MARXİST MATERYALİZMİN İDEALİST DAYANAKLARI
Esat Arslan
I.
Marx
insanlığı komünist cennete taşımak arzusunu harekete geçirmek için adalet
duygusunun ve yüksek ideallere hizmetin cezbediciliğinin tarih şekillendirici gücünü harekete
geçirmeye çalışan Robert Owen gibi sosyalistleri ütopik olmakla suçladı. Marx’a
göre komünist cennet böylesi manevi duyguların harekete geçmesiyle değil,
bireysel ya da sınıfsal çıkarını koruyan insanların yarattığı sistemin kendi iç
çelişkileriyle ve kendi iç işleyiş mantığıyla ortaya çıkacaktı. Marx ütopik
sosyalistlere karşı kendi konumunu bilimsel sosyalizm olarak adlandırdı.
Marx’a
göre insanların kendi bireysel ya da sınıfsal çıkarını koruyor olması durumu
mücadelelerimiz adına yaslanabileceğimiz biricik nesnellikti. Marx’a göre
tarihi doğru anlamak ve onu yönlendirmek istiyorsak, tarihi çıkarların, güç
arzusunun ve çıkar ve güç mücadelesi ekseninde düşüncelerin birer ideoloji
olarak manipüle edilişinin tarihi olarak okumak zorundayız.
Fakat
Marx bu bilimselliğe yaslanırken bir entelektüel olarak kendi konumunu
açıklayamaz hale geldi. Marx proleteryanın sözcülüğüne soyunmuş ve bu sözcülük
yolunda hayatın tüm keyiflerini reddederek madden sefil bir yaşamı göze almış
bir düşünürdü. Eğer Marx’ı çıkarların ve güç arzusunun tecessümü olarak okumak
isteyeceksek Marx’ın kendi ailesi itibariyle bir burjuva, eşi vasıtasıyla da
bir aristokrat olduğunu merkeze koymak ve bir birey ve bir sınıf mensubu olarak
Marx’ın çıkarının sefilce sömürülen işçi sınıfı adına mücadele etmektense,
burjuva ya da aristokrat çıkarları için mücadele etmesi gerektiğini ve Marx’ın
kendine seçtiği yaşama idealinin kendi çıkarlarıyla açıklanamaz olduğunu ve
Marx’ın kendi bilimsel metoduna ayrıksı duran bu yaşam tercihinin kendi
bilimsel konumu tarafından açıklanamaz olduğunu da kabul etmek zorunda
kalacaktık. Yani Marx’ın kendisi, Marx’ın açıklamak istediği nesnel kapitalist
sistem içinde ciddi bir çatlak oluşturur. Marx kendini adalet duygusuna ve
yüksek ideallere hizmete adamıştı. Marx’ın kapitalist sistemin bir bileşenini
oluşturan nesnel çıkarları ise kendi yaşam tercihi ile taban tabana zıt bir
durum oluşturuyordu.
Bu
durum nesnel sistemi, bireylerin ve sınıfların nesnel çıkarlarını, ve
düşünceleri ideolojik manipülasyon olarak okuyan pek çok büyük Marxist düşünür
için de geçerli bir durumdur. Bu düşünürlerin pek çoğu kendini sefilce
sömürülen işçi sınıfının mücadelesine adamıştır. Bu yaşam tercihlerinde adalet
duygusunun ve yüksek ideallere hizmet ülküsünün hatırı sayılır bir rolü vardır.
Fakat bu büyük düşünürlerin aile bağlarına bakıldığında bu düşünürlerin pek
çoğunun kendi bireysel ve sınıfsal çıkarlarına aykırı hareket ettiği görülür.
Okuduğum
pek çok Marxist için nesnel çıkarlar tarihin motoru rolünü üstlenir. Ve tarihte
rol aldığı söylenen yüksek ideallere hizmet ya da adalet namına mücadele etme
iddiaları nesnel çıkarları perdeleyen ve örten birer maske olarak ele alınır.
Örneğin tutarlı bir Marxist’e göre ABD’de köleliği ortadan kaldıran 1861-1865
İç Savaşı özünde özgür emeğe ve yüksek gümrük vergilerine ihtiyaç duyan
sanayileşmiş Kuzey ile köleliğe ve düşük gümrük vergilerine ihtiyaç duyan
tarımcı Güney arasında bir çıkar savaşı olarak anlamlandırılır. Savaş esnasında
dile gelen ‘adalet cümleleri’ ise bu tarihçiler için salt ama salt çıkarları
örtbas eden birer maskedirler.
ABD
İç Savaş’ta genç nesillerinden yüzbinlerce insanı yitirdi. Ve ülke yok olma
tehlikesi yaşadı. Bu savaşta Kuzey ile Güney’in çatışan çıkarlarının rol aldığı
da doğruydu. Fakat en azından köleliği ortadan kaldırmaya çalışan Kuzeylilerin
bu savaşta yitirdiklerini nasıl değerlendirdiğine bakıldığında bu savaşta
nesnel çıkarlardan daha farklı etmenlerin de rol aldığını düşünmek zorundayız.
