaşam sevinci bizden daha yüksek. Bu ekonomik eşitsizlik içimi parçaladığında, kendimi böyle teselli ediyorum.”

Ünlü filozof Bergson da Ahlakın ve Dinin İki Kaynağı adlı şaheserinde “keşke maddeye tapan insanlar sonsuz yaşama inanmanın ve bu inancı hayata geçirmenin insanın bu dünyadaki hayatına nasıl kalite kattığını bilseydi” diyor. Ben de kendi hayatımdan ve dostlarımda gözlediklerimden hareketle aynı cümleyi söyleyebiliyorum. Ahiret inancını soyut bir inanç olarak değil, yaşam geçirilmiş bir proje olarak somutlaştırmak, insanın bu dünyadaki yaşamına muazzam bir gençlik ve enerji katar.

VIII.   

Sonsuz yaşam kesin olarak vardır. Ve bu asla bir soyut inanış değildir. Aksine kainatın işleyişinde bunun sayısız kanıtı vardır. Ben sadece birkaç delili sunayım:

Birinci kanıt, insan bilincinin ve hafızasının kaynağı… Bu kanıtı biraz tahrif ederek Bergson’dan alıyorum. Materyalist bilim ve felsefe insan bilinci ve hafızasında tıkanıp kaldı. Maddeden ve materyalist temellerde anlaşılmış bir beyinden hafızanın h’sini ve bilincin b’sini bile türetemiyoruz. Bu imkansızlığı görmek için Adam Zeman’ın tüm bilinç kuramlarıyla hesaplaştığı ve bilincin materyalizm için ilelebet açıklanamaz bir gizem olarak kalacağını ispatlayan Bilinç: Kullanım Kılavuzu adlı kitabına bakabilirsiniz. Oysa bilinç ve hafıza kendi kendini yaratmadığına göre onun bir kaynağı olmalı. Ve bu kaynak bir benlik ve özne olmalı. Ayırca bu benlik hafızayı yaratabildiği için zamana hükmedebilmeli, zaman üzerinde tasarruf edebilmeli yani zamanın üstünde olmalı. Ayrıca zamana hükmeden bu benlik bu hafızayı beyne yerleştirdiği için beynin kılcallarına kadar madde üzerinde hükümran olmalı. Kısaca bu özne kusursuz bir roman yazarı gibi insana içeriden ve dışarıdan, ruhuyla ve bedeniyle hükmeden bir Tanrı olmalı. Dostoyevski kendi yarattığı kahramanı olan Raskolnikov’a ne kadar tutkuyla bağlıydıysa ve onu yok etmek için yaratmadıysa, zamana hükmeden Tanrı da hafıza ve bilinç sahibi bu kahramanı yok etmek için değil, ona sonsuz bir yaşam vermek için yaratmalı.

İkinci bir kanıt bedenin anatomisi ve fizyolojisi, yani insan organizmasının parçalarının takım arkadaşı gibi birbirine yardım etmesi ve bir sanat şaheseri gibi bir biçime sahip olması gerçeği. Bu kanıtı da yine Bergson gibi Allah’a ve ahirete sımsıkı inanan Kant’tan biraz tahrif ederek alıyorum. Bütün biyoloji ve evrim kitaplarını okuyun. Canlı organlarının nasıl bir dinamikle bir bütün oluşturacak şekilde ve sanki “biri hepsi için ve hepsi biri için” bir takım arkadaşı olarak yardımlaşabildiği hususunda sessiz kaldıklarını görürsünüz. Ünlü biyolog Evelyn Fox Keller’ın çığır açan Genin Yüzyılı adlı kitabında dediği gibi “dışarıdan bedene hükmeden bilinç sahibi bir tasarımcının varlığında bu durum mümkündür. Fakat bu tasarımcıyı varsaymadığımızda, bu hususu açıklamak için ağzımızı açıp anlamlı tek kelime bile edemiyoruz.” İşte bedeni her uzvuyla böylesine sanatkarane ve gayelerle ve hikmetlerle donatan tasarımcı, yani Kozmik Heykeltraş olarak Tanrı bu muhteşem heykeli yok etmek için yaratmış olamaz. Her uzva sayısız gaye veren Tanrı bu bedenin bütününü gayesiz ve hikmetsiz yaratmış olamaz. Michelangelo nasıl Davud heykeline tutkuyla bağlıydıysa ve gücü yetse bu heykeli sonsuza kadar yaşatmak isteyecektiyse, muhteşem bedenlerimizi var eden kozmik heykeltraş  olarak Tanrı da bu bedene sonsuz bir hayat vermek istemektedir.

Üçüncü bir kanıt ekosistemden… Ekosistem bildiğimiz tüm fizik ve kimya yasalarını aşarak belli dengeleri ve döngüleri sürekli tekrarlayarak dünyadaki yaşamı ayakta tutmak üzere seferber olmuştur. Bunu Lovelock’un çığır açan Gaia Hipotezi adlı kitabında görebilirsiniz. Bildiğimiz fizik ve kimya yasalarıyla sınırlı olsaydı ekosistemin iki ay içinde çökmesi ve yeryüzünde yaşamın sona ermesi gerekirdi. Böyle olmuyor. Demek ki hayatı koruyan yani kendisi Hayat sahibi ve Kayyum olan ve hükmü yeryüzünün bütününe geçen bir güç, yani Tanrı ekosistemi yaşamı korumak üzere seferber ediyor. Yaşamı bu dünyada koruyan Tanrı, demek ki, bir anne gibi canlı varlıklara ihtimam gösteren bir merhamete sahip. Ve çocuğuna ihtimam gösteren bir anne nasıl çocuğunu yok edemezse, ekosisteme hayat veren merhametli bir Anne olarak Tanrı da yeryüzünün çocuklarını yok oluşa terk edemez.

Dördüncü bir kanıt yine bildiğimiz tüm fizik ve kimya yasalarından taşar bir şekilde anne rahmindeki ceninin bir bebek olarak gelişme sürecidir. Fizik ve kimya yasalarımız bu hususta da aciz kalıyor. Ve yine bebeği içeriden ve dışarıdan kuşatan ve bebeğe ihtimam gösteren son derece merhametkar bir kudrete ve kozmik bir bilince referans göstermeden bebeğin ana rahmindeki gelişimini açıklayamıyoruz. Ve bu kudret ve merhamet, yetişmesi için bu kadar ihtimam gösterdiği bir varlığı yok oluşa terk edemez. Bu hususu etraflı bir şekilde “İlkokul Mezunu Annem Aristoteles’ten Daha Büyük Bir Metafizikçi ve Doğa Filozofudur” adlı makalemde şerhetmiştim. Bu makaleye müracaat edebilirsiniz.

Sonsuz yaşama doğadan getirilebilecek başka bir kanıt tüm ilkel dinlerin bildiği üzere mevsim döngüsüdür. Baharda yaşam başlar. Kışın yaşam yok olur. Ve sonraki baharda yeni bir diriliş başlar. Bu yeni diriliş öylesine hassas ayarlıdır ki, kışın ölmüş ve parçalanmış canlıların parçaları çerçöp olmaz, toprak altındaki bakteriler bu parçaları yeni yaşamın ve yeniden dirilişin malzemesi haline getirirler. İşte ikinci baharda ölümden sonraki yeniden dirilişi yaratan kozmik güç, insanları da bu dünyada öldükten sonra ikinci dirilişe taşıyacak anlamına gelir bu.

Sonsuz yaşama kainattan getirebileceğim altıncı ve son kanıt ise gezegenlerin ve yıldızların yörüngelerindeki ahenkli dansıdır. Gezegenler güneş etrafında döner. Ve gezegenler için her turun sonu yeni bir başlangıcın ilk adımıdır. Ve yıldızlar galaksiler etrafında döner. Orada da her turun sonu yeni bir başlangıcın ilk adımıdır.  Yine her son yeni bir döngünün başlangıcıdır. Bildiğimiz fizik ve kimya yasalarına göre bu gezegenler ve yıldızlar ya saçılıp savrulmalı ya da güneşe ve galaksinin merkezine doğru çöküp yok olmalıydı. Fakat bildiğimiz tüm fizik ve kimya yasalarına aykırı olarak gezegenler ve yıldızlar hep bir dönüş içinde hareket ediyorlar. Her son yeni bir başlangıcın tohumunu bağrında saklıyor. İşte evreni böylesi döngülerle yaratan kozmik güç olarak Tanrı, evrenin ölümünden sonra da evrene yeni bir başlangıç yaptıracak diye kesin bir tümevarıma götürüyor bizi.

Yeniden dirilişe dair doğanın sunduğu akli kanıtları daha etraflı etüt etmek isteyen okur, muhakkak Bediüzzaman’ın estetik bir şaheser niteliği taşıyan Haşir Risalesi’ni etüt etmelidir.




