RUH VE BEDEN ORTASINDA İNSAN
BATILI SOSYAL TEORİNİN MÜTEVAZI BİR ELEŞTİRİSİ
Esat ARSLAN
30 Nisan 2024
21 Şevval 1445
I.
Bu denemeyi Aliya İzzetbegoviç’in klasikleşmiş eserine kısa bir dipnot olarak da düşünebilirsiniz.
Üniversite
birinci sınıftan itibaren sistematik olarak materyalist bir eğitime maruz
bırakıldım. On dört-yirmi iki yaşlarım arasında yüksek idealler uğruna nice
fedakarlıklar yaptığımız bir cemaatin içerisinde bulundum. Daha sonrasında, 27
Nisan sürecinde yine yüksek idealler namına Genç Siviller Rahatsız grubuna
katıldım. Yirmi iki yaşımdan itibaren, bir psikolojik rahatsızlık yaşamamamın
sonucunda, psikoloji ve psikoterapi klasikleri okumak ve kendimi ve insanı ve
insanın temel ihtiyaçlarını daha derinden anlamaya çalışmak zorunda kaldım. Ailemin
siyasetle ilişkisi sonucunda, pek çok devlet adamıyla sohbet imkanı buldum. Bilim
ve düşünce, bireysel tecrübe temelleri üzerinde yükselir derler. Bu denemede
sizlerle tecrübelerim ve okuduklarım arasında yaşadığım çelişkiyi paylaşmak
istiyorum.
İnsan
ruh ve beden bütünlüğüne sahip bir varlık. İnsanın bedensel ihtiyaçları olduğu
gibi ruhsal ihtiyaçları da var. Ve insanın yaşam hikayesini, tarihi ve toplumu
bu iki ihtiyaç silsilesi beraberce belirliyor. Antik zamanlarda, yani
Platonların ve Aristoların zamanında, felsefi düşünce insanın ruh ve beden
bütünlüğü beraberce gözetilerek şekillendirilirmiş. Zira antikler sadece
insanın değil, bir şehrin ve evrenin de bir ruhu olduğuna inanırlarmış. Fakat
Descartes ve Galileo’dan sonra evren ruhsuz bir madde ve mekanizma olarak
kavranmaya başlandı. Her ne kadar Descartes ruhu insanın içyüzü olarak
kavramaya çalışsa da, On dokuzuncu yüzyıldan sonra evrim kuramı ve beyin bilim
çalışmaları insanı da ruhsuz bir beden olarak görmeye başladı. Daha sonrasında toplum
bilimleri bu kozmolojiye ve bu insanbilime göre şekillendi. Şu anda sadece doğa
bilimlerinde değil, birkaç istisnayı saymazsak toplum bilimlerinde de materyalist görüş
hakim. Ve bu materyalist görüş insan ruhunun ihtiyaçlarını bilmediği için insana
gerçek mutluluğu sunma yeteneğine de sahip değil. Hele ki insan, toplum ve
tarih, materyalist bir perspektifle şekillendirilmiş toplum bilimleri zemininde
etüt edildiğinde insanı oldukça kötümser bir ruh hali kaplıyor ve insan dünyaya
geldiğine pişman oluyor. Oysa bence insan, insanın içinde yaşadığı toplum,
insanlık tarihi ve doğa benim kanaatime göre insanlara mutlu bir yaşam kurma
yönünde hayli motivasyon da verebilecek bir potansiyele sahip. Bu denemede bu
potansiyelin temellerini atmak istiyorum.
II.
Bu
yazıya vesile olan şey, benim bundan birkaç gün önce materyalist bir antropolog
olan Malinowski’nin Bilimsel Bir Kültür Teorisi adlı kitabını okumuş olmam. Son
on altı yılda pek çok toplum bilimi klasiğini okudum ve onlardan çok şey
öğrendim. Fakat öğrenmenin heyecanı geçtikten sonra, kendi ruhsal terapimi
yapmaya çalışırken materyalist temellerde yazılmış bu külliyatın insanlığa ve
benim bireysel yaşamıma nasıl bir katkısı olduğunu düşünmeye başladığımda,
aslında belli ciddi faydalarıyla beraber, insana bu külliyatla sınırlı bir
bakışın insan yaşamına hayli zarar verdiğini düşünmeye başladım. Bir süredir,
okumuş olduğum ve hayranlık beslediğim bu düşünürlere eleştirilerimi kaleme
dökmeyi arzuluyordum. Fakat bir türlü bir yerinden tutamıyordum. Nihayetinde
Malinowski’nin kitabı ihtiyaç duyduğum kıvılcımı ateşledi ve ben de bu denemeyi
yazmaya karar verdim. Birkaç gün düşündüm, kaba bir taslak hazırladım,
sistematik bir plana bağlı kalmadan düşüncelerimi olduğu gibi aktarmaya karar
verdim. Ele almak istediğim çok sayıda düşünür var. Bunu nasıl bütünlüklü bir
kompozisyon haline getirebilirim bilmiyorum. Biraz dağınık bir metin olabilir.
Fakat dağınık ve kusurlu da olsa temel mesajı aktarabildiğim takdirde kendimi
başarılı olmuş sayacağım.
III.