Şöyle diyordu Kuzeyliler: “biz asırlarca Afrikalı zencileri sömürdük. Ve
onların el emeğiyle yarattığı zenginliği gasp ederek kendi müreffeh yaşamımızı
kurduk. Şimdi Tanrı bizlerden asırlara yayılmış bu günahımızın intikamını
alıyor. Evet yüzbinlerce gencimizi yitirdik bu savaşta. Daha da yitireceğiz.
Fakat eğer günahlarımızdan arınmak ve İsa’ya layık birer insan olmak istiyorsak
bu savaşı devam ettirmek zorundayız.”
İnsanın
çıkarı adına ölümü kabul etmesi kendi içinde çelişkili bir durumdur. Çıkarı
kollamak kendi varlığını korumak ve güvenceye almak eylemidir. Göz göre göre
ölümü kabul etmek ise tüm nesnel çıkarlarından feragat etmektir. İnsanlar
nesnel çıkarları adına ölümü kabul edemezler. Ölümü kabul etmek için yaşamdan
daha üstün değerlerin insanı şekillendiren ve onun hayatına yön veren bir
belirleyiciliği olmalıdır ki bunlar da Marx’ın tarihte etkin bir rolü
olmadığını iddia ettiği kültüre, dine, maneviyata yani üstyapıya ilişkin
değerlerdir. Yani adalet duygusu, hakkı ikame etme duygusu, vatanını koruma
duygusu, insanlığı esenliğe çıkarma duygusu gibi manevi değerler… Savaş
stratejisyenlerini ciddiye alacaksak bir savaşın başarılı olması için en elzem
unsurlardan biri olan maneviyat unsurudur bu. Kısa konuşursak en azından
savaşlarda ölümü göze alma durumunun söz konusu olduğu durumlarda tarihe yön
veren motor salt çıkarlar değil, idealist felsefenin bayraktarı olduğu yüksek
ideallerdir.
İdealler
yanlış tanımlanabilir. Çarpıtılabilir. Fakat bir kategori olarak ideal en az
nesnel çıkarlar kadar tarihin yön verici kuvvetlerinden biridir.
II.
İdealler
ve maneviyat sadece büyük savaşların kazanılmasında ciddi bir rol oynamazlar.
İdealler aynı zamanda yine nesnel çıkarlarımıza zarar verebilecek bir şekilde
bir toplumun kendini yeniden üretmesinde de hatırı sayılır bir rol oynarlar.
Annelik ve babalık duygusundan, yani ebeveynlik duygusunun bizi bireysel
çıkarlarımızı reddetmeye götürecek kadar bizi harekete geçirme yetisinden söz
ediyorum.
Anne
ya da baba olduğumuzda pek çoğumuz hayatını yeniden yapılandırır. Ve çocuğunun
güzel bir geleceğe sahip olması adına büyük fedakarlıklara katlanır.
Gerektiğinde çocuğunu korumak için kendi maddi çıkarını hiçe sayarak ölümü bile
göze alır.
İnsanı
maddi çıkarlarından böylesi bir feragate götüren ebeveynlik duygusunun
açıklamasının ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’ kavramı olmadığının izahı
sanıyorum gereksizdir. Çünkü ebeveynlik duygusu birkez böyle açıklanınca o
zaman soru şuna döner: “iyi de canlının her parçasını hükmü altına alan bu
dürtü nereden çıktı?”
Aristo
biyolojisinin egemen olduğu çağlarda buna yanıt vermek kolaydı. Çünkü Aristo
metafiziğinde ve biyolojisinde ‘gerçek varolan’ birey değil, ezeli ve ebedi bir
kavram ve form olarak kavranan ‘tür’dü. Birey salt türün bir tecessümü olarak
kavranıyordu. Ve birey türün hizmetindeydi. Tür ezeli ve ebedi olduğu için,
zamanda ve mekanda ortaya çıkmış birey doğası gereği türün devamına hizmet
ediyordu. Yani Aristo için ebeveynlik duygusu tamamen doğaldı.
Fakat
artık Aristo’nun ‘amaca yönelik eylemi doğal kabul eden teleolojik
açıklaması’nı reddediyoruz. Artık amaçların değil, amaçsız mekanik nedenlerin
bir açıklama olarak kabul edildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu sebeple eğer
materyalistsek ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’ denen şeyin mekanik bir
açıklamasını yapmak zorundayız. Yani insanı kendi çıkarını reddetmeye kadar
götürebilen bu görev duygusu nasıl ortaya çıkmıştır, bir materyalist olarak
bunun izahını yapmak göreviyle karşı karşıya kalıyoruz eğer Aristo’yu
reddediyor ve bir materyalist olarak teorik sistemimizi çökertecek açıklanamaz
bir muammayla karşı karşıya kalmak istemiyorsak…
Sanıyorum
bir Darwinist’ten gelecek şu açıklamanın gerçek bir açıklama olmadığı baştan
kabul etmek zorundadır: pek çok Darwinist kitapta okuyabileceğiniz gibi şöyle
bir yanıt türü geçersizdir: “Soyunu devam ettirme dürtüsü olan bireyler hayatta
kalır. Soyunu devam ettirme dürtüsü olmayan bireyler ise doğal seçilimle
ayıklanır. İşte bu sebeple bugün gördüğümüz canlılarda soyunu devam ettirme
yetisini taşıyan bireyler ve türler ayakta kalmıştır.”