IX.          

Kısa konuşursak… Doğadaki her sahne, bizlere, bizleri ölümden sonra sonsuz bir yaşamın beklediğini gösteriyor aslında. Yeter ki gözlerimizi materyalist bilimlerin sınırlı gözlükleriyle kör etmeyelim. Ve sonsuz yaşam varsa, her birimizi dünyanın en kötü insanları da olsak cezalarımızı çektikten ve gerekli eğitimi aldıktan sonra sonsuz bir mutluluk ve cennet bekliyor.

Eğer Tanrı sevmeseydi kimseyi yaratmazdı, Hitler’i ve Ebu Cehil’i bile… Ve eğer Tanrı sonsuza kadar işkence edeceğini bile bile Hitler’i ve Ebu Cehil’i yaratmış olsaydı, bu onun adaletine ve merhametine engel olurdu. Ayrıca sonlu bir hayatta insan sonsuz azabı hak edecek bir suç işlemiş olamaz. Bu yüzden cehennemdeki azap sonludur. Hitler ve Netenyahu gibi insanlığı felakete sürüklemiş bazı insanlar için beş yüz bin sene sürecek olsa bile, kişi gerekli cezayı gördükten, suçlarının kefaretini ödedikten, kendini zulmettiği insanlara affettirdikten, gerekli eğitimi aldıktan ve gerekli kişilik dönüşümünü yaşadıktan sonra eninde sonunda cennete girecektir.

Hitler ve Netenyahu gibi bazı insanlık suçlularının nasıl olup da eninde sonunda cennnete gireceğini vicdanı kabul etmeyen okur, muhakkak Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını etüt etmelidir. Romanın başında kahramanımız Raskolnikov masum bir ihtiyarı öldürebilecek kadar ahlak tanımaz ve ruhu kötülükle dolu bir yaratıktır. Fakat ihtiyarı öldürdükten sonra bir vicdan azabı ve travma yaşamaya başlar, kişiliği ciddi bir biçimde dönüşüme uğrar. Ve romanın sonunda suçunu itiraf eder. Ve ağır sürgün cezasını “ben bunu hak ettim” diyerek kabullenir. Romanın başında kötünün de kötüsü olan Raskolnikov, romanın sonunda hepimizin sevgisini ve hayranlığını kazanmıştır. Ve romanın sonunda Dostoyevski şu müjdeyi de verir: “Raskolnikov’un tüm bu yaşadıkları, onun ileride topluma ve insanlığa hayli faydalı bir kahraman olabilmesi içindi. Bu kahramanlık hikayesini başka bir romanda ele alacağım.” Sanıyorum Hitler ve Netenyahu gibiler için de böyle olacak.

Cehennem azabının sınırlı ve sonlu olduğunun Kuran’daki delillerini pek çok makalemde göstermiştim. Burada daha önce değinmediğim bir iki hususa işaret bırakıp görüşlerimi şerh edeceğim.

Eğer Allah sevmeseydi hiçbir bireyi yaratmazdı. Eğer Allah ezelde sonsuza kadar azap edeceğini bilseydi o bireyi hiç yaratmazdı. Hele ki sonlu bir hayatta sonsuz azap çektirecek bir günah işlenemez. Ayrıca Kuran’da Allah annenin rahmi gibi Rahim’dir. Ve merhametli bir baba gibi Rahman’dır kullarına karşı. Bir anne çocuğunun kılına zarar gelse dayanamaz çocuğunu kucaklar. Bir Rahman olarak baba ise çocuğunu geleceğe hazırlamak için onu zorlu bir eğitime tabi tutar, çocuk yanlış yaptığında onu azarlar, hatta geleceğini düşünerek gerekirse onu döver. Mülk Suresini okuduğunuzda, cehennemliklere azap verecek olan Allah’ın Rahman ismi olduğunu görürsünüz. Yani cehennemliklere azabı veren bir babanın merhametidir. Yani cehennemlik çocuklar ağır yanlışlar yapmıştır. Baba da bu yanlışlarından dönmeleri ve gelecekte cennete layık bir kişilik dönüşümü geçirmeleri için çocuklarını dövmektedir. Cehennem azabının hakikati budur. Ayrıca Muhammed Suresini dikkatli okuyacaklar için Allah şöyle der: “Allah yolunda öldürülen (kafir)lerin akıbetini merak etme. Allah (öldüğünde dalalette olan) bu kullarını hidayete erdirecek, onların bozuk amellerini ıslah edip düzeltecek ve onları, onlara tanıttığı cennete (eninde sonunda) koyacaktır.” Bedir Savaşında öldürülen Ebu Cehil ve Utbe bin Rebia gibi müşrik önderleri, peygamberlik öncesi yaşamında Hazreti Peygamber’in dostuydu. Hazret-i Peygamber ölene kadar sevgi duygusuyla onları da İslam’a kazanmak için çabalamıştı. Ve kafir olarak ölmelerine çok üzülmüştü. İşte Muhammed Suresindeki bu ayet, sanıyorum, Ebu Cehil ve Utbe bin Rebia gibi müşrik önderleri için inmişti, yani bu hususta Hazret-i Peygamber’in gönlünü rahatlatmak için…  

Kısa konuşursak, bu dünyadaki savaşlardan ve azabı hak edenler cehennemdeki azabı çektikten ve kendilerini mazlumlara affettirdikten sonra, sanıyorum, A’raf Suresinde geçtiği üzere karşılıklı tüm kinlerimiz yok olmuş bir vaziyette karşılıklı tahtlarda dostça oturacak, şarap içecek ve geçmiş günleri gülümseyerek yad edeceğiz. Bu sadece Müslümanlar için değil de, tüm kafirler için de geçerli bir hakikattir.

Konuyu bölmek pahasına bir şeyi söyleme lüzumu duyuyorum: Ben AK Parti cemaatinden gelen ve AK Parti elitine yakın bir insanım. Çok sevdiğim Tayyip Bey’le hukukum da oldu. Fakat AK Parti’nin bugünkü tarz-ı siyasetinin; tek adamcılığın, yolsuzlukların, adam kayırmacılığın, halkı oy ve seçim kazanmak uğruna kutuplaştırmanın, Osman Kavala ve arkadaşlarına işlenen zulmün, eline silah almamış ve tek suçu Kürtlerin siyasal haklarını savunmak olan gençlere hapislerde işlenen zulmün, 15 Temmuz’la zerre kadar alakası olmayan ve salt Fethullah Gülen’in kamuda tezahür eden güzel yüzüne bir zamanlar gönül vermiş insanlara hayatın dar edilmesinin, vs insanı Kuran’da anlatılan kafir ve cehennemlik kavimlere benzettiğine inanıyorum. Bu iddiam hususunda, sanıyorum, en az beş yüz ayet getirebilirim. BU dünyada kimsenin gücü yetmese de, Tayyip Bey başta olmak üzere AK Parti elitinin cehennemde zorlu bir azap, kefaret, eğitim ve kişilik dönüşümü sürecine gireceğine inanıyorum. O kadar zorlu olacak ki defalarca keşke ölsek de kurtulsak diyecekler. Eninde sonunda onlar da cennete girecek. Fakat bu azap onları illallah ettirecek. Yeri gelmişken AK Parti elitine bu uyarıyı yapmayı kendime görev biliyorum.

X.             

Meryem Suresinden hareketle başka bir gerçeği daha biliyorum. Hepimiz eninde sonunda cehenneme gireceğiz, ya bu dünyada ya da ahirette. Buna peygamberler de dahildir. Bu Kuran’ın kesin hükmüdür. Fakat peygamberler cehennem azabını bu dünyada tadarlar. Onun için ölüm sonrasında direkt cennete girerler. Örneğin Hazret-i İsa peygamberliğine kadar kavmi tarafından ‘piç’ olarak damgalandı. Hazret-i Meryem de fahişe olarak… Babasız doğumun izahı yok çünkü. Hazreti İsa’nın adı çıkmış bir fahişe olan Mecelleli Meryem’e merhamet duyabilmesinin ve onunla evlenmesinin sebebi galiba buydu. Hazret-i İsa ancak yıllarca süren bu cehennem deneyimi sayesinde evrensel bir sevgi ve merhamet dini inşa edebildi. Hazret-i Peygamber de peygamberlik öncesi yaşamında önce babasını, sonra annesini, sonra onu sahiplenen dedesini kaybetti. Beş kuruş parası olmadığı için, o günün koşullarında on beş yaşında evlenmesi gerekirken, yirmi beş yaşına kadar evlenemedi. Ve evlendikten sonra da gözü gibi sevdiği iki oğlunu kaybetti. Ancak bu cehennem deneyimleriyle boğuşaraktır ki, Hazret-i Peygamber evrensel bir adalet ve merhamet dini tesis edebildi.