Malinowski
insanı temelde hayatta kalmadan başka bir amacı olmayan bir hayvan olarak
tanımlıyor. Agamben’in dediği gibi ‘zoe’ olarak kavranan bir hayat bu. Yani
bağrında hiçbir manevi boyut taşımayan salt hayvani varoluş. Bu hayvanın belli
bedensel ihtiyaçları var: beslenme, cinsellik, korunma, barınma, sağlık,
büyüme, vs. Ve Malinowski bizim ulvi ve kutsal bir değer atfettiğimiz, bazen
uğrunda ölüme gitmeye razı olduğumuz kültürü, en temelde bu hayvanın bedensel
ihtiyaçlarını doyurmak için ortaya çıkmış bir sistem olarak ele alıyor. Yani “din,
bilim, sanat, vs kutsal saydığımız kültürün değeri nedir?” diye sorduğumuzda,
Malinowski için, bunların insan denen hayvanın bedensel ihtiyaçlarını
karşılamaktan başka bir değeri yok. Böyle olunca da kültür, hayvani varoluşa
hizmet etmekten başka bir değere sahip olmuyor.
Malinowski
kültür üzerine düşüncelerini materyalist evrim kuramına dayandırıyor. Descartes
ve Galileo’nun açtığı yolu kemale erdiren evrim kuramına göre, insan, evrenin
kenarında kıyısında tesadüfen ortaya çıkmış ve hayatta kalmaktan başka bir
amacı olmayan bir yan üründen daha öte bir değere sahip değil. Ve evrim
kuramında böylece kavranan insanın bağrında, ahlak, din, felsefe, hakikat,
güzellik gibi bazen uğruna kendimizi feda ettiğimiz yüksek değerlerin herhangi
bir yeri yok. Evrim kuramı için tüm bu yüksek değerler, kıt kaynakları ele
geçirmek adına giriştiğimiz güç ve çıkar mücadelelerinin bir maskesi olmaktan
başka bir anlam ifade etmiyor. Çünkü evrim kuramında insanın hayatta kalmaktan
başka hiçbir amacı yok.
Oysa
evrene bu bakış hakim olmadan önce, antik zamanlarda, yani Platonların
Aristoların zamanında, insan en yüksek ve kutsal bir biçim ve ideal olarak
görünen Tanrı’nın yeryüzündeki en mükemmel yansıması olarak kavranırdı. Ve
insanın bağrında sadece yaşamak değil, Tanrı’ya doğru yönelmek, Tanrısallaşmak
ve Tanrı’yla bütünleşmek amaçları da yatardı. Yani insan Aristo ve Platon’un
gözlerinde sadece yaşamak için değil, aynı zamanda iyi yaşamak için dünyaya
gönderilmişti. Ve ahlak, din, felsefe, hakikat, bilim ve güzellik, yani bir
bütün olarak kültür, Tanrısallaşma yolunda insanın yüreğine mal etmesi gereken
kutsal değerler olarak kıymet kazanırdı. Yani kültürel değerler, evrim
kuramının ve Malinowski’nin iddia ettiğinin hilafına, öylesine yüksek ve
kutsaldı ki gerçekten de uğruna ölmeye değerdi.
IV.
Nietzsche
de, bütün felsefesini insanın evrim kuramında zikredildiği üzere hayatta kalmak
ve hayatta kalmak uğruna çevresiyle güç ve çıkar mücadelelerine girmekten başka
bir amacı olmayan bir hayvan türü olarak insan fikri üzerine temellendirir.
Haliyle Nietzsche için, bizim kutsal saydığımız ahlakın ve ahlaki değerlerin
herhangi bir kutsallığı yoktur. Zaten böylesi bir hayvan olarak kavranmış
insanın bağrında ahlaka zemin oluşturacak bir yer de yoktur. Bu sebeple
Nietzsche, insanda ahlakın kökenini insan bedeninin maruz kaldığı travmatik bir
bastırmaya dayandırır. Ve ahlakın kaynağı ve insanın en kutsal değeri olan
merhameti ‘sürü ahlakı’ diyerek aşağılar.
Evrim
kuramına göre insanın bağrında ahlaka yer olmadığı için ahlakın travmatik bir
bastırmaya dayanmış olması lüzumu kendini Freud’da, Lacan’da, Durkheim’da ve
Norbert Elias’da da devam ettirir. Oysa bu isimler daha hiç kültür görmemiş,
konuşma yeteneği de olmayan bir memeli hayvanın kendi yavrusunu nasıl
sahiplendiği ve yavrusunu tehlikelerden korumak için kendisini nasıl ölüme
attığı üzerine tefekkür etmiş olsalardı, ahlakın kaynağı olan ‘merhamet’in
organik bedenlerimize nasıl kazınmış olduğu üzerine de düşünce serdetme
yeteneğine sahip olacaklardı. Hayvan yaşamı bir bütün olarak etüt edildiğinde,
örneğin Robert Solomon’un Adalet Tutkusu adlı kitabı okunduğunda ya da çağdaş
hayvan bilimi kitapları etüt edildiğinde, ahlak ve adalet duygusunun sadece bir
insan yapıntısı değil, canlılığın temel bir belirleyicisi olduğu da
görülecektir.