Bu
bir açıklama değildir. Neden? Şöyle bir senaryo düşünelim: Örneğin bugün
yeryüzünde bazı insan gruplarının kanatlara sahip olduklarını ve bu kanatlar
sayesinde uçabildiklerini ve uçabildikleri için de kanatlara sahip olmayan biz
sıradan insanlara göre çok daha büyük imkanlara sahip olduklarını ve bu sebeple
biz kanatsız insan türünün kaynaklarına el koyup bizi yok ettiklerini görseydik
şu cümle kanatlı insanların ‘ortaya çıkış’ının bir açıklaması olur muydu? “Kanatlı
insanlar kanatsız insanlara göre daha gelişkin oldukları için evrim kanatlı insanları
seçer. Kanatsız insanlar da kanatlılara göre daha güçsüz oldukları için
kanatsız insanlar doğal seçilim tarafından ayıklanır. İşte bu sebeple biz bugün
yeryüzünde kanatsız insanları değil de, kanatlı insanları görüyoruz.”
Bu
açıklama bir kez kanatlı insanlar ortaya çıktıktan sonra neden ve nasıl olup da
kanatlı insanların türünü devam ettirip, kanatsız insanların kaybettiğinin
açıklaması olabilir. Fakat bu açıklama bir insan organizmasında kanatlı
insanların nasıl ortaya çıkabilmiş olduklarının açıklaması değildir. Yani türün
ve bir niteliğin devam edişini ve süregelişini açıklayan cümle, bu türün ve bu
niteliğin ‘ortaya çıkış’ının açıklaması olamaz.
Bu
dürtünün ‘ortaya çıkış’ının açıklaması neo-Darwinizm’in iddia ettiği gibi bir
genin mutasyon geçirerek minimal bir adımla yeni bir işlev kazanması da olamaz.
Zira ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’nün ortaya çıkışı, annenin ya da babanın
bütün bedensel alt-sistemlerini beraberce dönüştüren bir dönüşümün ürünü
olmadığı sürece işlevsizdir. Zira soyunu koruma dürtüsü, annenin ve babanın
bedeninin bütün alt-sistemlerini beraberce etkiler. Bu alt-sistemlerden birinde
bile gerekli dönüşüm sağlanmadığında, anne ya da baba, yavrusuna, yavrusunun
yaşamı için gerekli olan ihtimamı gösteremez. Bu sebeple mekanik materyalizmle
sınırlı kalacaksak ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’nün ortaya çıkabilmesi için
canlının genetik sisteminin ayrı ayrı her parçasında bir seferde mucizevi bir
dönüşüm gerçekleşmiş olmak zorundadır. Neo-darwinizm’in evrim süreçlerini
minimal adımlara bölerek adım adım açıklamaya çalışırken kaçındığı şey de
böylesi ‘anlık bütünsel mucizevi dönüşüm’lerdir.
Canlıların
evrimle dönüştüğünü reddetmiyorum. Fakat neo-Darwinist mekanik materyalizmle
sınırlı kalacaksak canlının bütün alt-sistemlerini beraberce etkileyen
niteliksel dönüşümleri açıklamaya çalışırken ‘büyük mucizeler’e başvurmak
zorunda kalıyoruz ki bilimin açıklama yaparken kaçındığı şey böylesi büyük
mucizelerdir.
Biz
ebeveynleri kendi maddi çıkarlarımıza ve kendi yaşamımıza zarar verebilecek bir
şekilde çocuklarımıza adatan ‘soyunu devam ettirme dürtüsü’ materyalist bir
perspektifte açıklaması olmayan bir dürtüdür. Kısa konuşursak soyunu devam
ettirme dürtüsü ve ona hizmet eden idealler, örneğin annenin ‘merhamet’i,
babanın ‘çocuğa adanmışlığı’ gibi duyguları, maddenin, genlerin ve beyin
durumlarının ‘gerçek etki sahibi olmayan gölgeler’i olarak değil de, maddeye ve bedene en derininden biçim verme
yetisine sahip idealler ve üstyapı kurumları olarak kavranmak zorundadır.
Merhamet ve adanmışlık basitçe maddeden ayrı gayrı ve maddeyi etkileme yeteneği
olmayan birer bilinç içeriği değildirler, onlar annenin süt veren memesine ve
babanın çocuğu düşmanlardan koruyan omurgasına kazınmışlardır. Nasıl olduğunu
bilmesek de bu duygular ve düşünceler maddenin şekillenişinde söz sahibidirler.