2010-2017 arasında yoğun bir cehennem deneyimi yaşadığımı söylemiştim. Sonrasında Kuran’daki cehennem ayetlerinin sembolizmasını anlamamı da yaşadığım bu cehennem deneyiminin Kuran’daki karşılıklarını arama faaliyetine borçluyum. 2017’den sonraki huzurlu ve mutlu cennet hayatımı düşününce, Allah bir daha bana böyle bir ağır travma yaşatır mı diye soruyorum kendi kendime ve 2017’den beridir ki kusurlarıma bakıyorum. Aslında hala Allah’ın bana cehennem yaşatması için haklı sebepleri olduğunu görüyor ve bu dünyadaki ya da ahiretteki azabından Allah’a sığınıyorum. Ama mutluluğumu, yaşam sevincimi ve geleceğime yönelik umudumu koruyorum.

Bu makalenin başından beri dediğim gibi, yeryüzü ölçekli ve ülke ölçekli bu felaketlere muhtemelen engel olamayacağız. Bunların bir kısmı bizim birikmiş suçlarımızın cezası olacak. Bir kısmı ise bu dünyada ütopya toplumu kurmak için gerekli kişisel dönüşümlerimizin ve eğitimlerimizin parçası, ama hepsi de bizi ölüm sonrasında bekleyen cennet mutluluklarının, yani ancak acının ve travmanın insana yaşatabildiği yüksek mutlulukların bileşeni olarak kıymet kazanacak. Tek egemen olan Allah’a ve ahirete inanıyorsak, ipleri tamamen Allah’ın elinde olan bu musibetlere gülümseyerek bakabilmeyi de öğrenmek zorundayız.

XI.          

Sonsuz yaşam ve bizleri ölüm sonrasında bekleyen sonsuz mutluluk kesin olarak vardır. Ve tüm yaşadığımız ve yaşayacağımız toplumsal ve bireysel felaketler, bu yüksek mutluluğun bileşeni olarak değer kazanırlar Allah katında. Bunu söylemek istiyordum. O halde soru şudur: sonsuz yaşam karşısında bizlerin bu dünyadaki ölümden önceki hayatlarının değeri nedir?

Bediüzzzaman insanlık tarihini ve insanlığı gelecekte bekleyen felaketleri çok iyi bilen bir düşünür olarak şunları söyler ısrarla: “insanlık tarihinin geleceğinde çok büyük felaketler gördüm. Ruhum darmadağın oldu. Sonra bu felaketlere Kuran’In gözleriyle baktım. Ve bu felaketlerin iplerinin tamamen Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın bu felaketlerle beraber insanlara hikmetle, rahmetle ve inayetle müdahale edeceğini ve bu felaketlerin sonunda bizleri cennete müthiş ziyafetlerin beklediğini anladım. İçim rahatladı. En büyük mutluluklar en büyük musibetlerden sonra gelir. Ana rahmindeki bebek, hayatındaki en büyük travmasını doğum esnasında yaşar. Ama bu travma onun yepyeni bir dünyaya gelişinin ilk adımıdır. Ve Hazreti Yusuf ancak ve ancak kardeşleri tarafından kuyuya atıldıktan ve Züleyha tarafından hücre hapsine tıkıldıktan sonra Mısır kralı olabilmiştir. Bu sebeple bireysel ve toplumsal musibetlerden korkmayın.”

Kuran “müminler felaha erdi” der. Felah’ın bir anlamı ‘kurtuluş.’ Yani örneğin Kuran’ın toplumsal değerlerini hayata geçirirseniz, benim pek çok kitabımda zikrettiğim üzere, gelir adaleti, uluslararası kardeşlik, dinler arası barış, kadın-erkek eşitliği gibi ilkeleri hayata geçirirseniz bu dünyada kurtuluş yaşarsınız, demektir bu. Bir de bu dünyada bireysel kurtuluş var. Yani toplumsal ve siyasal dünya bozuk olsa da, bireysel ve gündelik hayatınızda İslam’ın değerlerini hayata geçirirseniz; örneğin dürüstlük, harama el uzatmama, eşine ya da sevgilisine sadık olma, çocuklarına güzel bir ahlaki eğitim verme, annesine babasına yaşlılığında sahip çıkma gibi değerleri hayata geçirirseniz toplumsal dünya ne kadar bozuk olursa olsun ahirette de güzel bir yere gideceğiniz bilinciyle kaliteli, mutlu ve neşeli bir bireysel hayat geçirirsiniz, demektir bu.

Felah’ın bir başka anlamı ise bağbozumu şenliği. Yani sonbahardan yaza kadar toprağı çapalarısınız, tohumları ekersiniz, yağmur gelecek mi diye endişe edersiniz, aman dolu yağmasın diye korkarsınız ve zorlu bir çabayla, zahmetle ve endişeyle geçen sekiz dokuz ayın sonunda hasadı devşirir ve köylüler olarak unutulmaz bir şenlik yaparsınız. Dans edersiniz, şarap içer sarhoş olursunuz, dostlarınızla sohbet eder kahkahalar atarsınız, gelecekteki sevgilinize kur yapar ona evlenme teklif edersiniz, vs….

Buradan bakınca ahiret karşısında bu dünya hayatının en temeldeki anlamı da açığa çıkıyor: Hazret-i Peygamber’in deyimiyle “bu dünya ahiretin tarlasıdır.” Bu dünyada altmış yetmiş yıl boyunca zahmet ve alın teri, ölümden sonra ise bağbozumu şenliği…

Dünyayı ahiretin tarlası olarak görünce, bu dünyada bizi bazen paramparça edebilen hayal kırıklarının da anlamı açığa çıkıyor: bu dünyadaki tüm hayal kırıklıklarımız ve travmalarımız bu dünyada her zaman olmasa da, ahirette çiçek açıp meyve verecek fidanların tohumlarının çatlamasından ibarettir.

Allah’a ve ahirete inanmayan bir insan hayal kırıkları ve travmalar sonucunda hayata dair tüm mutluluğunu, umudunu, idealizmini  ve şevkini yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Fakat Allah’a ve ahirete  gerçekten inanan insanlar, her hayal kırıklığı ve travmadan sonra yaşama yeniden taze bir şevkle atılırlar. Bunu kendi hayatımdan da kanıtlayabilirim. Fakat bu tezime bir kanıt olarak bu makalenin okuyucusuna, tertemiz bir Hıristiyan sufi ve Avrupa barışının mimarlarından biri olan Romain Rolland’ın Jean Christophe adlı biyografik romanını okumasını öneririm. On alt hikayeye ayrılmış bu ırmak romanda kahramanımız Jean Christophe, her travmadan sonra kişilik dönüşümü geçirir ve hayata taze bir heyecanla yeniden başlar. Romanın sonunda ölüm anında ise sevinçle “nihayet sevgilime, Tanrı’ya kavuşuyorum” diyerek hayata veda eder.


XII.      

Fakat Kuran’ın öğrettiği bu perspektifte, bu dünyadaki hayatımız ahiretin tarlası olmaktan ve çabadan, zahmetten, ıstıraptan, alınterinden ibaret bir hayat değildir. Önce şunu söyleyeyim: Allah servet, güç, prestij ve masa-kasa-nisa tutkusuyla geçen bir ömre zerre kadar değer vermez. On yedinci yüzyılda Thomas Hobbes’un materyalist temellerde inşa ettiği insan kuramına kadar tüm dinler, tüm felsefeler ve tüm tasavvuflar insanın ruhsal bir yönü olduğuna ve insanın bir kez temel maddi ihtiyaçlarını doyurduktan sonra çok daha manevi ve idealist arzulara yöneleceğinde hemfikirlerdi. Thomas Hobbes ise şunu söyledi insana dair: “insan maddi haz peşinde koşan, maddi acıdan kaçan, ölümden korkan ve güç ve prestijden başka bir şey arzu etmeyen sefil bir yaratıktır.” Daha sonra bu kuram tüm iktisat bilimine hakim oldu ve 1980’den sonra insan doğasına dair temelde bu kurama dayanan neoliberalizm tüm dünyaya yayıldığında insan gerçekten de böyle bir mahluka döndü. Oysa daha on dokuzuncu yüzyılda babasından bu geleneği öğrenmiş ünlü iktisatçı John Stuart Mill şunları söyleyecekti: “ insan böyle sefil bir mahluk değildir. İnsanın maddeden çok daha yüksek manevi ihtiyaçları vardır. Şahsen ben karnı doymuş mutlu bir domuz olmaktansa ıstırap çeken bir Sokrates olmayı yeğlerim.” Daha sonrasında iktisat biliminin rotasını değiştirmiş ve dünyayı büyük bir iktisadi felaketten kurtarmış John Maynard Keynes de şunları söyleyecekti: “ekonominin ve teknolojinin gidişatına bakılırsa, yakın zamanda tüm maddi ihtiyaçlarımızı ölçülü bir biçimde karşılayabileceğiz. Ve çok daha yüksek manevi ve ruhani mutluluklarla yöneleceğiz.” Psikolojide çığır açan Erich Fromm ve Abraham Maslow gibi hümanist psikologlar da bu görüşteydi: “İnsan doğasının maddi zevklerin ötesinde duran çok daha manevi ve ruhani ihtiyaçları vardır. İnsan için mesele maddi ihtiyaçları ölçülü bir biçimde doyurup, bu yüksek manevi ihtiyaçlara yönelmektir.” Fakat dediğim gibi dünyaya hükmeden neoliberaller Mill’in,  Keynes’in, Fromm’un ve Maslow’un dediğinin tam tersini yaparak en zengin yüzde birin tahakkümünü tesis etmeyi tercih ettiler ve insanları tüketim ve hedonizm robotu haline getirdiler ve dünyayı bugünkü berbat duruma getirdiler.  