Dediğim
gibi antikler, yani Aristo ve Platonlar için, evrendeki tüm canlı varoluş
Tanrı’nın bir yansıması olarak anlam kazandığı ve her canlıda Tanrısallaşmak ve
Tanrı’yla bütünleşmek gibi bir hedef olduğu için ahlak, adalet, merhamet gibi
duygular evrim kuramının aksine sadece güç ve çıkarlara örtülen bir maske
olarak değil, kozmozda ve evrende asli yeri olan değerler olarak
görülebiliyordu. Fakat evrim kuramından sonra modern insan bu bakışı tamamen
yitirmiştir.
V.
Materyalist
evrim kuramının izinde giden Nietzsche için, sadece ahlak ve adalet duygusu
değil, çok daha ötesinde düşünme, görme, işitme ve sevme gibi eskiden bize
hakikati keşfetme imkanı verdiğine inandığımız yeteneklerimiz de bir hayvan
olarak hayatta kalma çabamızın ortaya çıkardığı, hakikati keşfetme yeteneği
olmayan ve sadece güç ve çıkar mücadelelerimiz adına anlam kazanan
yeteneklerdir. Dediğim gibi Aristo ve Platonlar gibi düşünme, sevme, işitme ve görme gibi yeteneklerimiz Tanrısal
düşünce, Tanrısal ve kozmik aşk ve Tanrısal müşahede, görüş ve işitişin
insandaki yansımaları olduğu için bunlar kutsal ve hakikati keşfetme imkanı
veren özelliklerimiz olarak görülürdü. Fakat evrim kuramı ve evrim kuramının
izinde giden Nietzsche için bu kutsallık tamamen yok oldu.
Oysa
eğer on dokuzuncu yüzyıl evrimcileri ve Nietzsche, kendi dönemlerindeki hızlı
materyalizmin heyecanına kapılmamış ve çağımızın beyin bilim araştırmalarından
haberdar olmuş olsalardı, örneğin Dan Charles’ın çığır açan çalışmalarına
bakmış olsalardı, düşünme, sevme, işitme ve görme gibi ruhsal yeteneklerimizin
zerresinin bile maddeden türetilemeyeceğini görmüş olurlardı. Canlıların evrim
sürecinde radikal bir kopuş yaşanmadan canlıya düşünme, sevme, görme ve işitme
gibi ruhsal yetenekleri kazandırabilmek mümkün değildir. Ve evrim tarihinde
gerçekleşmesi gereken bu radikal kopuş evrim kuramının materyalist temellerini
çökertir. Eğer bu yapılmış olsaydı, Nietzsche gibi materyalistler, eskiden bize
hakikati keşfetme yeteneği verdiğine inandığımız bu yeteneklerimiz için
maddeden daha başka, kozmik ve Tanrısal bir kaynak bulmak zorunda olduğumuzu da
söylemek zorunda kalırlardı. Yani canlıların evrim tarihinde hayatta kalmak
için güç ve çıkar ilişkilerine girmenin dışında başka ruhsal faktörlerin de rol
oynadığını söylemek… Fakat böyle olmadı.
VI.
Marx
da, tüm görüşlerini materyalist evrim kuramına dayandırır. Onun için insanı
insanı yapan şey hayatta kalmak için karnını doyurmak zorunda olmasıdır. İnsanı
hayvandan ayıran özellik ise, Marx’a göre, karnını doyurmak için alet yapabilme
yeteneğidir. İnsanın özü Marx’da budur: yani bedenini doyurmak için yaşamak ve
yaşamak için alet kullanarak emek sarf edip doğayı dönüştürmek. Marx buna
üretim tarzı adını verir ve üretim tarzı, Marx için, insanın bedeni ve toplumun
altyapısıdır. Marx için insan ruhu ise üstyapıdır ve bedenin ve üretim tarzının
güdümü altındadır. “İnsanlar önce yaşar, sonra düşünür” der Marx. Haliyle Marx
için bizim bazen kendimizi uğruna ölüme götürdüğümüz dinimiz, devletimiz,
felsefi ya da ideolojik hakikatlerimizin, özünde, bedensel ve hayvani
yaşamımızı sürdürme çabamızın ötesinde bir değeri yoktur.
Marx
için komünist toplum dışında tüm üretim tarzları üretim araçlarına sahip
olanların bu araçlara sahip olmayanları sömürme temeli üzerine yükselmiştir. Haliyle
Marx için her devlet, her din ve her ideoloji, yani her üstyapı kurumu, egemen
sınıfın sömürülen sınıfı baskı altında tutmak için kullanmaktan öte bir değere
sahip olmayan birer aygıttan ibarettir. Toplum Marx için güç ve çıkar
savaşlarından başka bir şey değildir.
Marx
zamanında Abraham Maslow ve Victor Frankl gibi hümanist ve varoluşçu
psikologlar yoktu. İnsan mutluluğunun kökenlerini araştıran pozitif psikoloji
bilimi de Marx zamanında yoktu. Peki eğer Marx, beden-ruh ve altyapı-üstyapı
kuramını geliştirirken bu psikologlara baksaydı neler görürdü ve kuramını nasıl
değiştirirdi?