Bu
tartışmayı kendi meselemizle sınırlayacak olursak, Marx’ın “tarihte motor
işlevi gören şey özünde maddi çıkarlardır, üst yapı kurumları ise bir çeşit
çıkarlar üzerine örtülmüş maskelerdir” cümlesine karşıt olarak bir toplumun
kendini yeniden üretebilmesi sürecinde bile maneviyatın, yani merhamet ve
kendini çocuğuna adamak gibi oldukça güçlü ebeveynlik duygularının hayat memat
meselesi olduğunu söylemek zorunda kalıyoruz.
III.
Bir
sistemi oluşturan sınıfların ve bireylerin nesnel ve maddi çıkarlarını altüst
edecek şekilde hayata yön veren idealler ve maneviyat gibi üstyapı kurumları
sadece büyük savaşların kazanılmasında ya da toplumun kendini yeniden
üretmesinde söz sahibi olmazlar. Üstyapı kurumları iktisadi altyapının
teşkilinde de hayat memat meselesi bir rol oynarlar. Teknolojinin ortaya çıkışı
için elzem olan maneviyat unsurlarından bahsediyorum.
Teknoloji
bilim sayesinde gelişir. Bilimin gelişmesi için bilim adamlarına ihtiyaç
vardır. Bilim adamları ise doğada hazır olarak bulunmazlar. Yaratılmaları
gerekir. Bu sebeple bir toplumda teknolojini gelişmesi için insanların bilim
adamı olmaya özenmesi, bunu bir yaşam ideali olarak benimsemesi gerekir.
Kapitalizmin
egemen olduğu bugün, bilim adamları etkin bir biçimde kullanılan sermaye
güçleri tarafından yaratılabilmektedir. Fakat bilim ve bilim-teknoloji evliliği
ezelden beri yoktu. Bugünkü şekliyle bilim ve bilim-teknoloji evliliğinin
‘ortaya çıkış’ı, sermaye güçlerinin ürünü değildir. Aksine bilim bir kez
rüştünü ispatladıktan ve bilimi geliştirmenin sermayenin çıkarına olduğu
anlaşıldıktan sonra, yani bilim ve sanayi devrimlerinden sonra sermaye bilimi kurumsal
olarak desteklemeye gereksinim duymuştur.
Modern
bilimin tarihine bakıldığında büyük bilimsel ve teknolojik keşifleri yapmış
bilim adamlarına yön veren güdü çoğu zaman maddi ve nesnel çıkarlar değildi. Hakikati
öğrenme, Tanrı’nın sanatını müşahede etme, merak, keşif heyecanı, entelektüel
tatmin, insanlığa hizmet etme tutkusu gibi manevi duyguların hükmettiği bilim
adamlarıydı bilimin gücünü devletlere ve sermayeye ispatlayan… Ancak ve ancak
kendini maddi değil de, manevi ve üstyapısal duyguların harekete geçirdiği
bireylerin çabaları sonucudur ki bilim rüştünü ispat etmiş ve sermayeyi bilime
yatırım yapma noktasına getirmiştir.
Genellikle
Marxist tarih yazımında modern Batı’nın yükselişi açıklanırken feodal sistemin
çelişkileri, ticaretin yükselişi, sermaye birikimi gibi maddi unsurlara hayli
yer ayrılır. Fakat kalıcı büyümenin esasını oluşturan bilimsel ve teknolojik
gelişimde rol oynayan ‘bilim adamlarının yükselişi’ bahsi es geçilir. Örneğin
bir Marxist olan Wallerstein’ın modern kapitalizmin yükselişini açıklayan dünya
sistem teorisinde uluslararası ticaretin gelişimi etkin neden olarak rol oynar.
Fakat Batı’nın gelişiminde rol oynayan Rönesans, Bilim Devrimi, Aydınlanma gibi
üstyapısal ve manevi boyutlar hiç ama hiç etkin neden olarak ele alınmazlar. Wallerstein’a
göre bilimsel gelişimler sermaye yatırımının doğal sonucudurlar.
Oysa
modern kapitalizmin yükselişinin açıklamasının hakkı verilecekse en az maddi
kurumlardaki dönüşümler kadar bilim devrimini ortaya çıkaran üstyapı unsuru,
yani bilimi besleyen ve insanları bilim adamı olmaya iten manevi ve kültürel
dönüşüm de hesaba katılmak zorundadır. Zira Batı’nın yükselişi temelde onun
teknolojik üstünlüğüne, teknolojik üstünlük bilimin gelişkinliğine, bilimin
gelişkinliği ise kendini bilimsel tutkulara ve ideallere adamış insanların
varlığına dayanır.
Ki
bilim devrimine ve bilim-teknoloji evliliğinin yaratılmasına ön ayak olan bilim
adamlarının ortaya çıkışında, bilimi maddi çıkar için değil de, bilime hizmet
için servet kazanmayı reddedecek, keyifli bir yaşam sürme seçeneğini
reddedecek, bunun için ömür boyu zahmete katlanmayı isteyecek, hatta bilim için
ölümü göze alabilecek kadar nesnel çıkarlarından vazgeçmiş insanların rolü
hayli büyük olmuştur. Bilimin sermaye güdümünde kurumlaştığı bugün bile pek çok
bilimadamının motivasyonu kendi maddi çıkarını yükseltme çabası değil, onların
bilimsel yaşamı bir yüksek bir ‘yaşam ideali’ olarak kavraması durumudur. Yani
bilim kurumunun ortaya çıkışında ve bugün bir kurum olarak devamının
sağlanmasında maddi çıkarların ötesinde yatan maneviyat unsurunun ciddi bir
payı vardır.