Fakat Allah maddiyata yönelik bazı eylemleri salih amel diye kutsar ve onlara metafizik ve ahirete yönelik bir değer verir. Örneğin güzel bir yuva kurmak amacıyla bir aşk macerasına girmek, örneğin ailesine helal lokma yedirebilmek için bir meslek öğrenmek ve gerekli parayı kazanmak için zor bir işte sekiz saat boyunca çalışmak, örneğin çocuklarına onları hem dünyada muvaffak edecek hem de onlarda erdemli bir kişilik oluşturacak şekilde güzel bir eğitim vermek, örneğin akrabalarıyla akrabalık bağlarını korumak için onlarla ara sıra buluşup keyifli neşeli sohbetler yapmak, örneğin Aristo’nun dediği gibi haz veya çıkar temelinde değil de erdem temelinde dostluklar kurup dostlarıyla buluşup birbirine kahkaha attıran şakalar yapmak, vs… Bunların hepsi Tanrı’nın kutsadığı eylemlerdir. Ve bunların tamamı Kuran’ın kutsadığı salih amel kategorisine girer.

Allah Kuran’da ısrarla gerek bireysel yaşamlarımızda gerekse de toplumsal yaşamlarımızda bizlere dört mevsimi yaşatacağını söyler. Yani baharda diriliş, yazda bağbozumu şenliği, sonbaharda hayatın ihtiyarlaması ve kışta ölüme giderken geçmiş hayatımıza dair her şeyin un ufak olması süreci… Fakat Allah şunu da ekler: “bu dört mevsimde de salih amel peşinde koşan kişiler, yani çevresine, toplumuna, insanlığa faydalı işler peşinde koşan insanlar benim dostumdur. Ve benim dostlarım için ne geçmişten gelen bir keder ne de gelecekten yana bir korku yoktur. Onlar benim dostluğumla genç ve mutlu bir ruh hali içinde yaşarlar.”  Bufgün bizi bekleyen kolektif felaketler de muhtemelen insanlığın kış mevsiminin bir tezahürü. Ve Allah bizlerden bu kış mevsiminde salih amel peşinde koşmamızı istiyor. Buna bir örnek İslam aleminin kış mevsiminde, yani yirminci yüzyılda kendini İslam’ı yeniden diriltmeye adamış Bediüzzaman, Seyyid Kutup ve Ali Şeriati’nin hayat hikayeleridir. Bu insanlar egemenler tarafından düşman ilan edildiler, defalarca hapse atıldılar. Yıllarca hücre hapsinde yaşadılar. Kimi idam edildi. İdeallerinden vazgeçmiş olsalar, egemenler tarafından çok yüksek mevkilere getirilecek bir entelektüel donanıma ve karakter yüksekliğine sahiplerdi. Fakat onlar ıstıraplarını seviyorlardı. Ve kış mevsimindeki yaşadıkları tüm bu bireysel ve toplumsal acılar onların şevkini, mutluluğunu, ümidini, gençliğini ve yaşama sevincini yok edemedi. Ve İslam ümmeti adına gerek yaşamlarıyla gerek eserleriyle ufkumuzu hala aydınlatan güzel birer hatıra olarak kaldılar. Onlardaki umut dolu mutluluk ve şevk halini, kimini hapiste yazdıkları eserlerin insana aktardığı keyif duygusunda müşahede edebilirsiniz.

Allah salih amelle beraber, ölüm öncesi bu dünyadaki yaşamlarımızda yüksek idealler için cihad etmeyi İslam’ın olmazsa olmaz bir şartı sayar. “Cihad nedir?” diye Kuran’a sorduğunuzda cevap şudur: “yeryüzünde haklarından mahrum edilen erkekler, kadınlar ve çocukların hakları için mücadele etmek ve mescidleri, yani toplum toplum yapan tüm kurumları imar etmek için elini taşına altına koymak.” Buradan bakınca örneğin Kemalist Türkan Saylan’ın “kardelenler ölmesin” diyerek köylü kız çocuklarına güzel bir eğitim vermek için girdiği mücadele birinci sınıf bir cihaddı. Ya da topluma katkı sunan herhangi bir sivil toplum derneğine girip, hasbi bir şekilde bu kurumun amaçları içi çalışmak da birinci sınıf bir cihaddır.

Fakat Allah bu dünyayı sadece ahiretin bir tarlası olarak görmez. Ve insana bu dünyada sadece salih amel ve cihad görevlerinin düştüğünü söylemez. Aksine Kuran’a göre insan yeryüzünde Allah’ın yarattığı tüm maddi ve manevi nimetleri, onlarda boğulmadan ve onların kölesi olmadan, tatmalı ve tüm bu nimetlerin verdiği zevklerden ve keyiflerden sonra Allah’a teşekkür etmelidir. Örneğin bir Hollywood filmini keyifle izlemek, kafa dağıtmak ve biraz coşkulanmak için güzel bir rock ya da rap parçası dinlemek, bir futbol maçına gidip tezahürat yapmak ya da arada bir dostlarımızla halı sahası maçı yapmak, yetmişlik bir piri faniden zinaya yaklaşma korkusu olmadan dans dersleri alıp nezih bir ortamda kimsenin şehvetini gıcıklama niyeti taşımaksızın sevgilimizle ya da bize kur yapan bir gençle özgürce dans etmek, bir Bektaşi dedesinden rakı ve şarap içmenin adabını öğrenip alkol bağımlısı olmadan, ayda bir, nezih bir ortamda dine ve dostlarımıza hakaret etmeden, dostumuzun sevgilisine asılmadan ya da günübirlik bir aşk yaşamak için çabalamadan şarabın dibine vurmak, ailemizin rızkını ve gerekli zekat payını ayırdıktan sonra cüzi bir parayla dostlarımızla poker oynayıp tüm bu parayı pokerde kaybederken oynadığımız kumarın zevkini çıkarmak, vs vs  ve insanı keyifle dolduran tüm bu zevklerden sonra Allah’a teşekkür etmek Tanrı tarafından kutsanmıştır. 

Allah’ın Kuran’da dünyevi lezzetler hakkında yasakladığı sadece üç husus vardır: leş, yani uyuşturucu bağımlılığı ve sefahat gibi insanı ruhen öldüren şeyler; kan, yani dostunun sevgilisine göz koymak ya da rakibine hakaret etmek gibi toplumda çatışma çıkaran şeyler; ve domuz, yani pornografi ve orgi fantezisi gibi ruhun mide bulandırıcı  bulduğu şeyler. Onun dışında kişi dünyevi lezzetlerin bağımlısı olmadan tüm bu nimetlerden tadabilir. Zira tüm bunlar Allah’ın bizlere rızık olarak sunduğu hediyelerdir ve Allah kullarını en başta ona teşekkür etsinler diye yaratmıştır. Şükrün sebebi ise maddi ve manevi nimetlerin verdiği keyif duygusudur.

Allah’ın bu dünya hayatında bizden istediği başka bir şey ise tehlikelere ve korkularımıza karşı, ki bu tehlikelerin ve korkularımızın kaynakları da Allah’ın elindedir, sürekli annemize ve babamıza sığınırmış gibi Allah’a karşı niyaz ve dua hali içinde olmaktır. Allah’ın baba gibi Rahman ve anne gibi Rahim olduğunu söylemiştim. Allah bir baba ve anne sıfatıyla bizleri teselli etmeyi ve bizlerin başını okşamayı çok sever. Ve ihtiyarladığımızda bile çocuk ruhlu kalan bizler de bu dünyadaki ömrümüz boyunca başımızın Allah tarafından okşanmasından ve onun teselli seslerini işitmekten muhteşem bir haz duyarız.