İnsanın
toplumuna ya da insanlığa katkı sunarak ve kendini kendinden daha yüksek bir
ideale adayarak hayatına anlam katma çabası en az karnını doyurma ve biyolojik
yaşamını sürdürme çabası kadar insanın temel bir ihtiyacıdır, bu psikologlar
için. Ve pek çok dinin, din önderinin ve devlet adamının hayatına bakıldığında
topluma ve insanlığa katkı sunarak ve gerekirse bu uğurda ölümü göze alarak
hayata anlam verme çabasının bu insanlarda hayatta kalma çabasından çok daha
öte bir hedef olduğu gözden kaçmayacaktır. Örneğin Buda’nın, Konfüçyüs’ün,
Lincoln ve Gandhi’nin çile ve ıstırapla dolu yaşam hikayelerini Marxist bir
perspektifle doğru dürüst analiz edebilmek mümkün değildir.
Pek
çok insan için de “toplumumuz nasıl daha iyi bir toplum haline gelebilir?”
sorusuna yanıt olarak verilmiş ideolojilere adanmış yaşamların ‘güç ve çıkarı
maskelerle örtmek’ düşüncesiyle alakası yoktur. Sovyet ve Çin deneyiminden
dolayı Marxizm’e düşman olan, fakat geleneksel yaşamın güzelliklerini
yaşatabilmek için kendini muhafazakar ideolojiye adamış ve Avrupa’da hakim olan
Marxizm’e sert, güçlü ve derinlikli eleştiriler getirdiği için toplumsal linç
yeyip ağır bedel ödemiş Roger Scruton’un muhafazakarlık savunusunu basitçe güç
ve çıkar savaşı zemininde kodlayamazsınız. Scruton ne aldatılmış bir figürdür
ne de zengin kesimlerin sözcüsüdür. Sadece kendi inandığı hakikatleri bedelini
ağır bir biçimde ödeyerek savunmuştur.
Marx
bu psikologları okumuş olsaydı, sevme, sevilme, aidiyet duyma ve ait olduğumuz
kimlik için gerekirse ölümü göze alarak fedakarlıklar yapma duygumuzun da en az
hayatta kalma, hayatta kalmak için karnını doyurma, bu uğurda alet kullanarak
doğayı dönüştürme çabası kadar temel bir insan ihtiyacı olduğunu fark edecekti.
Kendini bir topluma, ulusa ve devlete ait hissetme ve bu toplumun, ulusun ya da
devletin geleceği namına seferber olma duygusu en az güç ve çıkar mücadeleleri
kadar devletleri, toplumları ve ulusları şekillendiren duygulardır. Amerikan Bağımsızlık Savaşlarında çekilen
çileleri, Türk Kurtuluş Savaşındaki
fedakarlıkları, Sömürge Karşıtı Mücadelelerde hakim olan kolektif ruh hallerini
açıklamak için kullanılacak kavram seti güç ve çıkar değildir. Kimse güç ve
çıkar için ölüme bile bile gitmez. Gücünü ve çıkarını artırmak için ölümü göze
almak fikri kendi içinde çelişkilidir. Bu mücadeleleri anlamak için
kullanılması gereken kavram seti bedene değil, ruha ve ruhun ihtiyaçlarına
referans veren bir kavram seti olmalıdır.
Antikler
için, Platon ve Aristo gibiler için insanın sadece yaşamak değil, aynı zamanda
iyi yaşamak istediğini, iyi yaşamanın, yani güzel değerler için yaşamanın
insanın fıtratına kazılı olduğunu ve bu düşünürler için dinin, devletin,
toplumun sadece yaşamak için değil, aynı zamanda özünde iyi yaşamak uğruna
kurulmuş olduğunu söylemiştim. Sanıyorum, Marx’ın bize öğrettiği pek çok şeyin
yanı sıra, Marxist din, devlet, ideoloji ve toplum görüşünün özüne ‘iyi yaşam’
kavramı konularak bir reformdan geçmesi gerekiyor.
VII.
Materyalist
evrim kuramına dayalı görüş geliştiren önemli insanlardan biri de Michel
Foucault. Michel Foucault için, bizim bazen kendimizi uğruna ölüme götürdüğümüz
hakikatlerin ve bilginin bir güç inşa etme ya da toplumu kontrol altında tutma
dışında bir amacı yoktur. Yani hakikat kutsal filan değildir, o sadece güç elde
etme çabasının bir aygıtı olmaktan ibarettir.
Foucault
fikirlerini “Bilginin ve hakikatlerin amacı bilgelik kazanmak değil, güç elde
etmektir” diyen bir Francis Bacon Avrupası ve devletlerin 17. Yüzyıldan
itibaren kapitalizme ve sermaye birikimine hizmet etmek için şekillendiği ve bu
uğurda fakirleri ezdiği Batı toplumu için geliştirdi. Bu sebeple önemli bir
yere kadar haklı. Fakat yine de 17. Yüzyıldan itibaren Batı’da kapitalizme ve
devlete karşı kolektif bir muhalefet dalgası da vardı ki, bu kesimlerin bilgiyi
ve hakikati arzularkenki amacı toplumu daha iyi kontrol etmek değil, “bu toplum
nasıl daha adil bir yer olabilir, bu toplum nasıl yaşanmaya değer bir yer
olabilir?” sorusuna cevap aramaya yönelik bir ıstıraptı. Yani bilgi ve hakikat
güçle ve toplumu kontrol arzusuyla ilgili olduğu kadar, ıstırapla, adalet
tutkusuyla ve iyi yaşam umuduyla da üretiliyordu Batı’da.