Kısa
konuşursak, maneviyat ve üstyapı unsurları en derin altyapı unsuru olan
teknolojik gelişimin göbeğine ve soykütüğüne işleyecek kadar tarihte motor rolü
oynamıştır.
IV.
Maneviyat ve üstyapı unsurları tarihte büyük savaşların kazanılmasında, toplumun ebeveynlik vasıtasıyla kendini yeniden idame ettirmesinde, bilim ve teknolojinin devamında etkin olduğu kadar bir devletin devamında da hayat memat meselesi bir rol üstlenirler. Devlet adamlığı kurumundan bahsediyorum.
Tarihe
geçmiş ve ülkesine hizmet ettiğine inanılmış devlet adamlarının pek çoğu kendi
maddi çıkarlarını reddedecek kadar kendilerini ülkelerine adarlar. Böylesi
adamları motive eden güç basitçe bireysel refah arzusu, sınıfsal çıkarlarını
artırma duygusu, halkları kandırarak gücünü yükseltme arzusu değildir. Tarihe
geçmiş, kurumlar yaratmış ve adı hoş bir hatıra olarak anılmış pek çok devlet
adamı bir sınıfın sözcüsü değil, bir ulusun fedakar evladıdır. Onları kendilerini
tüketecek kadar canhıraş bir mücadeleye zorlayan, onları yeni kurumlar
yaratmaya ya da varolan kurumları ıslah etmeye sevk eden duygu büyük oranda
uluslarına ve uluslarının geleceğine hizmet etme arzusudur.
Böylesi
bir milliyetçilik idealinin zararlı sonuçlar verebildiğini inkar etmiyorum.
Sadece şunu vurgulamak istiyorum: böylesi devlet adamlarında biz şu kimlik
şekillenmesini görürüz: böylesi insanlar kendi şahıslarıyla ulusal aidiyetleri
arasında bir ayrım yapmazlar. Böylesi insanlar pek çok zaman uluslarının
kimliğiyle ve geleceğiyle bütünleşmişlerdir. Böylesi insanların yaşamında tikel
çıkarlar egemen değildir. Onların uluslarına ait meseleleri vardır. Ve böylesi
insanlar genellikle tikel çıkarların savunucusu olarak değil, uluslarının
geleceği istikametinde pek çok zorluğa göğüs gererler. Böylesi insanlar tikel
grupların menfaatlerini kolladıkları zaman bile, bir sınıf adına değil, adalet
zemininde ve ulusun bütünsel maslahatı gözetilerek karşılanması istikametinde bu
menfaatleri ele alırlar.
Milliyetçiliğin
savaşlarda insanları savaşlarda ölümü göze almaya götürecek kadar maddi
çıkarların üstüne çıktığını biliyoruz. Fakat milliyetçi idealler sadece
savaşlarda ölümü göze almayı değil, tüm bir yaşamı tikel çıkarlardansa ulusun
geleceğine hizmet etme düşüncesi etrafında yapılandırmaya ve anlamlandırmaya da
götürür devlet adamlarını.
Bismarck’ın,
Lincoln’ün, Mustafa Kemal’in, Bülent Ecevit’in, George Washington’un, Hazret-i
Ömer’in vd hayatından ulusa hizmet etme ve bu yolla geleceğe güzel bir miras
bırakma duygusunu söküp alırsanız onların hayatının anlamını ve motivasyonunu tamamen
yitireceği gerçeğiyle karşı karşıya kalırsınız. Siyaset böylesi insanlar için
bir kariyer meselesinden ibaret değildir. Siyaset böylesi insanlar için hayata
anlam veren bir maneviyat meselesidir.
Bu
duygu bizlere ünlü varoluşçu psikiyatr Victor Frankl’ın öğrettiği bir duygudur.
“İnsan yapısal olarak maneviyat peşinde koşan bir varlıktır,” der Frankl. “En
maddi çıkarlarını bile maneviyat zemininde meşru kılamıyorsa ciddi bir varoluş
buhranı yaşar. Ve eğer maneviyatı gerektiriyorsa bu manevi değerler için büyük
zahmetlere ve gerekirse ölüme katlanır.”
Kısa
konuşursak… Siyasette ve bürokraside gördüğümüz pek çok insanın dilinden
dökülen ‘ülkeye hizmet aşkı’ na sahip olma duygusu pek çok siyasetçi ve
bürokrat için sahtekarca bir yalandan ibaret olsa da, devlet adamı vasfına
sahip bireyler için son derece samimi ifadelerdir. Ve devletleri ayakta tutan,
devleti devlet yapan pek çok kurumu var eden ve bu kurumlarını felsefesini
yaratan, ve insanların devletine güven duymasına ve ülkenin kendini devam
ettirmesine yol açan da böylesi ideal sahibi devlet adamlarıdır.