Kuran’da okuduğum ve Bediüzzaman ve Muhammed İkbal gibi büyük İslam düşünürlerinde gördüğüm kadarıyla Allah’ın ölüm öncesi bu dünyadaki hayatımızda bizlerden istediği son şey bedensel ve ruhsal yeteneklerimizi sürekli geliştirmekten ibarettir, seksen yaşına geldiğimizde bile… (Allah’a sımsıkı inanan Tolstoy bisiklete binmeyi altmış yaşından sonra öğrenmişti.) On dokuzuncu asırda Bildung adı altında Alman eğitim sistemine yön veren ünlü Protestan Sufi düşünür Scheliermacher’in hayata geçirdiği bir düşünceydi bu. Kökü Tevrat, İncil, Kuran gibi kutsal kitaplara dayanan bu felsefeye göre insan, ruhunun derinliklerinde Tanrı’nın bir tohumunu taşır. Ve insanın tüm bedensel ve ruhsal yetenekleri Allah’ın bir isminin tecellisinden ibarettir. O halde insana düşen göre bebeklikten ölüme kadar tüm bu yetenekleri inkişaf ettirmek, ve içinde potansiyel olarak bulunan bu Tanrı cevherinin çiçek açmasını sağlamak olmalıdır. Yani insan yeteneklerini israf etmemeli, tembelliği ve haylazlığı bırakmalı, servet,güç ve prestij gibi insan ruhunu körelten uğraşları hedeg edinmeyi terk etmeli ve bedensel ve ruhsal yeteneklerini geliştirecek bir çaba içinde olmalıdır sürekli. Aristo’nun dediği gibi insandaki bu tanrısal formu açığa çıkarma çabası insan için zahmetli olsa da bu zahmeti insan bir aşk ü şevk duygusuyla talep eder. Ve içindeki bu tanrısal özü gerçekleştirme çabasında, hem Tanrı’yla bir olduğunu hisseder hem de bireysel olarak toplumuna en büyük katkısını yapmış olur. Çünkü bilime, sanata, felsefeye, ilahiyata, spora, mizaha vs yönelik tüm bu yetenekler meyvesini vermeye ve kendini topluma sergilemeye başladığında, toplum bu yeteneklerin eserlerini müşahede ederek muazzam bir kalite ve sevince ulaşır.

Benim Kuran’dan öğrendiğim kadarıyla insanın ölmeden önce bu dünyada Tanrı’ya karşı yükümlülüklerinin özeti budur. Tüm bunların hayata geçirilmesinin bir insana veya bir topluma ne kadar zevk vereceğini ve o bireye ya da topluma ne kadar kalite katacağını tahmin edebilirsiniz. Hatta şu anda biz gelecekteki küresel felaketlerle boğuşurken bile, eğer ahirete inanıyorsak, ölüm sonrası yaşamlarımızın mutlu biteceği ümidiyle, bugün bile tüm bunları hayata geçirebiliriz.  Felaketler ne kadar yaklaşıyor olursa olsun, bu felaketlerin iplerinin Allah’ın hikmet, inayet ve rahmet elinde olduğu bilinciyle bugün bile bu çabalara girişebiliriz. Wittgenstein efsanevi Tractatus’unu birinci dünya savaşında cephede yazdı. Braudel efsanevi Akdeniz kitabını ikinci dünya savaşında esaret kampındayken yazdı. Bediüzzaman tefsire yenilik getiren İşaratülicaz’ını birinci dünya savaşında at sırtında aktif savaşırken yazdı. Ve Victor Frankl efsanevi varoluşçu psikoterapi kuramındaki fikirlerini ikinci dünya savaşında toplama kampında oluşturdu. Biz de, bugün, tüm bu yaklaşan felaketlerin gölgesi altında olsak bile, Allah’a ve ahirete inanan bireyler olarak yapacağımız hiçbir güzel işin semeresiz kalmayacağı bilinciyle, bu dünyadaki hayatımıza zevk, kalite, mutluluk, gençlik, umut ve şevk getiren böylesi projelere girişebiliriz.

XIII.   

Allah’a ve ölüm sonrası yaşama inancın varlığında dünyadaki hayatlarımızın değeri budur. Ve yaklaşan felaketlere rağmen bireyler olarak kaliteli ve gözleri yaşam sevinciyle parlayan yaşamlar kurmak hala mümkündür. Ben şimdi bu dünyadaki hayatlarımızdan sonra ahirette bizleri nelerin beklediği hususuna girmek istiyorum. Yine bu konuda rehberim Kuran ve Bediüzzaman ve İkbal gibi büyük İslam düşünürlerinden öğrendiklerim olacak. Bir de konuya biraz kendi birikimimi aktaracağım.

Kuran’ı zahiren okuyan bir birey için cennet erkekler için tasarlanmış pornografik bir yerdir. “bir erkeğe yüz huri” düşüncesi bu hurafenin özetidir. Oysa Kuran’ı dikkatle okuyacak bireyler için cennet tek eşlidir ve Kuran’da huri diye bir kavram yoktur. Sevgilinin insanı büyüleyen pınar gözlü bakışları vardır. Ve cennette erkeklerin eşleri olacak kadınlar Vakıa Suresinde geçtiği üzere bedenlerine yeniden biçim verilmiş bu dünya kadınlarından ibarettir. Ve yine sahih bir hadisin ifadesiyle erkekler ve kadınlar cennette yüzlerini ve bedenlerini bir elbise gibi değiştirebilecektir. Yani tek eşli yaşamda bu dünyada gördüğünüz tüm güzel yüzlerle ve vücutlarla ilişkiye girme şansınız olacaktır. Zira bu dünyada üç boyutlu bedenlere sahibiz, sanıyorum ahirette dört boyutlu bedenlere sahip olacağız ve bu dünyadaki üç boyutlu bedenler bizlerin dört boyutlu bedenlerinin izdüşümü olacak. Şahsen Dövüş Kulübü’ndeki Tyler Durden’ın ve 300 Spartalı’daki Kral Leonidas’ın yüzüne ve bedenine sahip olmayı çok isterdim. Dört boyutlu bedene girince bunlara sahip olmam mümkün olacak.

Bu konuda bir husus daha önemli. Cennete kötülüğü emreden nefs , yani nefs-i emmare giremez. Cennete sadece mutmain olmuş ve olgunlaşmış nefs girebilir. Yani cennette kötülüğü emreden nefsin hoşuna giden bazı hazlar kesin olarak yasak. Örneğin cennette kimseyi gerçekten de öldüremezsiniz. Kimseye gerçekten de işkence ya da tecavüz edemezsiniz. İçinizde böylesi fanteziler varsa bunu sadece bir oyun olarak yapabilirsiniz, gerçek olarak değil. Karayip Korsanları filminde lanetlendikleri için öldürülmesi imkansız korsanları hatırlayın. Kafaları dağılıyor, kolları dağılıyor, gözleri yerinden çıkıyor. Fakat korsanlar asla ölmüyor. Çünkü tüm bu uzuvlar yeniden birleşiyor. Sanıyorum cennette lanetlendiğimiz için değil, kutsandığımız için böylesi bedenlerimiz olacak. Ara sıra spor ve eğlence olsun diye savaş oyunları oynayıp birbirimizi sanal olarak öldürebileceğiz. Ve bundan keyif alacağız. Çünkü cennette kafamız koptuğunda bundan acı değil, lezzet ve keyif duyacağız.  İlk İslam mücahitleri şehit olacakları yaralar aldıklarında acı değil, keyif ve lezzet aldıklarını söylerlermiş, sanıyorum cennette de öyle olacak.

XIV.   

Cennette bunları yaşayacağımıza inanıyorum. Fakat benim anladığım kadarıyla cennet tahmin ettiğimizden çok daha farklı nimetlere sahip. İzin verirseniz düşüncelerimi bir bir sayayım. Sanıyorum cennet bizim ruhsal ve bedensel yeteneklerimizin gelişmeye ve serpilmeye devam edeceği bir yer. Aristo’dan doğan antik teolojide Tanrı’nın sabit ve sınırlı bir biçimi vardı. Bu sebeple bizim ruhsal biçimlenmemiz de bir yere geldikten sonra durmak zorundaydı. Oysa Kuran’a göre Tanrı’nın sıfatları sonsuz ve sınırsız mükemmelliktedir. Yani insan doğası ve insanın doğasındaki tanrısal tohum ve cevher için gelişmenin ilerlemenin ve serpilip yepyeni çiçekler açmanın herhangi bir sınırı yoktur. Yani cennette aşk ü şevk içinde keyifle yüzüyormuş, yani Allah’ı tespih ediyormuş gibi Allah’a doğru yükselmenin ve tanrısallaşmanın bir sınırı yoktur. Cennette muhtemelen dört boyutlu bedenlere sahip olacağımızı söylemiştim. Bu dört boyutlu bedenlerin geliştireceği ve gelişirken Tanrı’ya bütünleştiğini hissettiği için yoğun bir aşk ü şevk duyacağı sayısız saklı kalmış yeteneğimiz var. Örneğin ben bu dünyada olmasa da cennette Matrix’deki Neo gibi, Star Wars’taki Luke Skywalker gibi sayısız bedensel yetenek geliştireceğimize inanıyorum. Ruhsal yeteneklerdeki gelişip serpilmeyi siz düşünün.