Aynı
perspektiften bakarsak, Osmanlı-Türk toplumunun modernleşme hikayesi de toplumu
daha iyi kontrol etme ve toplum üzerinde daha iyi güç kullanma arzusuyla
üretilmedi. Osmanlı devlet eliti, 1789’da III. Selim döneminden başlayarak, modernleşme
hamlesine giriştiğinde toplumu zaten kontrol ediyordu. Fakat savaşlarda ağır
yenilgiler radikal bir modernleşme hamlesini mecbur kılmıştı. Osmanlı devlet
eliti o döneme kadar kendini, toplumun, yani reaya’nın/sürü’nün, çobanı olarak
görüyordu. Buradaki çoban-sürü benzetmesinin ruhu, sürünün sahibi olmak ve
sürüye istediğini yaptırmak değil, sürüden ve sürüdeki her koyundan ve her
koyunun gelişiminden sorumlu bir lider olmaktı. Örneğin Ruslarla savaşta ağır
bir yenilgiden sonra, Ruslar Kırım’daki Müslümanları katliama maruz bırakınca,
yaşadığı acıya dayanamayan I. Abdülhamit felç geçirmiş ve ölmüştü. Çünkü
kendini, sürüyü istediği gibi kullanabilen bir lider olarak değil, sürüden
Allah karşısında sorumlu bir halife olarak görüyordu. III. Selim de modernleşme
hamlelerinde ölümü göze almış durumdaydı ve nihayetinde öldürülmüştü. Daha
fazla güç için ölümü göze almak kendi içinde çelişkilidir. İnsan ancak kutsal
bir değer, ideal ya da ıstırap namına ölümü göze alabilir.
İşte
1789 sonrası Osmanlı-Türk modernleşmesinin tüm aktörlerine, onların yaşam
hikayelerine ve onların Batı’dan intikal eden bilgiyle ve hakikatlerle kurdukları
ilişkisiye baktığınızda merkeze toplum üzerinde daha fazla güç kullanmak
arzusunu değil, “toplumumuzu bizi tehdit eden Batı karşısında nasıl ayakta
tutabiliriz?” ıstırabını göreceksiniz. Yani Osmanlı-Türk modernleşmesi ve onun
bilgi ve hakikatle ilişkisinde eksen kavram, Foucalut’nun iddia ettiği gibi
‘güç’ değil, ‘ıstırap’tır.
Platon
ve Aristo gibiler için, hayatın esasının sadece yaşamak değil, aynı zamanda iyi
yaşamak, yani yüksek değerler ve idealler namına yaşamak olduğunu ve Platon ve
Aristo gibi antikler için toplum ve ülkenin de bu zeminde kurulmuş varlıklar
olduğunu söylemiştim. Aktif bir siyasetçi olmayan Platon’un Devlet’i yazarken
ya da yine bir siyasetçi olmayan Aristo’nun Etik ve Politika’yı yazarken temel
dertleri Yunan şehirlerini nasıl daha iyi kontrol edebiliriz değil, “Yunan
şehirlerini nasıl daha iyi, daha ahlaklı, daha meziyetli ve daha erdemli hale
getirebiliriz” sorusuna yanıt vermeye çalışmaktan ibaretti.
Bu
gerçekleri görmeyip Foucault’nun bilgi-hakikat-güç kavramlarını her topluma
şablon gibi uygulamak bir dogmatizmden ibaret olacaktır.
VIII.
Bu
denemenin başından beri iddiam şu: insan materyalist evrimcilerin ya da
materyalist evrim kuramına yaslanan toplum bilimcilerinin iddia ettiğinin
aksine sadece güç ve çıkar peşinde koşan bir beden ve hayvan değildir. O aynı
zamanda yüksek bir ruhu olan ve ruhsal değerler namına çile çeken ve ruhsal
değerler namına toplumu şekillendiren bir varlıktır. Ele almak istediğim son
bir kuramcı kaldı: bütün bir toplum ilişkiler ağını ve toplumsal insanın
psikolojisini güç ve çıkar etrafında analiz eden Pierre Bourdieu.
Pierre
Bourdieu kuramını şekillendirirken açıkça bir materyalist olduğunu söylüyor. Bourdieu
için için insan özünde güç, yani sembolik iktidar, peşinde koşan bir hayvandır
ve insanın tüm sahip oldukları bu güç uğruna kullanılan bir sermayeden
ibarettir. Paranın bir sermaye olduğunu zaten hepimiz biliyoruz. Fakat Bourdieu
için, dostluk kurduğumuz insanlarla ilişkilerimiz de samimi ve hasbi değildir,
bu ilişkiler sosyal sermaye adını alır. Yine hakikati öğrenme, güzelliği
keşfetme ve hayatımıza anlam kattığına inanma gibi duygularla yaklaştığımız
kültür de özünde kutsal filan değildir. Kültürel birikim Bourdieu da
entelektüel sermaye adını alır. Yani Bourdieu için, insanın sahip olduklarının,
güç ve sembolik iktidar peşinde peşkeş çekilen sermaye olmaktan başka bir
değeri yoktur.