V.
Burada
uzun uzun anlatmaya gerek yok. Pek çok dert sahibi entelektüel ve pek çok din
önderi de, aralarından sahtekarlar çıkabilmiş olmasına rağmen, maddi çıkarlarla
değil, manevi ve üstyapısal dürtülerle motive olurlar. Marx, Nietzsche, Buda,
Konfüçyüs, İsa, Bediüzzaman gibi toplumların geleceğine yön veren düşünceleri
yaratmış böylesi bireylerin hayatını maddi menfaatlerle, yani bir sınıfın
çıkarını koruma duygusuyla açıklayabilmek mümkün değildir. Böylesi insanlar
genellikle insanlığın ıstıraplarına deva sunma tutkusuyla her türlü bireysel ve
sınıfsal çıkarı reddedebilecek kadar yücelmiş ve kimi zaman delirmiş insanlardır.
Buda’nın insanlığı mutsuzluktan kurtarma aşkıyla krallıktan vazgeçmiş olması
tarihe yöne veren böylesi insanlarda ideallerin çıkarlar üzerindeki
tahakkümünün sembolüdür.
VI.
Bireysel ve sınıfsal çıkarları kollama çabasının, gücü yükseltme arzusunun, düşünceleri ideolojik manipülasyon olarak kullanma duygusunun tarihin ezeli motor güçlerinden olduğu düşüncesini reddetmiyorum. Marxism bu hususta bizlere çok şey öğretti.
Hatta
burada birer ideal tip olarak sunduğum askerlerin, bilim adamlarının, devlet
adamlarının ve entelektüellerin hayatında, maddi çıkar duygusunun en az
idealler kadar yer tuttuğunu da reddetmiyorum. Fakat bu insanları salt maddi
çıkar zemininde açıklamanın imkansız olduğunu, bu insanları anlayacaksak maddi
çıkar kadar maneviyat ve idealizmin kavramlarına da başvurmak zorunda
olduğumuzu söylüyorum.
Yani
en az bu şeytani güçler kadar, adalet tutkusunun, yüksek ideallere hizmet
arzusunun, insanlığa mutluluk götürme çabasının, hakikati bir menfaat için
değil de sırf hakikat olduğu için öğrenme çabasının da vs tarihin ezeli ve
ebedi motor güçlerinden olduğuna inanıyorum.
Ve
eğer tarih, materyalizmin iddia ettiği gibi salt maddi çıkarlardan ve şeytani
güçlerin savaşımından ibaret olsaydı, insanlığın birinci dünya savaşı gibi bir
cehenneme ilelebet mahkum olmuş olacağına da inanıyorum. Eğer insanlık tarihi
boyunca bu şeytani güçleri dengeleyen manevi ve üstyapısal unsurlar olmasaydı,
insanlığın daha yolun başında helak olmuş olacağına inanıyorum.
Oysa
bugün materyalist perspektifle yazılmış pek çok tarih kitabı salt ama salt
maddi çıkarları öne çıkaran bir tarih anlatısı sunuyor. Ve bu perspektife göre
bir tarih vizyonu geliştirip buna göre bizlerin kişiliğini şekillendiriyor.
Çağdaş
kapitalist biyoiktidar ise insanı maddi çıkardan başka bir şey düşünmeyen bir
homoekonomikus olarak kavrıyor, ve bu homoekonomikus’u küresel olarak
yaratıyor.
Oysa
eğer insanı ve tarihi hakkıyla kavrayacaksak, tarihe yön veren güçleri bütünsel
bir şekilde kavrayacaksak, ve kişiliğimizi ve geleceğimizi yeniden bir cennet
yolunda şekillendireceksek insanın manevi boyutlarını da hesaba katan ve bu
manevi unsurların tarih şekillendirici gücünü açığa çıkararak bir ümit yaratan
bir tarih ve insan vizyonuna sahip olmak zorundayız.
Kısa
konuşursak, bizlere maddenin motor gücünü anlatan Marx’a ve Braudel’e ne kadar
muhtaçsak, mananın, ideallerin ve yüksek değerlerin tarih ve insan
şekillendirici gücünü bizlere anlatan Arnold Toynbee’nin tarih bilincini
özümsemeye de o kadar muhtacız.
Oysa
çağımız o kadar materyalist oldu ki, Arnold Toynbee’nin eksik ama muhteşem bir
hikmet abidesi olan Tarih Bilinci
adlı başyapıtını okumaya tenezzül eden kimse bulunmadığı için iki ciltlik bu
eser on yıllardır Türkiye’de basılmıyor. Türkiye’de on yıllardır hiçbir ciddi
tarihçi idealist tarih kavrayışını merak etmiyor.
Ve
ne yazık ki dünya tarihine dair okuduğum pek çok eser bizlere maddenin,
çıkarların ve güç arzusunun tecessümünden başka bir tarih anlatısı sunmuyor.