Kısa konuşursak Allah demek, tüm güzel sıfatlara sonsuz mükemmellikte sahip olmak anlamına geldiği için ve Allah sonsuza kadar Rabb olduğu yani bizim eğitmenimiz ve öğretmenimiz olduğu için öğrenmenin keyfini asla bırakmayacağız.

Sanıyorum cennet, isteyenler için idealler namına mücadelenin ve savaşın da devam edeceği bir yer. Savaşı en büyük lezzet bilen Spartalıları ya da Hazret-i Hamza’yı başka bir nimetle doyuramazsınız. Örneğin melek Cebrail şu anda cennettedir fakat Allah’ın safında İblis’le savaşa devam etmektedir. Allah’ın yarattığı yaratacağı sayısız yeryüzü olduğu ve bu dünyaların bir kısmı hala fesatla dolu olduğu için idealler namına mücadelenin keyfini bilen ve cennette bile idealler namına mücadelenin keyfinden vaz geçmek istemeyen insanlar için idealler namına cihad edecekleri sayısız olanak sunulacak. Şunu da söyleyebilirim: bu dünyada Türk-Kürt, Alevi-Sünni, İslamcı-Kemalist barışı için mücadele eden insanların şimdiki birikimleri cennette hiç de boşuna gitmeyecek. Zira hesap gününde –ki bu hesap günü kimileri için elli bin yıl sürecek- kendini barışa adamış bu insanlar Kürtler, Türkler, Aleviler, Sünniler, İslamcılar, ve Kemalistler barışana kadar hesap gününde kendi birikimlerini konuşturacak. Zira Allah bu davaları görürken böylesi insanları yanında yardımcı olarak istihdam edecek.

Buradan bakınca ahirette faydasını olmadığını düşündüğümüz ve sadece bu dünyayla sınırlı saydığımız tüm seküler bilimler ve sanatlar ahirette de bizler için çok değerli birer bilgi hazinesi olacak. Her şeyden önce, cennet bu dünyanın ve evrenin ötesinde ve dışında bir yer değil. Aksine şu anda gördüğümüz evren cennetin tohumu. Bu tohum çiçek açınca bu yeni evren cennet olacak. Mesela ben on dört yıldır içinden çıkmadığım odamı çok seviyorum. Ve bu odanın dışında bir cennet istemiyorum. Benim cennetim şu anda tohum olan bu odanın çiçek açışı olacak. Eskiden evrene dair tüm gerçekleri bildiğimizi sanıyorduk. Fakat şu anda evrenin yüzde doksan beşinin bizim yasalarını hiç ama hiç bilmediğimiz karanlık maddelerden ve egzotik enerjilerden oluştuğunu biliyoruz. Yani bilimsel keşifler ve bu keşiflere dayanan teknolojik icatlar cennette de devam edecek. Hem sonra daha önce müzik yapıyorduk. Fakat bu müziği nota suretinde görselleştirme yeteneğimiz yoktu. Nota sistemini keşfedince müziğe daha önce hiç keşfedilmemiş alanlar açıldı. Örneğin kontrpuan. Müzik zevkimizde devrim yarattı. Ya da piyanonun icadıyla yepyeni hazlar yaşadık. Ve yine görüntüleri kaydetmeyi öğrenince daha önce hiç bilmediğimiz bir sanat dalı keşfettik: sinema. Cennette de sanata dair bu keşifler ve icatlar tüm hızıyla devam edecek. Alain Badiou ‘sonsuz düşünce’ adıyla tanıttığı fikrinde, bilimde ve sanatta büyük keşiflerin asla sona ermeyeceğini söylüyordu. Cennette de bu büyük, sarsıcı ve insanı büyüleyen keşifler devam edecek.

Ahirette cehennemlikler ağır psikolojik sorunlar yaşayacaklar. Cehennemin bizleri cennete layık hale getirecek bir eğitim yeri olduğunu söylemiştim. Psikoloji seven cennetlikler bu cehennemliklerin terapisiyle ve ilaçlarıyla uğraşacakları için cennette psikoterapi ilmi de gelişmeye devam edecek.

Ve yine bize cennette bir krallık verilecek ve Tanrı gibi bu krallığı yönetmemiz istenecek. Bu yüzden bu krallığı yönetebilmek için siyaset bilimi, siyaset felsefesi, uluslararası ilişkiler kuramı, jeopolitik, ekonomi, sosyoloji, işletmecilik, hukuk, tarih gibi bilimleri öğrenmeye ihtiyacımız olacak. Ve elbette her biri hakikatin bir parçasına yaslanan siyasal ideolojileri…

Bu dünyada okuduğumuz dünya tarihleri, medeniyet ve ulus tarihleri ve biyografiler gibi insanlık birikimleri ise cennetteki dostlarımızı, onların dünya görüşlerini, onların geçmiş acılarını, zaferlerini, mutluluklarını, hatıralarını, vs bilmek için cennette bizlere son derece lazım olacak. Çünkü cennette dönüp dönüp bu dünyadaki anılarımız üzerinden keyifli sohbetler edeceğiz birbirimizle ve birbirimizden sürekli yeni şeyler öğreneceğiz, Sümerlerden ve Neaderthal insanından bile…

Hele ki arada bir Allah’ı ziyaret edip de, yeryüzündeki tüm maddi ve manevi güzellikler onun sınırlı birer yansıması olan bu tanrısal güzelliği müşahade edip yoğun bir sarhoşluk, ekstazy ve hayvani şevhet içermeyen bir orgazm yaşadığımız zaman geçici bir süre için kendimizi ve hafızamızı kaybedeceğiz ve cennetteki tüm güzellikleri taze gençmiş gibi taptaze ve daha önce hiç tadılmamış bir biçimde yeniden tadacağız. Yani cennetteki nimetler hiç ama hiç eskimeyecek.

XV.      

Yeni yeni keşfedilen ve mutluluğun psikolojisini anlamaya çalışan pozitif psikoloji biliminden hareketle söyleyeyim. Cennet hem hedonik mutlulukların hem de eudaimonic mutlulukların kusursuzca gerçekleştiği bir yerdir. Hedonik mutluluklar: yani “güzel bir evim, arabam ve sevgilim olsun. Güzel çocuklarım ve dostlarım olsun. Ve sevdiğim bir meslekte çalışayım.” Eudaimonic mutluluklar: yani “güzel idealler için aşk ü şevk ile çaba içine girip alın teri dökeyim, yani denizde yüzer gibi Allah’ı tespih edeyim ve bu mücadele sonrasındaki zaferle beraber kendime daha yüksek ve erdemli bir kişilik geliştireyim.” İşte cennet hem hedonik hem de eudaimonic mutluluklarımızın kusursuzca gerçekleştiği bir yerdir.

Ve bu dünyadaki tüm bilgi birikimimiz, tüm çabalarımız, tüm mutluluklarımız, tüm keyiflerimiz, tüm acılarımız ve travmalarımız cennetteki yaşamlarımız için de son derece kıymetlidir.  Bazen çevremdeki gençler bana bu dünyadaki sıkıntılarının anlamını ve cennetteki yaşamın hakikatini soruyorlar. Ve “eğer Allah isteseydi bizleri direkt, hiç dünya azabına dokundurmadan, cennete koyamaz mıydı?” diyorlar.

Onlara şunu diyorum: “Galatasaray takımında bir futbolcu olduğunu ve UEFA Şampiyonlar ligine katıldığını düşün. Sen hiç maç yapmadan bu kupayı almak mı isterdin? Yoksa sayısız maç yapıp, yoğun bir çaba ve zahmet çekip, bazen yenip bazen yenilip, bazen faulden dolayı geçici olarak maça çıkamayıp, bazen gülüp bazen ağlayıp, bazen kaybedeceğiz diye korkup, bazense bu kupayı kazanabiliriz ümidiyle coşup ve nihayetinde final maçına çıkıp zafer kazanıp kupayı böylece mi kaldırmak isterdin? Ki ikinci seçenekte hem emeğinin hak ettiğine inandığın karşılığını alıyorsun, hem de tüm bu yaşadıklarını ömür boyu sevdiklerine hoş bir hatıra olarak anlatabiliyorsun?” Hiç tereddütsüz “ikincisi” diye cevap veriyorlar. “İşte” diyorum “cennetteki mutluluk karşısında bu dünyadaki çilelerimizin anlamı da budur.