Bourdieu
“insan ölümden korkar. Haz peşinde koşar. Acıdan kaçar. Ve güç sahibi olmak ve
şan ve şöhrete kavuşmak için mücadele eder. İnsan varoluşunun başka bir anlamı
yoktur” diyen bir materyalist Thomas Hobbes’un ve kapitalist iktisat biliminin
ve insanın ruhsal boyutlarını hiçe sayan bir materyalist evrim kuramının
kolektif olarak hükmettiği bir Avrupa atmosferinde yaşıyor ve yazıyor. Bu
sebeple dediklerinin kısmi olarak geçerli olduğu gerçeğini reddetmeyeceğim.
Fakat modern Avrupa’da bile kendini yüksek ideallere adamış ve bu uğurda ölümü
göze almış Stefan Zweig gibi sanatçıları, bilimsel bir sorunu keşfetmek için on
yıl kendini tüketerek kafa patlatmış Einstein ve Max Planck gibi bilim
adamlarını, birinci dünya savaşında Avrupa barışı için bir kardeşlik halkası
kurmuş Romain Rolland’ın etrafındaki insanların dostluk bağlarını, borsada
yaptığı serveti sanatsal çalışmalara adamış Keynes gibi iktisatçıların parayla
ilişkilerini Bourdieu’nun verdiği perspektifle sınırlı bir biçimde kavramaya
çalışırsanız hata edersiniz.
Bu
denemenin başından beri zikrettiğim üzere Platon ve Aristo gibi antikler,
kozmozu ve insanı ruhsal ve bedensel bir bütünlük olarak kavrıyor ve
analizlerinde sürekli insanın ruhsal ve bedensel bütünlüğüne referans
veriyorlardı. Aristo ve Platon için para bir sermaye değildi. Paraya sadece
temel ihtiyaçlarımızı ölçülü bir biçimde karşılamak amacıyla sınırlı bir
miktarda ihtiyaç duyuyorduk. Fazla para insan ruhuna zarar verirdi. Aristo ve
Platon çıkar ve haz dostluğunu erdem ve güzel idealler namına kurulan
dostluklardan ayırıyor ve çıkar ve haz temelinde değil, erdem peşinde dostluk
kuruyorlardı. Yine Aristo ve Platon için bilgi ve kültür şan ve şeref getirsin
diye öğrenilmiyordu. Platon ve Aristo, insan, bilgiyi ve kültürü kendi ruhuna
mal etsin, ruhunu bu yolla şekillendirsin ve insan olmaya layık bir insan, yani
Tanrısallaşmış ve Tanrı’yla bütünleşmiş bir insan olsun diye bilgiye ve kültüre
kutsal bir değer veriyorlardı.
Bourdieu’nun
materyalist insan düşüncesine taban tabana zıt bu idealist ve ruhçu felsefeyi
bir zamanlar tamamen ve kısmen şimdi de Müslüman bireylerin karakterini
şekillendiren tasavvuf mirasımızda da görebilirsiniz. Örneğin Feridüdddin
Attar’ın İlahiname’si tam da Bourdieu’nun insan tasarımına bir reddiyedir.
Şöyle der özet olarak Attar: “paranla hava atma. Temel ihtiyaçlarını
karşılayacak kadar para sana yeter. Menfaat için dostluk kurma. Hasbi samimi
dostluklar kur. Bilginle kimseye hava atma. Bilgiyi sadece ruhunu güzelce
şekillendirebilmek için öğren. Ve ne kadar yücelirsen yücel, kibir yapma.
İnsanlardan bir insan olduğunu bil. Ve kendine özel muamele isteme. Aksine en
başta hor görülenler olmak üzere topluma hizmet etmeyi en büyük şeref bil.” İnsanı
bir bedenden ibaret değil de, bir ruh ve beden bütünlüğü olarak ele alan ve
insan bedenine ancak ve ancak ruhun ve ruhsal değerlerin bir hizmetçisi olarak
değer veren Feridüddin Attar ve onun şahsında İslam tasavvufu için parasal,
sosyal, entelektüel sermayeler ve sembolik iktidar kurma çabası tamamen zemmedilmiş
faaliyetlerdir. İslam tasavvufu Bourdieu’nun tam zıddı değerlere sahip insanlar
yetiştirmiştir. Ve bugün sadece son örnekleri ayakta kalmış olsa da, bu felsefe
asırlarca İslam toplumuna hükmetmiştir.
IX.
Materyalist
temellerde inşa edilmiş ve nihayeti insan evriminin materyalist yorumuna
yaslanan: yani insanı özünde güç ve çıkar peşinde koşan; tüm hakikatleri
ideolojik manipülasyon ya da toplumu kontrol etmek için üretilmiş sayan;
insanların girdikleri dostlukları sadece sosyal bir sermaye olarak gören; devlet
kurumunu sadece ve sadece fakirleri ezmek amacıyla kurulmuş bir örgütten ibaret
olarak gören; insanın bilinçdışını vahşi arzuların yatağından ibaret bir yer
olarak kodlayan; düşünme, sevme, görme, işitme gibi yeteneklerimizi evrim
sürecinin yan ürünü sayan, vs bir insan ve toplum biliminin sınırlı
perspektifiyle dünyaya, topluma, insana ve kendinize bakarsanız insanlardan,
toplumdan, devletten, hayattan ve kendinizden nefret edersiniz. Ve hayata
geldiğinize pişman olursunuz. Zira en başta kendi kendinizi bu teorilerle
sınırlı bir bakışla etüt ettiğinizde kendinizi sefil ve aşağılık bir varlıktan
ibaret görmekten başka bir seçeneğiniz yoktur.