Bize
maddeden başka bir şey göstermeyen bu tarih ve insan vizyonunun bedeni ve
ruhuyla bir bütün olan insan potansiyelini alabildiğine dumur ettiğine ve
tarihteki atalarımıza ciddi haksızlık ettiğine inanıyorum. Bizlerin geleceğe
yön vermeye çalışırken sahip olduğumuzu gizli potansiyeli örtbas etmesi durumu
ise cabası…
VII.
Tüm bu anlattıklarımdan hareketle İslam tarihine bakacak olursak…
İslam
tarihine materyalizmle sınırlı bakan tarihçilerin İslam tarihinin motor
güçlerinden biri olan maneviyat ve idealizmin öneminin hakkını veremediğine
inanıyorum.
Hazret-i
Peygamber’in mücadelesine başlarken dünyanın ne kadar sefil bir durumda
olduğunu o günün insanının gözleriyle göremeyen, Kuran’ın yedinci asır insanı
tarafından okunuşunun bu insanı nasıl da yeryüzüne adalet ve barış götürme dürtüsüyle
donattığını hissedemeyen, bu yüksek tutkuların nasıl olup da bu bedevi ve
güçsüz-silahsız insanları Roma ve Sasani İmparatorluklarına baş kaldırmaya
götürdüğünü anlayamayan bir tarihçinin ilk dönem İslam tarihinin hakkını
veremediğine inanıyorum.
Yine
aynı şekilde, Osman Gazi zamanında Anadolu ve Rumeli’nin nasıl bir zulüm içinde
yaşadığını o dönemin insanının gözleriyle göremeyen, Kuran’ın on üçüncü asırda
tasavvufça okunuşunun o dönemin insanını nasıl olup da bir adalet ve barış
savaşçısına dönüştürdüğünü hissedemeyen bir tarihçinin Osmanlı yükselişinin
kolektif motivasyonunu yaratan gücü hakkıyla anlayamayacağına inanıyorum.
İslam
fetihlerinin motivasyonu, bu savaşlar gerçek İslam idealleri namına yapıldığı
sürece ganimet, talan ve yağmacılık arzusu değildi. Ganimet neden değil, sadece
bir müşevvikti ve adına savaşılan halklardan değil, salt savaşılan toplumun
ordusundan ve saraylılarından alınıyordu. Peygamber’in arkadaşlarının ve ilk
Osmanlı sufilerinin kendi çevrelerindeki zulüm toplumlarıyla ciddi bir
kavgaları vardı. Onları kendilerinden kat kat büyük ordulara savaş açmaya
yönelten kolektif duygu buydu. Bu fetihlerin kalıcı olmasının ve fethedilen
topraklardaki insanların herhangi bir baskı altında kalmadan İslam’ı seçmiş
olmasının altında yatan duygu da buydu. Bu kolektif duygu karizmatik kişilikler
yaratıyor ve bu kolektif karizma halkları cezbediyordu. Adalet ve barış gibi
yüksek ideallere adanmış bu kolektif duygu her asırda kendi kahramanlarını
yaratmayı becerdi. Bizim bugün bu insanları ‘yanlış insanlar’ olarak
kavramımızın sebebi, ya her asırda İslam’ı hakkıyla anlayamadığını bildiğimiz
insanlara baktığımız gözlüklerle İslam tarihinin bütününü değerlendiriyor
olmamız, ya da 21. Asır bilinciyle eski çağların bilinci arasındaki kopukluğun
bu insanların hermeneutiğini yapma ve bu insanların maneviyat dünyasını anlama
yeteneğinden bizleri kötürüm bırakmış olmasıdır.
Elbette
ki ilk İslam toplumu da Osmanlı toplumu da nihayetinde çürüdü. Fakat bu çürüme
bu ruhun özündeki bozukluktan değil, bu güzel ruhun asli temizliğinden sapmış
olmasından kaynaklanır.
İslam
tarihi için bu söylediklerim Batı tarihinde, Çin, Hint, Japon, Rus tarihindeki
sayısız idealist insan için de geçerlidir. Bugün yaşamlarımızın bir değeri ve
anlamı varsa, geçmişte yaşayan böylesi idealist insanların yeryüzüne hediye
ettiği düşünceler hatırına sahibiz bu değerlere.
İşte
tarihe yön veren bu maneviyat mirasını yeniden gözler önüne sermeye muhtacız.
Alain Badiou’nun dediği gibi bizleri sistemin dişlisi olmaktan çıkaracak ve
bizleri kendilerine sadakat aşılayıp özneleştirecek hakikat olaylarını yeniden
keşfetmeye…
Bugün
21. Asır insanı olarak ciddi tehlikelerle yüz yüzeyiz. Medeniyetler savaşı,
küresel ölçekli etnik bölünmeler, iktisadi kriz, jeopolitik savaş ve küresel
ısınma tehdidi… Ve daha önceki çağların hilafına, çağdaş kapitalizmin her çeşit
biyoiktidar vasıtasıyla dayattığı hedonizmin ruhlarımızı ve bedenlerimizi
şekillendirici gücü altında bu meydan okumalara yanıt verecek bir idealizmden
ve maneviyattan alabildiğine yoksunuz. Fakat eğer insanoğlunun bir geleceği
olacaksa acilen maneviyatla ve idealizmle yeniden şekillenmeye de muhtacız. Ve
ne yazık ki çağdaş entelektüel atmosfer de en az küresel kapitalizm kadar
maneviyata ve idealizme yabancı.
Sasani
İmparatorluğuyla savaşa giden bir sahabiye Sasani başkomutanı şöyle sormuştu:
“Neden buraya geldiniz? Zenginliğimize mi tamah ettiniz?” Sahabi başkomutana
şöyle yanıt vermişti: “biz insanları sultanların zulmünden Allah’ın adaletine,
sultanların yarattığı fakirlikten Allah’ın zenginliğine ve sultanlara
kölelikten Allah’ın özgürlüğüne taşımak için geldik. Derdimiz para pul servet
ya da maddi menfaat değil.” Bugün insanlık olarak bu ruha daha önce hiç
ihtiyacımız olmadığı kadar muhtacız.
Ve
bu ihtiyaç bizleri tarihe ve insana en az materyalist gözlüklerle bakmayı zorladığı
kadar, tarihe sinmiş idealizmi ve maneviyatı da yeniden görmeyi zorluyor. Yani
bize maddenin gücünü anlatan Marx’a ve Braudel’e ne kadar muhtaçsak, ideal
insanlarının tarih değiştiren gücünü göz önüne getiren Arnold Toynbee’ye ve
Toynbee’nin Tarih Bilinci’nin
gölgesinde kişiliklerimizi dönüştürmeye de o kadar muhtacız.
VIII.
Peki maneviyat, kültür, üstyapı ve idealizm unsurlarının nasıl bir özü var ki maddeye ve bedene biçim verebiliyor? Madde-mana ilişkisini materyalist temellerde inşa edemiyorsak bu ilişkinin ontolojisi nedir?
Kant
Saf Aklın Kritiğinde doğayı maddeci bir mekanizma olarak ele aldı ve bu maddeci
mekanizmi felsefi olarak temellendirdi.
Fakat
Kant bu kritiğin insan ruhunu açıklama yeteneği olmadığını biliyordu. Bu
sebeple Pratik Aklın Kritiğinde maddeden ayrı gayrı duran ruh gerçeğini
tartıştı.
Fakat
bu iki kritik tam bir şizofreni oluşturuyordu. Mekanizmaya tabi ve menfaatten
başka bir değişkeni olmayan beden ile, özgürlüğe açık ve idealizm peşinde koşan
ruh arasında bir yarık vardı.
Bu
sebeple Kant Yargı Gücünün Kritiğini yazdı. Ve organizma ve yaşam kavramlarının
bu yarığı dikebileceğini savundu. Yani madde inorganik yaşamda tam da maddeci
fiziğin dediği gibi davranıyordu. Fakat bir organizmanın biçimi bile bizlere
maddeci mekanik fizikte yeri olmayan bir aklın, bir ideanın ve bir arzunun
maddeyi etkileyebildiğini kanıtlıyordu.
Yani
Kant için canlı organizma sadece mekanik nedenlerle değil, bir idea’nın ve bir
İdeal’in de güdümü altında biçim kazanıyordu.
Özetlemek
gerekirse Kant için bir ideanın hizmetinde yaşamak, ya da bir ideal’ın peşinde
koşmak insan bedenine kazınmış durumdaydı. Beden sadece yaşamı korumaya
çalışmıyordu, beden aynı zamanda Aristo’nun dediği gibi ‘iyi yaşam’ı da
arzuluyordu.
Darwinizm
canlının mekanik-maddeci bir açıklamasının yapılabileceğine inandı.
Darwinizm’in yaşamın dönüşümü konusunda belli mekanik nedensellik zincirlerini
keşfetmiş olduğu gerçeğini inkar etmiyorum. Evrimi de reddetmiyorum.
Fakat
maddeci Darwinizm şimdiye kadar ne yaşamın ve organizmanın nasıl ortaya
çıkabilmiş olduğu konusunda ne de canlı evriminin her aşamasında canlı bünyesi
içindeki parçaların koordinasyonun nasıl korunabiliyor olabildiği konusunda tek
bir anlamlı cümle edemedi. Ki bunlar Kant’ın yaşam hakkındaki teorisine temel
oluşturmuş muammalardı.
Yani
Aristo’nun ve Kant’ın, idealizmi ve iyi yaşam peşinde koşma yeteneğini canlının
maddesine hükmeden bir güç olarak kavrayışı maddeci-mekanik evrim biliminin tüm
kurumsal gücüne rağmen hala teorik olarak ayaktadır.
Bugün
Darwin’in ‘hayatta kalma mücadelesi’ düşüncesi altında tarihimizi inşa eden
bizler, kendimizi inşa ederken ve tarihe bakarken en az Darwin kadar Aristo ve
Kant’a da dönmek zorundayız.
Zira
maddeci mekanizmalara göre inşa etmiş olduğumuz bugünkü yaşamlarımızın fakirliğinden
sadece zihinlerimiz değil, bedenlerimiz ve bilinçdışılarımız bile artık
illallah ediyor.
0 Yorumlar