Bu düşünce benim kendi travmalarla boğuşup mutluluğu yakaladığım dönemlerimden ve Kabala bilgelerinden öğrendiğim bir bilgelik. Kabalacılara göre Tanrı sonsuz yeteneklere sahip ve sonsuz mutluluk sahibi bir varlıktır. Ve mutluluğunu paylaşacağı kendisiyle eşit dostlar yaratmak ister. İsterse kendi benzeri olan bu dostları bir anda da yaratabilir ve onları birden bire birer tanrı yapabilir. Fakat bu varlıklar yaratılmadan önce derler ki “Ey Tanrımız! Eğer sen bizi birden bire bir Tanrı olarak yaratırsan bizler sana karşı ağır bir borç ve minnet yükü altında kalırız. Onun için sen bizi bizim kendi çabalarımız, mücadelelerimiz ve ıstıraplarımız yoluyla birer tanrı haline getir ki, hak ettiğimiz bir çabanın karşılığını almış olalım ve senin huzurunda bu borç ve minnet yükü altında ezilmeyelim.” Bunun üzerine Tanrı insanları dünyadaki zorlu yolculuklarına gönderir. Ve onları musibetlerle terbiye eder. İşte bizim bugün önümüzde duran ülke ölçekli ve yeryüzü ölçekli felaketlerin metafizik anlamının da bu olduğuna inanıyorum. Bizim Tanrısal mutluluğa ulaşma yolunda yaşamamız gereken kutsal tecrübelerden ibarettir tüm bu bireysel ve toplumsal musibetler.

Daha önce de dediğim gibi, bu gerçek, ölümden önce bu dünyadaki hayatımızın çile ve ıstıraptan ibaret olması anlamına gelmiyor. Aksine cennet suyu enfes bir gölse ve öldükten sonra bu göle dalıp sarhoşluk ve ekstazy deneyimiyle kendimizden geçeceksek, bu dünyada Kuran’ın deyimiyle cennetten ‘gurfe’ tadabiliyoruz. Yani cennetin muhteşem suyunda boğulup kendimizden geçemesek de cennetten avuç avuç yudumlayıp cennetin gölgesini kendi küçük hayatlarımızda yoğun bir keyif ve sarhoşluk içinde deneyimleyebiliyoruz. Eğer Müslümanca yaşarsak cennet mutluluklarından bu dünyada da avuçlamamız ve cennet sarhoşluğunu bu dünyada da yaşamamız mümkün. Tarihin gördüğü büyük maneviyat önderlerinin hayatına bakın. Onların cennetten avuçlamış olduklarını göreceksiniz. Bunun en cisimleşmiş örneğiyse Tanrısal güzelliği bu dünyada müşahede ettiği için kendinden geçen Azize Theresa’nın muhteşem heykelidir. Bu heykele baktığınızda cennetten bir avuç yudumlamanın nasıl sarhoş edici bir şey olduğunu gözlerinizle göreceksiniz. Ya da İslam evliyalarını seyrüsuluk tecrübelerini etüt ettiğinizde… Yani tasavvuftaki sekr, vecd ve cem’ deneyimlerinin ne olduğunu anladığınızda…


XVI.     

Yazının başından beri meselemiz olduğu üzere,  çok kısa konuşursak, büyük felaketleri beklediğimiz bugünlerde bile iki dünya saadetini bir arada yaşamak, ve yaşama şevkle, ümitle, mutlu göz bebekleriyle bakıp yaşamlarımızdan yoğun bir keyif almak her birimiz için mümkündür.

Bunun son bir örneğini verip makaleyi nihayete erdireyim: İslam-Türk tarihinin gördüğü göreceği en matrak insan olan ve kimi argo  olan fıkraları bizi aradan geçen sekiz asırdan sonra bile kahkahalara boğan Nasrettin Hoca. Sanıldığının aksine Nasrettin Hoca bir mizah virtüözünden ibaret değildi. Yaşam sevinci ve neşeyle doluydu ve etrafına neşe saçıyordu bu doğru. Fakat Nasrettin Hoca’nın gerçek adı Ahi Evran’dır. Ve Ahi Evran gözü kana susamış Moğollar Anadolu’yu istila ettiğinde ve Selçuklu sarayı bugünkü Türk hükümetinden çok daha fazla yozlaştığı bir dönemde, yani Anadolu insanı madden ve manen tamamen çökmüşken,  tüm Anadolu’yu hayata döndüren, Anadolu insanını Moğollara karşı örgütleyen ve doksan yaşında at sırtında Moğollarla savaşırken  şehit olmuş ciddi bir İslam önderidir. Üç kıtaya yayılmış Osmanlı barışının gerçek mimarlarından biridir.

Nasrettin Hoca, yani Ahi Evran kimdi? Tasavvuf üstadı Ahmed Yesevi’den maneviyat ilmi tahsil etmiş, tesir ve felsefe üstadı Fahreddin Razi’den tefsir, felsefe ve doğa bilimleri öğrenmiş, çağının tüm bilgi birikimini sinesinde toplamış, zalim Moğollara ve şımarmış Selçuklulara karşı Anadolu entelektüellerini Abdalan-ı Rum adıyla, Anadolu kadınlarını Baciyan-ı Rum adıyla, esnafları Ahiyan-ı Rum adıyla, savaşçıları Gaziyan-ı Rum adıyla örgütlemiş, moralini ve ümidini yitirmiş bir halka yaşam nefesi olmuş ve mücadele azmi aşılamış, yıllarca hapis yatmış, doksan yaşında bile gençlik ruhundan bir şey kaybetmeden at sırtında savaşıp şehit olmuş ve tüm bunlara rağmen mutluluğundan, yaşam sevincinden, umudundan ve Cem Yılmaz’ınki kadar mükemmel mizah yeteneğinden hiçbir şey kaybetmemiş bir insandı. Ahi Evran.

Ona bu muhteşem ruhu kazandıran Kuran’ın öğrettiği bir bilgelikti. Şartlar bu kadar zor ve yıldırıcıyken onun mücadeleyi bırakmaması ve mücadele halinde bile eksiksiz mizah yeteneğini koruyabilmesi Kuran’ın Ahzab Suresinde ve Ali İmran suresinde gerçek Müslümanlara öğrettiği şu bilgelikten kaynaklanıyordu: “Dünyanın tüm orduları bile bir avuç Müslümana karşı ittifak halinde saldırıya geçse, o bir avuç gerçek Müslüman mücadeleye devam eder ve şöyle der: ‘bu savaş Allah’ın bizlere vaat ettiği bir savaştır. Tüm bu düşmanların ipleri Allah’ın hikmet elinin altındadır. Mücadeleye devam edeceğiz. Ve Allah bizi muzaffer kılacak.” İşte Anadolu’nun çöküşünden üç kıtaya yayılmış Osmanlı barışını doğuran, Ahi Evran’ın, Baba İlyas ve Baba İshak’ın, Hacı Bektaş’ın, Taptuk Emre ve Yunus Emre’nin ve Şeyh Edebali gibi insanların sahip olduğu bu bilgelikti.

Bugün de, önümüzdeki otuz yıla baktığımızda ülke, İslam ümmeti ve insanlık ölçekli felaketler bizleri bekliyor. Ben bu hususta karınca kaderince neler yapabileceğimizi son yedi yılda yazdığım makalelerde anlattım şimdiye kadar. Fakat psikoterapistimin de haklı tavsiyesiyle bu felaketleri önleyemeyeceğimize kesin karar getirdim. Aslında tüm bu felaketleri aşmak mümkün. Fakat küresel ölçekli bir seferberlik gerekiyor ve bu seferberlik bugünün koşullarında mümkün değil. Fakat psikoterapistim şunları da söyledi bana: “Küresel Isınma felaketi bizleri küçük kaygılardan uzaklaştıracak. Küresel bir olgunlaşma ve dayanışma ruhu yaratacak. Kolektif travmalar böyle yapar.” Ben de ona haklı olduğunu söyledim. Ve ekledim: “Ve o yeni güzel dünya kurulduğunda o dünyanın insanları bugün bizlerin yapıp ettiklerine bakacak ve onları göz göre göre felakete sürüklediği için muhtemelen bugün yaşayan bizleri lanetle anacak.” “Haklısın” dedi.