Burada
yaptığım eleştirilerde bahsettiğim kuramcıları tümden reddettiğim
sanılmamalıdır. Dediğim gibi insanın ruh ve bedenin bütünleşik bir varlığı
olarak kavrıyorum ve bu düşünürlerin insan ruhundan haberdar olmasalar da insan
bedenini bir yere kadar ciddi analiz ettiğine inanıyorum. Yani bu kuramcılar
insanın bedensel boyutuna dair sınırlı da olsa kıymetli şeyler söylüyorlar. Fakat
insanın ruhsal bir boyutu, bu ruhsal boyutun ihtiyaçları ve bu ruhsal boyutun
bedeni denetleme ve bedene ahlaki ve estetik bir biçim yeteneği de var. Bu
boyut da birer birey olarak bizlerde ve toplumda işliyor, biz her zaman
farkında olmasak da… Benim bu denemeyle söylemek istediğim, bir reddiye
çekmekten daha çok, insanı daha bütünlüklü bir biçimde ele alma çabasının elzem
olduğunu mütevazı bir biçimde hissettirmeye çalışmaktan ibaret.
Bu
hususu çok önemli görüyorum. Zira materyalist sosyal bilimlere yaslanan bir
dünya yarattık ve bu dünya 1980’den sonra materyalist iktisat bilimi üzerine
kurulmuş neolberal felsefenin tüm yaşamlarımızı istila etmesi neticesinde
içinde yaşanması tahammül edilemez bir hale dönüştü. Artık sevgililik
ilişkileri bile bedensel haz maksimizasyona dayanan bir girişim olarak
görülmeye başladık. İnsanlar bir zamanlar en kutsal değer saydığımız sevginin
bile ruhsal boyutlarını hissedemez hale geldi. Ve bu dönüşümde, burada
sıraladığım tüm bu kuramcıların düşünme, hissetme ve tahayyül etme
yeteneklerimizi ele geçirmiş olmasının payı çok büyük. Umarım bu denemenin bu
doğrultuda ufak da olsa bile katkısı olur.
X.
Çok
iyi bir sosyal bilimler eğitimi aldım ve son on altı yılda pek çok sosyal bilim
klasiği okudum. Başta okuduklarımı hiç sorgulamadan hap gibi yutardım. Ve
hayatıma mal eder ve toplumu ve insanları analizlerimde dogma bellemiş gibi
kullanırdım. Fakat sonrasında okumalarım genişledikçe ve derinleştikçe, kendi psikoterapimi
yapma ihtiyacım aciliyet kesp ettikçe, insanları daha yakından tanıdıkça ve
toplumumun sorunlarını daha yakından analiz etmeye başladıkça okuduğum
düşünürlere karşı kuşkularım ciddi olarak yoğunlaştı. Modern zamanlarda bilimin
ve felsefenin kişisel deneyim üzerine yükseldiğini söylemiştim. Kişisel
deneyimlerim, çevremdeki dostlarıma dair gözlemlerim, kendi hayat maceram ve
okuduğum düşünürler arasındaki ihtilaflı fikirleri etüt ettikçe, bu yazarları
birer öğretmen ve üstat gibi okuyamamaya, onlarla kendi ruh dünyamda
tartışmalara girişmeye başladım. Çok sofistike ve kendi ayakları üzerinde duran
bütünlüklü bir kuram geliştirmek isterdim, fakat zihinsel yeteneklerim sınırlı
ve ilaçlarım damla damla da olsa entelektüel yeteneklerimi söndürüyor. Yine de
sosyal bilim disiplinlerinde okuyup da kendine has bir kuram geliştirmek
isteyen insanlar için küçük de olsa bir katkı sunmak istedim.
XI. A
Bu
yazıyla gözettiğim birkaç hedef daha var: bir kısmı teorik bir kısmı pratik.
Bir bir sayayım.
Son
dönemde pek çok Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi kitabı etüt ettim ve
Osmanlı’nın kuruluş felsefesinin ve Cumhuriyet’in kuruluş hikayesinin
materyalist temellerde yapılmış analizlerinin bu hikayelerin ruhunu
alabildiğine çarpıttığını gördüm. Güç, çıkar, ideolojik manipülasyon vs
terimleriyle yapılan analizler tarihimizi anlama yeteneğine sahip değil. Her
iki dönemde de ciddi yanlışlar oldu fakat bu dönemlerin ruhunu kavramak isteyen
okur muhakkak merkeze çok daha ruhsal etmenleri oturtmak zorundadır. Osmanlı’nın
kuruluşu, Moğol istilasından ve Selçuklu sarayının çürümüşlüğünden bezmiş bir
halkın güzel bir dünya yaratmak adına seferber olmuşluğunun hikayesiydi.
Cumhuriyet’in kuruluş hikayesinde ise Mustafa Kemal’in ülkeye dair ruhsal
ıstıraplarını anlamamış yazar ya da okur ne Mustafa Kemal’in yanlışlarını
anlayabilir ne de tarihimizin o dönemdeki ve sonrasındaki dinamiklerini….
Yine
kendi ruhsallığa dayanan perspektifimle, pek çok dünya ve medeniyet tarihi
kitabını analiz ettim. Ve dünyanın her yerinde güç, çıkar, ideolojik
manipülasyon gibi materyalist kavramlarla izahı imkansız son derece yaşanmaya
değer maceralar gördüm ve bu mücadelelerin insanlarını ahirette kardeşim gibi
gördüm. Küresel bir çağda yaşıyoruz ve acilen medeniyetlerin barışına ihtiyacımız
var. Fakat yeni yeni yazılmaya başlayan küresel tarih disiplinine ait kitaplar
insanların ruhsal boyutlarını ve bu ruhsal boyutun keşfedilmesinin yarattığı
küresel kardeşlik duygusunu uyandırma yeteneğine sahip değil. Çünkü bu küresel
tarih ders kitapları da materyalist temellerde yazılıyor.
Bu
denemeyle gözettim üçüncü bir hedef ülkemin geleceğiyle ilgili. Ülkemizde
yüksek idealler namına kurulmuş sivil toplum örgütleri çok zayıfladı ve
insanlarımız çok atomize oldu. Materyalist temellerde sosyoloji yapmış Max
Weber şunu söylüyordu: insanlar sadece güç, prestij ve çıkar için toplumsal
örgütler kurar. Oysa ben hayatımda en az iki defa güzel ve ruhsal idealler
namına kurulmuş örgüt faaliyetlerine katıldım. Bunlardan biri on dört- yirmi
iki yaş arası cemaat deneyimimdi diğeri ise 27 Nisan Darbesi sonrası Genç
Siviller Rahatsız grubundaki maceram. Her ikisinde de güç, prestij ve çıkar
için değil de güzel idealler namına kurulmuş örgütlerin, eğer doğru
şekillendirilirse, ülkeye ve bireye nasıl kalite kattığını deneyimledim. Bu
deneyimi bugünün atomize olmuş ve materyalist hedonizmden başka bir mutluluk
kendilerine öğretilmemiş gençlerimizin de yaşamasını çok isterdim. Ve böylesi
sivil toplum örgütlerine bugün ülkemizin çok ihtiyacı var.
Bu
denemeyi on sekiz yaşımda okuduğum ve hayatımı dönüştürmüş bir idealist
tarihçiye gönül borcu olarak da görebilirsiniz. Arnold Toynbee ve onun “büyük
medeniyetleri ruhsal ıstırap sahibi insanlar kurar” dediği ve bir tarih klasiği
olma vasfının yanında, bir ruhsal gelişim kitabı olarak da değerini hala
koruyan iki ciltlik efsanevi Tarih Bilinci adlı kitabı. Bu kitabı
doğduklarından beri neoliberal materyalizme maruz kalmış tüm dünya gençlerinin,
en başta yeğenlerimin, hayat yolunda kişiliklerini şekillendirirken bir başucu
kitabı olarak defalarca okumalarını çok isterdim. İlk baskısı 1978’de yapılmış
kitabın ne yazık ki bugün baskısı yok. Ve modası geçmiş sanıldığı için hiçbir
yayınevinin dikkatini çekmiyor. Oysa klasikler asla eskimez.
XII. EK
Bu
sathi denemeyi irdeleyen okur, beni evrim kuramına düşman sanabilir. Aksine ben
insanların primatlardan evrimleştiğine inanıyorum. Fakat evrim kuramının
materyalist yorumuna gerek ahlaki olarak gerekse de teorik olarak sonuna kadar
karşıyım. Bu denemede evrim kuramının materyalist yorumuna ahlaki
eleştirilerimi zikrettim. Evrim kuramının materyalist yorumunun açıklayıcı bir doğa
teorisi olarak nerelerde tıkandığını ve bu tıkanıklığın doğa bilimlerimizde
Darwin ve Galileo çapında bir kırılmayı nasıl zorladığını ise İslam ve Yirmi
Birinci Yüzyıl adlı kitabımda uzun uzun anlatmştım. Bu hususla ilgilenen okur
adı geçen kitabımdaki makalelerime müracaat edebilir.
Bu
denemenin yazılmasına bir kültürel materyalist antropolog olan Malinowski’nin
Bilimsel Bir Kültür kitabı vesile olmuştu. Ve bu deneme yoluyla insanın
hayvandan daha ilk evrildiği dönemlerde bile hem bedensel hem de ruhsal
ihtiyaçlarının olduğunu ve modern ya da ilkel olsun, ruhsal ve bedensel
ihtiyaçlarını beraberce ahenkle doyuramayan bir toplumun başarısız sayılması
gerektiğini söylemek istedim. Aliya İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslam
adlı kitabında dediği gibi hayvandan evrilmiş ilk insan bile hem alet yapardı hem
de kült yoluyla Tanrı’ya tapardı. Malinowski’nin söylediğnin aksine, kült ve din,
insanın türev değil, asli ve ruhsal bir ihtiyacıdır. Ve başarılı bir toplum
Malinowski’nin sandığının aksine sadece bedene değil, ruha da hizmet etmek
zorundadır. Bu denemeyi Aliya İzzetbegoviç’in klasikleşmiş eserine kısa bir
dipnot olarak da düşünebilirsiniz.
Saygılarımla…
0 Yorumlar