Bu felaketlere engel olamayacağımızı bilsem de insanlara yaşam sevinci ve umut vermeye devam etmeye çalışacağımı söylemiştim. Psikoterapistimden çok şey öğrendiğimi fakat onun da benden çok şey öğrendiğini söylemiştim. Bir buluşmamızda şöyle sormuştu bana: “umut öğrenilebilen bir şey mi? Bu bilgi benim için çok kıymetli…” Ben de ona umutsuz dönemlerinden ve dünya görüşümü radikal bir biçimde dönüştürdüğüm birkaç zamanda nasıl hayata umutla sarılmaya başladığımı anlatmış ve “umut öğrenilen bir şeydir” demiştim. Yine bir gün şaşkınlıkla “Sen ölümden gerçekten korkmuyor musun?” diye sormuştu. Ben de ona bazı nadir anlarımda ölünce bir hiç olacağımı düşündüğümde içimi kaplayan dehşet duygusunu anlatmış ve ateistlerin bu dehşetle nasıl başa çıkabildiğini hiç bilmediğimi söylemiştim. “Ama” demiştim “Allah’a ve ahirete imanım tam. Ölümden gerçekten korkmuyorum. Ölünce çok güzel bir yere gideceğime inanıyorum. Ama…” diye eklemiştim, “…sadece ben cennete giderken gençleri, en başta yeğenlerimi, cehennem gibi bir dünyaya bırakmak düşüncesi beni çok korkutuyor. Ben sadece ben ölüme giderken gençleri, en başta yeğenlerimi, güzel bir dünyaya adım atarken görmek, gözüm arkada gitmemek istiyorum. Beni hayatta tutan azim bu.”


XVII.

Makaleye nihayet verirken bu makaledeki düşünceleri beni üç gün boyunca uykusuz bırakan mesane ve prostat iltihabıyla boğuşurken geliştirdiğimi söylemiştim. Şu anda o dönemdeki sancılarımı ve korkularımı etrafımdaki dostlarıma anlatırken onları kahkahaya boğabiliyorum. Ve bu dünyada ya da ahirette bir gün tüm bu yaşadığımız kolektif felaketleri kahkahalarla birbirimize anlatabileceğimize inanıyorum. Fakat mesane ve prostat iltihabı geçirmek, bir yandan da yaşlılığımın başladığını gösteriyor. Ahi Evran’ın doksan yaşında bile genç ruhlu söylemiştim. Ben de dinimin verdiği şevkle hala hayli genç ruhluyum. Fakat bedenim ihtiyarlıyor. Bir yandan sürekli kullanmak zorunda olduğum psikoterapik ilaçlar ve iğneler var. Bunla adım adım bilişsel yeteneklerimi söndürüyor. Bir yandan gerek alışkanlık gerekse de sürekli iğneli olmanın verdiği yorgunluk haliyle hareketsiz yaşıyorum. Omuzumda, sırtımda, belimde, dizlerimde hareketsizlikten kaynaklanan rahatsızlıklar var. Ve ölmeden önce sürünür müyüm diye korkular yaşadığım oluyor. Bir yandan annemle yaşıyorum ve annem benim tüm kahırlarıma katlanıyor. Annem benden önce vefat ederse, aile üyelerim benim yaşlılıktaki kahırlarımı çekebilecek mi endişeleri yaşıyorum. Fakat bu prostat ve mesane iltihabında kendi kendime sorduğum gibi “sen bu halinle Allah’tn razı mısın?” sorusuna verdiğim “razıyım” yanıtı ve Kuran, Bediüzzaman, felsefe, dinler tarihii psikoloji ve tasavvuf okumalarım içime bir tevekkül hali de veriyor. Bediüzzaman şöyle der: “Allah’a iman güzel ya da çirkin görülen her eylemin arkasında Allah’ın olduğu bilmeyi, yani tevhidi; tevhid ise Allah’a tevekkülü ve güvenmeyi; Allah’a güvenmek ise iki dünya mutluluğunu netice verir,” Yavaş yavaş ihtiyarlama ve ölmeden önce sürünme korkularımı da aşıp her hususta Allah’a tevekkül etmeyi öğreniyorum. Ve tevekkülü öğrendikçe içim rahatlıyor.

Bu yazıyı Titanic filmindeki felaketin bende çağrıştırdığı duygulardan hareketle yazmıştım. Ve bu makaleyi okuyan bazılarımız hayli yaşlı olsak da ve bu felaketlerin bir çoğunu görmeyecek olsak da, yaşlanma ve ölümden önce sürünme korkuları yaşıyoruz. Ve bu acı pek çok yaşlımızın en büyük travması. Bediüzzaman ölmeden önce ihtiyarlıktaki bu sürünme haline “kişiyi cennete hazırlamak için Allah’ın yaptığı cerrahi bir operasyondur” diyor. Bir halamız ve eniştemiz vardı. Her ikisi de seksen doksan yaşlarında vefat ettiler. Çok samimi dindarlardı ve birbirlerine ölene kadar aşıklardı. Seksen yaşındayken bile eniştemiz halamıza ‘güvercinim’ diyerek hitap ederdi. Bir gün halamız yemek yeme ve konuşma yeteneğini yitirdi. Yatalak oldu ve seruma bağlandı. Geri kalan ömrü boyunca konuşamadı ama halinden anlıyorduk ki sürekli Allah’a dua ediyordu. Neyse o vefat edince,  doksan yaşına yaklaşmış eniştemiz ağır bir travma yaşadı. Ve bilincini ara sıra kaybetmeye başladı. Birkaç yıl da o bu rahatsızlıkla boğuştu. Ve sonra o da vefat etti. Eniştem de vefat edince biz biraz hüzünlü fakat mütebessim bir halde “nihayet sevgililer birbirine kavuştu. Zamanı gelince bizler de onların yanına gideceğiz” diyerek huzurla eniştemin taziyesini yaptık.  Her ikisine de yaşlılıklarında yıllarca dayım ve yengem ev sahipliği yapmıştı. Yani dayım ve yengem muazzam bir sevap kazandılar ahiret adına bu süreçteki zahmetleriyle. Cennete layık hale geldiler.

Nihayetinde iki üç ay kadar önce halamızı ve eniştemizi bence sadık bir rüyada gördüm. Güzel bir evde oturuyorlardı. Eniştem neşeyle bana birkaç cümle söyledi. Ve “halan dolma yapmış. Yemek ister misin? “ diye sordu. Rüyadan uyandım. Ve onların şimdi cennetteki hallerini gördüğümü anladım.

Evet. Yaşlanıyorum, benim hayatıma değer katmış tüm büyüklerim, amcalarım, dayılarım, halalarım, teyzelerim, annem yaşlanıyor ve ölüme hazırlanıyor. Ve bu yazıyı okuyan yaşını başını almış bazılarımız belki de yeryüzü ve ülke ölçekli bu travmaları görmeden bu yaşlılık travmasıyla geri kalan ömür geçireceğiz. Benim bu hususta söylemek istediğim tek cümle var: “Ey dünyanın bütün travmaları ve felaketleri! Toplanın ve saldırın. Hepinizin ipi Allah’ın hikmet, inayet ve rahmet elinin altında duruyor. Bu dünyadaki hayatımız sonuçta hepimiz için ihtiyarlıkla ve ölümle nihayete erecek olsa da,, eninde sonunda bizleri muhteşem bir gençlik, mutluluk, şölen ve bağbozumu şenliği bekliyor ahirette” Titanic filminin kahramanı Rose’un ölüme giderken gördüğü cennet hayalindeki gibi bizi dostlarımıza ve sevgilimize kavuşmak bekliyor. İstediğinizi yapabilirsiniz. Hiçbirinizden korkmuyorum.”

Efsanevi Titanic filminin ve üç günümü tümden uykusuz geçiren bir prostat ve mesane iltihabının bende uyandırdığı düşünceler bunlardan ibarettir. Ve otuz üç gündür iğne etkisinde olsam da, bu yazının enerjisini yatıştırmak için yarın yemek zorunda olduğum yeni iğnenin gölgesinde, yani tam elli üç gününü aralıksız iğne etkisinde geçirmiş olarak, ruhum Tanrı’ya ve topluma karşı görevini yerine getirmiş olduğunun bilincinde olacak ve yatakta bir yirmi gün daha keyifle dinleneceğim.

Bir kırıntı kadar bile olsa yaşama sevinci ve umut duygusu uyandırabilmiş olmak dileğiyle yazdım bu yazıyı. Son birkaç yıldır ne gibi makaleler yazdığımı soran insanlara “Titanic filminde gemi batarken konser veren kemancılar var ya… Onların yaptığı işi yapıyorum” diyordum. Umarım yeryüzü gemisi batarken bu makale de okuyana bu keman konçertosu gibi ulvi bir keyif verir.

Saygılarımla…        

 

         

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement