Ticker

6/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

Esat Arslan Yazdı/NIETZSCHE’NİN TIRNAKLARINI SÖKMEK



NIETZSCHE’NİN TIRNAKLARINI SÖKMEK

Esat ARSLAN

12 Mayıs 2024

4 Zilkade 1445


I.                   

İnsanın yaşam yolunda kendine rehberlik yapmış bir dehayı eleştirmesi çok güç bir iştir. Ama yine de bu işe kalkışacağım. On üç yaşımdan beri ömrüm Nietzsche’yi düşünerek geçti. Çok zor zamanlarımda Nietzsche’den öğrendiklerim beni ayakta tuttu ve hayata sımsıkı bağladı. Nietzsche’nin tüm külliyatını okudum ve onun üzerine çok güzel bir kitap yazdım ve bir dönem Nietzsche’nin havariliğini yaptım. Fakat 2017 yılından sonra, yani psikoterapimi yaptıktan, Bediüzzaman’ı ve Kuran’ı bir psikoterapi kitabı olarak okumayı öğrendikten ve ibadete başladıktan sonra yeni bir yaşam şuuruna eriştim. Ve bu yeni yaşam şuuru beni belli konularda Nietzsche’yle çatışma içine soktu. Başlarda bu durum beni çok rahatsız etmiyordu fakat bu çatışmanın ruhumda yarattığı ıstırap eninde sonunda beni bu çatışmayla yüzleşmeye ve hesaplaşmalarımı kaleme dökmeye zorladı. Ben de bundan bir iki hafta kadar evvel Richard Schacht’ın 660 sayfalık mükemmel Nietzsche özetini okudum ve bu çatışmanın nereden kaynaklandığını ve bu çatışmayı çözmek istiyorsam Nietzsche’yi nasıl dönüştürmem gerektiğini anladım. Bu yazı bu hesaplaşmaların kaleme dökülmüş şeklidir.

Başta bu yazıyı objektif bir makale suretinde yazmak istiyordum. Fakat bir makale genellikle ruhsuz ve cansız kansız olur. Bunun yerine ben de ömrümüm başından beri Nietzsche’yle maceramın nasıl şekillendiğini bir yaşam hikayesi gibi anlatmanın derdimi daha iyi ifade edeceğine inandım. Bu yazıda on üç yaşımdan beri Nietzsche’yle maceramın nasıl şekillendiğini, Nietzsche’nin beni nasıl dönüştürdüğünü ve ona olan eleştirilerimin nasıl adım adım şekillendiğini anlatacağım. Bir yaşam hikayesi suretinde anlatılmış olsa da bu yazı bir otobiyografi değildir. Bir düşünce eseridir. Umarım bu yolla okurun da bir tefekkür sürecine katılmasını sağlayabilmiş olurum.

 


II.                

Benim Nietzsche’yle ilk karşılaşmam ortaokul yıllarında arkadaşlarımla gittiğim laik kitapçılarda gördüğüm Nietzsche kitaplarının kapaklarının üzerimde yarattığı etkiydi. O dönemlerde radikal İslamcıydım ve Nietzsche’nin kitapları yeni yeni çevrilmeye başlanmıştı. Kitapların kapaklarında Nietzsche’nin dehşet verici bir yüzü vardı. Kalın gür bıyıklar ve öfkeli bir yüz. Ve kitapların adları benim dinim için tehdit ediciydi: Deccal, Ahlakın Soykütüğü, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Putların Alacakaranlığı, Güç İstenci… o dönemlerde bir gün bu kitapları okursam dinimden çıkabileceğimi düşünür ve Nietzsche’den çok korkardım.

Çok daha sonrasında Nietzsche külliyatını 2013 yılında okuduğumda bu kitaplar beni dinden uzaklaştırmaktansa dinime daha çok bağladı. Çünkü Nietzsche Hıristiyan itikadını reddetmiş olsa da Allah yolunda yolculuk yapan ve bu yolda nice ilahi hakikatler keşfetmiş bir düşünür olarak göründü gözüme.

Bir iki örnek vereyim.

Nietzsche’nin en temel düşüncelerinden biri Apollon-Dionysos ikilisidir. Bu ikili evrene biçim veren iki metafizik ilkedir. Apollon bizleri bütünleştirir ve yaşamımıza mutluluk katar. Dionysos ise bizleri paramparça ve darmadağın eder. Fakat her Dionysos yeni bir Apollon’un başlangıcıdır. Yani her paramparça olduktan sonra yeniden bütünlüğümüzü sağlar, ayağa kalkar ve hayat yolunda yolculuğumuza devam ederiz. Bu dönüşüm de bizim özgür irademizle gerçekleşmez. Evrene hükmeden bu iki metafizik ilke bizlere hükmettiği için gerçekleşir. Pek kimse bilmez ama bu düşünce İslam metafiziğindeki Cemal-Celal ikilisinin Batı düşüncesine tercümesinden ibarettir. Tanrı’nın bir Cemali isimleri vardır ve bu isimler bizleri bir bütünlük haline getirir ve bizi mutlu eder. Tanrı’nın bir de Celali isimleri vardır ki bu isimler yoluyla Tanrı bizleri paramparça eder. Fakat her paramparça oluş yeni bir Cemal’in hizmetindedir. Zira Tanrı bizleri her ölümümüzden sonra yeniden diriltir ve bizlere yeniden bir bütünlük bahşeder.

Nietzsche kozmolojisinin temel düşüncesi olan kuvvet düşüncesi de İslam metafiziğinde tam bir karşılık bulur. Nietzsche için kuvvetler birer oluş ve süreçtir ve evrene ve evrendeki varlıklara biçim verir. “Kuvvet nedir?” diye Nietzsche’ye sorduğunuzda Nietzsche sizlere şöyle bir yanıt verecektir: “Birer oluş ve süreç olarak kuvvetler kozmik arzulayışlardır. Örneğin bir elmayı yedikten sonra o elmanın tüm vücuduna dağılıp sonra dışkı olarak çıkmasına kadarki süreç tek bir kuvvetin güdümü altındadır.” Buradan bakınca Nietzsche’nin örnek olarak verdiği bu kuvvet Tanrı’nın Rezzak (rızık verici)  ismine tekabül eder. Nietzsche için bu kuvvetlerin bir benliği, ruhsallığı ya da öznelliği yoktur. Fakat bunlar bedenimizdeki bilinçsiz ama bir hedefe yönelmiş dürtüler ve içgüdüler gibi birer arzulayıştır. İslam metafiziğinde Tanrı’nın sonsuz ismi vardır. Bu isimler de evrene biçim veren kozmik arzulayışlardır. Ve evrendeki her varlık Tanrısal isimlerin güdümünde bir varlık kazanır. Nietzsche’nin kozmik arzulayışlar olarak kuvvet kavramından ne anladığına bakacak olursanız bu kuvvetlerin her birinin İslam metafiziğinde ilahi bir isme tekabül edeceğini görürsünüz. Yani Nietzsche sayesinde ben o güne kadar soyut olarak bildiğim ilahi isimleri somut bir biçimde tefekkür etme yeteneği kazanmıştım.

Nietzsche’nin yaratmak istediği üstinsan da İslam kozmolojisinde tam bir karşılık bulur: insan-ı kamil. Nietzsche Güç İstenci kitabında yaratmak istediği kahraman için şu adı kullanır: İsa ruhlu Jül Sezar. Üstinsan Jül Sezar gibi olmalıdır. Yani mıymıntı ve silik olmamalı, hayatın zorluklarına karşı mücadeleci savaşçı ruhunu korumalı ve evrene bir biçim verme iradesini gösterebilmelidir. Fakat alabildiğine bencil olan Jül Sezar’dan farklı olarak, üstinsanın ruhu İsa gibi evrene, yaşama ve yaşamdaki her şeye karşı sevgi dolu olmalıdır. Buradan bakınca İsa ruhlu Jül Sezar tam da İslam peygamberi Hazret-i Muhammed’in tecessümüdür. Zira Hazret-i Muhammed’in kalbi de insanlığa ve evrene karşı sevgi doluydu. Fakat Hazret-i Muhammed de mıymıntı ve pısırık bir insan değildi. O değerleri namına tüm dünyayla ölümüne savaştı, defalarca yıkım yaşadı ve her seferinde ayağa kalktı. Nihayetinde bu yolda başarılı da oldu. Zaten yeryüzünden ve bedenden nefret ettiği ve pısırık insanlar yarattığı için kurumsal Hıristiyanlığa düşman olan Nietzsche’nin savaşçı olduğu ve yeryüzü nimetleriyle barışık olduğu için İslam’a sempatiyle yaklaştığını eserlerini taradığınızda da göreceksiniz. 

“Tanrı öldü” sloganıyla bilinen Nietzsche’nin bir çeşit Tanrı’ya inandığını da külliyatını dikkatle okuduktan sonra keşfedecektim. Nietzsche tüm felsefesini sistematik bir biçimde özetlediği Güç İstenci adlı kitabında tüm evreni kuvvetler ve güç istenci kavramlarıyla taradıktan sonra evrenin bütününü tefekkür eder ve şu cümleleri söyler: “İşte burada tüm evreni temaşa eden bir Kozmik Bilinç’in varlığını kabul etmek zorunda kalıyoruz. O halde Hıristiyan Tanrısını reddediyoruz. Fakat bir oluş ve süreç olarak Tanrı’yı kabul ediyoruz.”

 


III.            

Benim Nietzsche’yle ikinci karşılaşmam yirmi yaşımda cemaat imamıyla bir sorun yaşadıktan sonra gönderildiğim kitap okuma kampında gerçekleşti. Bu kampta elime gençleri felsefeden uzak tutmak için bir Nurcu’nun yazdığı bir kitap geçti. Bu kitapta yazar, Schopenhauer ve Nietzsche gibi büyük filozofların hayatlarından travmatik sahneler aktarıyor ve “eğer felsefeyle uğraşırsanız siz de böyle travmalar yaşarsınız” mesajını veriyordu.

Nietzsche’nin travması Nietzsche’nin delirme olayıydı. Nietzsche bir gün bir at arabasına biner. At hastalıklıdır. Arabacı, at yürüsün diye atı acımasızca kırbaçlar. Nietzsche “zulmetme hayvana!” diye bağırır. Bunun üzerine arabacı Nietzsche’yi de kırbaçlar. Ve Nietzsche yere yıkılır, “ben ne kadar ahmakmışım” diyerek delirir. Ve o güne kadar düşmanı olduğu Hıristiyan papasına ‘çarmıha gerilen’ imzasıyla bir mektup yazar. Nietzsche’nin sonraki on yılı ablasının bakımında geçer Nietzsche bu olaydan sonra delirmiştir ve o günden sonra artık kimseyle konuşmaz.

Bu hikaye beni Nietzsche’den uzaklaştırmaktansa ona aşık etti. Zira hayvan sevgisiyle dolu bir evde büyüdüm ve bir insanın hayvana merhamet duygusuyla delirmiş olması bende o kişiye karşı muazzam bir sevgi ve merhamet duygusu uyandırdı. Ve sonraki on yedi yılımda “bu adam ne yaşamış olabilir ki bu olaydan dolayı delirdi?” diyerek çok düşündüm. Ve nihayetinde Nietzsche külliyatını okuduktan sonra sanırım doğru cevabı buldum.

Nietzsche ömrü boyunca merhamet duygusuna düşmanlık etti. Nietzsche ömrü boyunca hastalıklı ve zayıf insanları aşağıladı. Nietzsche, idealindeki üstinsana şunu tavsiye etti: “insanlık namına güzel bir değer yarat. Ve sıradan insanları bu değer namına gerekirse kırbaçlayarak at gibi koştur.” Ve Nietzsche, felsefesini inşa ederken ömrü boyunca kendi ruhunun derinliklerindeki dürtüleri analiz etti. Nietzsche’nin o hastalıklı at kırbaçlanırken ata duyduğu merhamet duygusu kendi felsefesinin kökten yıkımı anlamına geliyordu. Bu kökten yıkım sanıyorum Nietzsche’nin zihninde ağır bir travma yarattı çünkü yıllarca kendisine karşı savaştığı o merhamet duygusunu ruhunda fark ettiği anda Nietzsche’nin tüm felsefesi çökmüştü. İşte bu sebeple Nietzsche çöküşü yaşar yaşamaz “ben ne ahmakmışım” dedi ve papaya ‘çarmıha gerilen’ imzasıyla bir mektup sundu. Ve tüm felsefesi çökmüş olduğu için artık ömrü boyunca hiç konuşmadı. Buradan bakınca Nietzsche’nin çöküşünü ‘frengi hastalığının beyne sıçraması’ olarak kavramak biraz komik kaçıyor.

 

IV.          

Benim Nietzsche’yle üçüncü karşılaşmam, Nietzsche’yi sevmeyi öğrendikten sonra, yirmi bir yaşımda  Fehmi Baykan’ın yazdığı kısa bir Nietzsche özetini okumamla gerçekleşti. Baykan bu kitabında Nietzsche’nin tüm girift düşüncelerini anlatmıyordu. Sadece onun bedene, yeryüzüne ve dünyevi güzelliklere olan tutkusunu nazara veriyordu.

Nietzsche bedenin şeytan işi olarak kodlandığı, benliğin günahkar kabul edildiği, yeryüzünün metafizik ve uhrevi alem adına hor ve hakir görüldüğü Hıristiyan züht ahlakına savaş açmış bir düşünürdü. Fehmi Baykan Nietzsche’nin bu yönü üzerinde duruyor ve onun bedeni, yeryüzünü, benliği ve dünyevi güzellikleri nasıl tanrısallaştırdığını ve kutsadığını anlatıyordu.

Bu kitap benim için çok sarsıcı ve ilham verici oldu. Zira benim cemaatimde de bedensel arzular şeytan işi olarak kodlanıyordu. Benim cemaatimde de insan günahkar bir insan olarak kabul ediliyordu. Benim cemaatimde de dünyevi güzellikler şeytanın ayartması olarak kabul ediliyordu. Bunların tamamı Bediüzzaman adına bizlere dayatılmış şeylerdi. Bize Bediüzzaman adına katı ve acımasız bir züht ahlakı dayatılmıştı.

Bu kitabı okuduktan sonra züht ahlakına düşman oldum. Ve İslam tasavvufunu ve Bediüzzaman’ın düşüncelerini daha derinden kavramayı öğrendim.

Her şeyden önce bize oldukça çarpık bir züht ahlakı öğretilmişti. Bunu Hakim Tirmizi’nin Kulluğun Mertebeleri adlı kitabını okuduktan sonra keşfedecektim. Hakim Tirmizi şöyle diyordu kitapta: “Önce benliğine, bedenine ve yeryüzüne düşman olmalısın. Fakat sonra bedeninin dürtülerini terbiye etmeli, benliğini dönüştürmeli ve yeryüzüne başka gözlerle bakmayı öğrenmelisin. Bunları yaptıktan sonra benliğini, bedenini ve yeryüzünü tutku ve aşkla sevmelisin.” Bediüzzaman da züht ahlakının tam aksi şeyler aslında: “Tanrı evrenin ötesinde bir yerde duran bir varlık değildir. Aksine Tanrı evrenin ruhudur. Göüryor olduğun evren onun bedeni ve aynadaki yansımasıdır. Yeryüzü ve yeryüzündeki tüm güzellikler Tanrı’nın güzelliğinin tecellisidir. Yani yeryüzü ve yeryüzündeki her şey tanrısal ve kutsaldır. Sen de bedeninin şehvetlerinin esiri olmaktan kurtulmalı ve bedenine hükmetmeyi öğrenmelisin. Bunları yaptıktan sonra yeryüzünün tüm güzel nimetlerinden tatmalısın. Ve ayrıca sen potansiyel olarak Tanrı’nın tecellisisin. Bağrındaki ilahi tohumu inkişaf ettirmeli, kendime yüksek idealler bulmalı ve tam bir tanrı yansıması ve kutsal bir kişilik olmalısın.”

Bunları okuduktan sonra Nietzsche’nin benliğe, bedene ve yeryüzüne bakışıyla, tasavvufun ve Bediüzzaman’ın bakışı arasında ciddi bir fark olmadığını gözlemledim. Zira Nietzsche’nin de derdi bedeninin ve dürtülerinin esiri bir hayvan olan insanın kültür yoluyla kendini sanatkarane işleyerek benliğini, bedenini ve dürtülerini yüceltmesi, benliğin ve bedenin üzerinde onları hadım etmeden onları ıslah ederek tam bir hakimiyet kurması ve kendini güzel hedeflere adarken bir yandan da dünyevi güzelliklerden tatmasını sağlamaktan ibaretti. Nietzsche’de benliğin, bedenin ve yeryüzünün tanrısallaştırılması çabası bundan ibaretti.

 

V.                

Benim Nietzsche’yle dördüncü karşılaşmam yirmi beş-yirmi sekiz yaşlarım arasında Sabancı Üniversitesindeki yıllarımda gerçekleşti. Burada Nietzsche bizlere bir yaşam filozofu olarak değil, postmodern toplum düşüncesinin arkasındaki bir toplum düşünürü olarak öğretildi. Yani mutlak hakikatlerin olmadığını savunan, her hakikat iddiasının aslında sınırlı bir ‘perspektif’in ürünü olduğunu iddia eden bir düşünür olarak. Yani burada benim için Nietzsche postmodern göreciliğin düşünüründen ibaretti. Postmodern düşünürler için her hangi bir yolla hakikati teorik olarak temsil etmek imkansız görülüyordu. Ve postmodernler için Nietszche temsil ve mutlak hakikat düşüncesinin krizini ilk ilan filozoftu.

Nietzsche için her hangi bir din ya da öznel filozoftan öte, hakikatin en kusursuz temsili sayılan doğal bilimler bile doğayı kontrol etmek için dış gerçekliği tahrif etme ve basitleştirme girişiminden ibaretti. Fakat Nietzsche için temsilin krizi daha derinde yatıyordu: onun için görme yetisi, akletme yetisi gibi bize dış gerçekliği sunduğuna inanılan fizyolojik yeteneklerimlerimiz, organizmaların evrim sürecinde hayatta kalma ve çevresini kontrol etme çabasıyla yarattığı basitleştirici ve tahrif edici yeteneklerdi. Yani insan gözünün ve aklının bile hakikati keşfetmekte herhangi bir yeterliliği yoktu. Yani Nietzsche için temsil krizi salt sosyolojik değil, fizyolojik ve kozmolojikti.

Fakat Nietzsche için mesele bundan ibaret değildi. Bunu sonra öğrenecektim. Zira Nietzsche mutlak hakikatlere ve hakikatlerin keşfedilebileceğine inanıyordu. Akıl ya da göz yoluyla değil, beden ve onun dürtüleri yoluyla… Nietzsche için bedenin dürtüleri dışarılardan bir yerlerden gelmiş şeyler değildi. Aksine onlar doğada işleyen birer arzulayış ve süreç olarak kuvvetlerin insandaki sınırlı cisimleşmelerinden ibarettiler. İnsanlar bedenlerinin ve dürtülerinin esiri olmayı bırakır, bedenlerine ve dürtülerine hükmetmeyi öğrenir ve çevrelerindeki dünyanın bedenleri ve dürtüleri üzerinde bıraktığı izleri tefekkür edebilirse doğa, evren ve toplum hakkında da mutlak hakikatlere ulaşabilirlerdi. Nietzsche bu yolla evrene, organizmalara, tarihe, topluma ve bireylere hükmeden kuvvetleri ve tüm kozmozun ezeli yasası olan güç istencini keşfetmiş ve tüm varlığı bu kavramlar eşliğinde yorumlamayı becerebilmişti.

Çok daha sonrasında, otuz yedi yaşımda, tasavvufu ve Bediüzzaman’ı salt bir ahlak öğretmeni olarak değil de; doğaya, evrene ve topluma dair açıklayıcı bir kuram olarak görmeyi öğrendiğimde, Nietzsche’nin mutlak hakikatler ve onların nasıl keşfedilebileceği üzerine düşüncelerinin İslam düşünürleri tarafından asırlarca önce öne sürülmüş olduğunu fark edecektim.

Tasavvufta insanın bedensel dürtülerine hükmetme becerisi olarak tavsiye edilen züht, sadece güzel ahlak sahibi olmak için değildi. Züht ayrıca evrenin aldatıcı görünüşünden onun derinindeki mutlak hakikatleri keşfetme yeteneğini kazanmak için de kurumsallaştırılmıştı. Bu özelliği tasavvuf düşüncesinde ciddi yeri olan Sühreverdi’nin Hikmetü’l-İşrak adlı kitabında görebilirsiniz. “bedenin ve dürtülerin üzerinde egemenlik kur” der Sühreverdi ve ekler “ve dış dünyanın bedeninde nasıl etkide bulunduğunu tefekkür et. Bu yolla dış dünyanın aldatıcı görünüşünden onun derinindeki mutlak hakikatlere ulaşacaksın.”

Sufi bu yolla evrenin, tarihin, toplumun ve bireyin derininde işleyen tanrısal isimleri ve sıfatları keşfeder. Ve evrenin görünen yüzünü bu sıfatlar ve isimler eşliğinde yeniden yorumlamayı becerir. Nietzsche’deki kuvvetlerin tanrısal isimlerin birer tezahürü olduğunu söylemiştim. Nietzsche’nin tüm evrenin ilkesi olarak keşfettiği ‘güç istenci’ ise Tanrı’nın en temel iki sıfatının ‘İrade’ ve Kudret’ sıfatlarının Batılı bir dille ifade edilişinden ibaretti. Yani Nietzsche aslında farkına varılmamış bir sufiydi.

Nietzsche bu yolla çok şey keşfetmiş olsa da yine tanrısal sıfatlar olan İlim, Hikmet, Adalet, Rahmet gibi tüm kainatı kuşatan belli kozmik hakikatleri keşfetmekte başarısız olmuştu. Ve bu yetersizliğin onun tüm düşüncesi üzerinde tahrip edici sonuçları olacaktı. Bunları yeri gelince ele alacağım için şimdilik sadece bir işaret bırakmakla yetiniyorum.

 


VI.            

Benim Nietzsche’yle beşinci karşılaşmam otuz iki-otuz dört yaşlarım arasında ODTÜ’de sosyoloji öğrencisiyken gerçekleşti. Burada Nietzsche’yi daha sonrasında Foucault’nun kemale erdireceği soykütük düşüncesinin mimarı olarak öğrendik. Soykütük: yani her hakikat iddiası, her adalet ve ahlak çağrısı bir bireyin ya da bir toplumsal grubun güce yönelik arzusunun bir cisimleşmesinden ibarettir. Ve sosyoloğa düşen vazife, bu hakikat, adalet ve ahlak çağrılarının içeriğiyle meşgul olmak değil, bu çağrıların arka planında nasıl bir güç arzusunun yattığını ifşa etmekten ibarettir.

Soykütük düşüncesi bizlere ODTÜ’de sosyolojiyle sınırlı bir mesele olarak öğretilmiş olsa da, Nietzsche için soykütük sadece sosyolojik ve tarihsel bir mesele değildi. Aksine bu düşüncenin onda oldukça kozmik, insanın hayvani varoluşuna ve onun biyolojik evrim tarihine yaslanan oldukça organik kökenleri vardı. Zira Nietzsche için her hakikat, adalet ve ahlak çağrısı gücünü maksimize etmeye çalışmaktan başka hedefi olmayan insan organizmalarının, onların anatomilerinin ve fizyolojilerinin bir ürününden ibaretti. Nietzsche için sadece hakikat, adalet ve ahlak çağrılarının değil; insanın görme, işitme, akletme yeteneklerinin bile insanın hayvandan evrilme sürecinde organizmaların etrafına hükmetme arzusuyla meydana getirdiği yetenekler olduğunu söylemiştim. Böyle bakınca insan organizmaları, onların anatomileri ve fizyolojileri açısından, hakikat, adalet ve ahlak kavramlarının herhangi bir kozmik ya da kutsal değeri yoktu. Onlar sadece güç istencinin maskelerinden ibaret olarak değer kazanıyorlardı Nietzsche’de (ve onun tilmizi olan Foucault’da).

Buradan bakınca insan ahlakının hiç ama hiçbir kutsal değeri yoktu. Zira evrende ve insan organizmasında asli bir değeri olmayan ahlak, Nietzsche için dürtülerin başka organizmalar tarafından kişiyi kontrol etmek üzere bastırılmasından ibaretti. Ahlakın toplumda kişiyi kontrol etme çabasından öte bir değeri yoktu. Yani ahlak kutsla filan değildi.  Daha sonrasında bu bastırma kuramı Freud’da, Durkheim’da, Norbert Elias’da da asli bir kuramsal konum kazanacaktı. Nietzsche’de ahlakın değeri bu olduğu için, yani ahlak Nietzsche’de hiçbir kutsal değere sahip olmadığı için, toplumsal ahlakı samimiyetle takip eden insanlar için Nietzsche aşağılayıcı ‘sürü’ tabirini kullanacak ve ‘kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma’ adlı, tüm dinlerin ahlakın temeli saydığı kutsal değeri, ‘kölelerin efendilere duyduğu hıncın yarattığı bir pislikten ibaret olarak kavrayacaktı.

Bu düşünceler ODTÜ yıllarımda beni rahatsız etmiyordu. Fakat soykütük düşüncesi, yani insanın hakikat, adalet ve ahlak çağrılarının arkaplanında nasıl bir kirli güç arzusunun yattığını keşfetme ve insanın kendini bu kirli arzulardan kurtarma  yeteneği kazanma çabası, İslam tasavvufunda da asli bir yere sahipti. Yani kişinin kendi kendinin soykütüğünü yapma çabası ve kişinin kendini tüm kirli arzulardan ve hınçtan temizleyip temiz dürtülere ve temiz arzulara ulaşma çabası İslam tasavvufu için de asli bir çabaydı.

İslam tasavvufunda murakabe en az züht kadar asli bir yere sahiptir. Murakabe: yani kişinin en güzel ve kutsal duygulara sahip olduğunu sandığı zamanlarda bile, kendi saklı kalmış kirli dürtülerini gözden geçirmesi, onları açığa çıkarması, bu dürtüleri tüm pisliklerinden arındırması ve yerine güzel dürtüler yerleştirerek kendine tanrısallaşmış ve kutsanmış bir mahiyet kazandırma çabası. Nietzsche’nin soykütük düşüncesi de sadece bir toplum eleştirisi meselesinden ibaret değildi aksine soykütük çıkarma çabası Nietzsche için bir son hedef değil, son hedefe ulaşma çabasında bir yöntemdi. İnsan kendi bağrındaki hıncı ve kirli dürtüleri açığa çıkardıktan sonra, Nietzcshe’nin bireyden beklediği şey, bu dürtüleri temizlemek, onları hınçtan arındırmak, bu dürtüleri bir sanat eserine çevirip kişinin kendini tanrısallaşacak kıvama getirmesinden ibaretti. Yani Nietzsche için soykütük sadece bir toplumsal eleştirisi meselesi değil, aynı zamanda sufiler gibi bir nefs terbiyesi meselesiydi.

Nietzsche soykütüğü bir toplumsal eleştiri yöntemi haline getirirken de bunu muhatabını yok etmek ya da tahrip etmek için yapmıyordu. Nietzsche nefret ve hınç duygusuyla değil, sevgi duygusuyla soykütük yapıyordu. Nietzsche bunu hep söylüyordu: “benim bütün meselem yaşama, içindeki her şeyle beraber ‘evet’ demekten ibarettir.” Onun Hıristiyanlık eleştirilerinde gözettiği hedef, Hıristiyanlığı yok etmek değil, Hıristiyanlığın bağrındaki hıncı, yaşama hayır diyen bozuk güç istencini ve Hıristiyanlığın bağrındaki tepkisel kuvvetleri gidermek, kendi deyimiyle Hıristiyanlık zehirini bala çevirmek ve Hıristiyanlığın tarih içinde yarattığı kurumları ve değerleri, onları dönüştürerek, yeni toplumun ve üstinsanın bileşeni haline getirmekten ibaretti. Nietzsche züht ahlakını yok etmek değil, korumak istiyordu. Fakat üstinsan için züht, yeryüzüne nefretin değil, kişinin hayat namına yüksek idealler peşinde koşarken kendi bedeni üzerinde kurması gereken denetimin bileşeni olarak değer kazanacaktı. Geçerken söyleyeyim: ‘Zehiri bala çevirmek’ deyimi iyi bir Hafız Şirazi okuru olan Nietzsche’nin muhtemelen İslam sufilerinden tevarüs ettiği bir  deyimdi. Zira bu deyim örneğin Mevlana’nın Mesnevi’sinde defalarca tekrarlanacak kadar kurucu öneme sahiptir.  

 

VII.         

Benim Nietzsce’yle altıncı karşılaşmam otuz yedi yaşımda, ağır bir travmanın sonrasında ruhsal olarak tamamen çökmüşken, “ bu kitap seni teselli edecek” diyerek o güne kadar nefret ettiğim Mevlana’nın Mesnevi’sini ve “ bu külliyat sana güç verecek” diyerek Nietzsche’nin külliyatını elime almamla gerçekleşti. On beş gün içinde yirmi sekiz cilt kitabı satır satır anlayarak aşk ü şevk ile okudum ve Mevlana’nın şahsında tasavvuf mirasının ve Nietzsche’nin düşüncelerinin özünde aynı yaşam felsefesinin tecessümü olduğunu fark ettim. Ve büyük bir şevkle bu iki düşünür hakkında güzel bir kitap yazdım. Bu iki eser yoluyla yaşadığım travmayı eninde sonunda atlatacağımı anladım. Hayata sımsıkı sarıldım ve ve uzunca bir müddet Nietzsche’nin havarisi oldum.

Bu süreçte Nietzsche bana neler öğretti? Apollon ve Dionysos’u, yani Tanrı’nın cemalini ve celalini beraberce sevmeyi… Yani darmadğın olmaktan korkmamayı… Amor fati, yani tüm acı yaşanmışlıklarıyla kaderimi sevmeyi… Yüreğimdeki hıncı arıtmayı… Yaşama içindeki herşeyle beraber ‘evet’ demeyi ve kimseden nefret etmeyerek, kimseyi yok etmeye çalışmayarak herkesin ve her kesimin yüreğinin derinliklerindeki güzellikleri inkişaf ettirmeye çalışmayı, yani zehiri bala çevirmeyi…. Güce ve prestije yatan arzularımı yok etmeye çalışmayarak bu arzuları insanlığa katkı sunacak projelere adama düşüncesini… Kimseyi hor görmeyerek başarılarımla gurur duyma yeteneğini… Üstinsanın temel bir vasfı olarak birbiriyle çatışan hakikatleri hiçbirini reddetmeden beraberce yüreğimde taşıyabilme yeteneğini… cennete yönelik arzumu bu dünyayı cennete çevirmeye çalışarak doyurma düşüncesini… Ve biraz ilgisiz olacak ama onun güçlü termodinamik eleştirisinden hareketle doğal bilimlerin en temel saydığı hakikatlere bile isyan edebilme cesaretini… Bir de elbette o güne kadar düşmanı olduğum bin dört yüz yıllık tasavvuf mirasıyla da Nietzsche sayesinde barışmıştım. Elbette ki o dönem Nietzsche’yle anlaşamadığım şeyler vardı ama o şevk ve heyecanla uzunca bir süre bunları kafama takmadım. O dönem sadece bir temel düşüncesine itiraz etmiştim Nietzsche’nin: “ahlakın kaynağı bastırma değildir. ‘Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma’ buyruğu köle ahlakı veya sürü ahlakı değildir. Bu ahlak yasası bedenimize, dürtülerimize ve organizmamıza kazılı temel bir fizyolojik yasadır.” Bu itirazımı 2015 yılında yazdığım Kara Kitap isimli kitabımda temellendirilmiş bir şekilde dile getirmiştim. (Fakat çok provokatif bir dille yazıldığı için aslında çok ciddi bir felsefe kitabı olan Kara Kitap’ı neredeyse kimse okumadı.)

 

VIII.     

Mevlana ve Nietzsche üzerine yazdığım kitabın müsveddesini hatırı sayılır bir entelektüel okudu ve bana şöyle dedi: “sende büyük bir eser yazacak potansiyel var. Bu yeteneğini israf etme.” İyi mi yaptı kötü mü yaptı bilmiyorum ama bu sözler üzerine büyük bir eser yazabilmek için felsefe klasiklerini okumayı bıraktım ve gerçekten büyük bir eser yazmak için eski büyük filzofların yaptığı gibi başka alanlara el attım. Yani o döneme kadar hiç ciddiyetle el atmadığım antropoloji, dünya tarihi, psikoloji, dinler tarihi, doğa bilimleri, biyografi, şiir, matematik vs gibi farklı disiplinlerden kitapları deli gibi okumaya başladım. Büyük eser yazamadım. Sanıyorum kullanmak zorunda olduğum ilaçlardan dolayı bu saatten sonra da asla yazamayacağım. Ama bu okumalar düşünce dünyamı hayli dönüştürdü. Daha sonrasında, 2017 yılında psikoterapi klasikleri okuyarak kendi psikoterapimi yaptım. Yoğun bir biçimde Kuran ve Bediüzzaman okumaya başladım. Ve ibadete başladım. Bu süreç de benim dünyaya bakışımı hayli dönüştürdü. Ve nihayetinde Nietzsche’den öğrendiklerimle yeni varoluş şuurum arasında ciddi çatışmalar başladı. Uzunca bir süre bu çatışmaları bir çözüme kavuşturmadan ruhumda taşıdım. Fakat nihayetinde bu çatışmayla hesaplaşmam gerektiğini anladım. Ve Richard Schacht’ın, Nietzsche’nin tüm felsefi sistemini 660 sayfada eksiksiz bir biçimde özetleyen muhteşem kitabı dilimize çevrilince bu kitabı hemen aldım, ciddiyetle okudum ve Nietzsche’yle nerelerde anlaşamadığımızın bir dökümünü yaptım. Bu yazının geri kalanı Nietzsche’den öğrendiklerime ne gibi rötüşlar attığımı gösterme çabamdan ibarettir.

 

IX.            

Nietzsche’yle hangi hususlarda anlaşamıyordum? (1) evrendeki her şeyi ama her şeyi güç istencine indirgemesi, (2) ahlakın kökenini travmatik bir bastırma olarak kodlaması, (3) “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” buyruğunu sürü ahlakı diyerek küçümsemesi, (4) ruhu reddetmesi ve her şeyi beden olarak görmesi, (5) dinleri kökten reddetmesi (6) merhamet duygusunu aşağılaması, (7) Marxist eşitlikçi düşünceyi hor görmesi, (8) Mutlak bir Benlik olarak Tanrı’yı reddetmesi (9) insanın tüm ruhsal yeteneklerini, görme, işitme, bilinç, dil, akıl, hafıza, özgür irade, vs Tanrı’ya referans vermeyen bir evrim kuramından türetme çabası (10) bilinci ve tüm bilişsel yetenekleri tüm hor ve hakir görmesi (11) görüyor olduğum haliyle dünyayı, yani içinde annemin, kedilerimin, kitaplarımın olduğu dünyayı “hakikatin tahrifidir” diyerek çöpe atması….

Yazının devamında bu eleştirilerimi dile getireceğim. Biraz dağınık olabilir. Ve kullandığım ilaçlardan dolayı derdimi tam olarak ifade edemeyebilirim. Ama sanıyorum Nietzsche’den bir şeyler öğrenmek ve Nietzsche’yi farklı ufuklara taşımak için onu eleştirmek isteyen okur ne demek istediğimi anlayacaktır.

Başlayalım.

 

X.               

Nietzsche insan bilincini, aklını, hafızasını, onun konuşma, görme ve işitme yeteneklerini ruhu, benliği ve öznelliği olmayan kör kuvvetlerden ve evrim süreçlerinden türetmeye çalışır ve tüm bu yetenekleri hor ve hakir görür.

Nietzsche için evrenin temel yapısının bir ruhu, benliği ve öznelliği olmayan kör kuvvetler ve arzulayışlar olduğunu söylemiştim. Nietzsche için tüm evren ve insanın ilk hücreden evrim süreci bu kuvvetlerin kör oyununa dayanır. Nietzsche için bu kuvvetler birbiriyle ilişkiye girdiğinde bazı kuvvetler diğer kuvvetleri boyunduruğu altına alır. Canlı organizmalar böyle doğar. Nietzsche kuvvetlerin bu tahakküm ilişkisine güç istenci adını verir. Evrenin ve organizmaların evrim dinamiğini bir ruhu ve benliği olmayan kuvvetlerin oyunu ve güç istenci sağlar. İnsanın bilinci ve bilişsel yetenekleri ise bir ruhu, benliği ve öznelliği olmayan kuvvetlerden, onların birbiriyle etkileşiminden ve güç istencinden doğar. Nietzsche insanın ruhsal özelliklerinin doğumunda hep Lamarckçı bir evrim kuramına yaslanır. “İnsanın bilinci ve görme yeteneği nereden ortaya çıktı? Herhangi bir bilinci, ruhu ve öznelliği olmayan örgütlenmiş kuvvetler olarak bedenler, bağırlarındaki güç istenciyle çevrelerine hakim olmak için bilinci ve görme yeteneğini geliştirdiler.” “İnsanın konuşma yeteneği nereden ortaya çıktı? Bağrında herhangi bir ruh, benlik ve öznellik olmayan örgütlenmiş kuvvetler olarak bedenler birbiriyle iletişim kurabilmek için hiç yoktan konuşma yeteneğini geliştirdiler.” “İnsanın özbilinci ve hafızası nereden ortaya çıktı? Başka organizmalar tarafından bağrında herhangi bir ruh, benlik ve öznellik olmayan dürtüler o dürtüleri taşıyan bedenin içine doğru kıvrıldı. Özbilinç ve hafıza böylece oluştu.” Vs…  İnsan bilincinin ve onun bilişsel yeteneklerinin oluşumu hususunda Tanrısal bir öznenin etkinliğine yer vermeyen Nietzsche’nin bu husustaki açıklaması özet olarak burada anlattığım gibidir.

Burada bir imkansızlık var. Burada kendi düşüncelerimi uzun uzun anlatmaktansa üç otoriteye referans vereceğim. Bilinç felsefesinde çığır açan Dan Chalmers şöyle dedi: “Bilinç konusunda kolay sorunun yanıtını biliyoruz: beyin bilinci etkiler mi? Etkiler. Ama zor sorunun yanıtını hiç bilmiyoruz: beyin bilinci nasıl bir mekanizmayla etkiler ve bilinç beyinden nasıl türer? Bu hususta anlamlı tek cümle bile edemiyoruz. İşte bu yüzden madde felsefemizi kökten değiştirmek ve maddeye benlik, ruhsallık ve öznellik atfetmek zorundayız.” İkinci bir otorite ünlü filozof Noam Chomsky: “İnsanın konuşma ve dil yetisi konuşmayı hiç ama hiç bilmeyen organizmalardan nasıl evrildi? Konuşma ve dil yeteneğinin oluşumunu maddi evrim süreçlerinin bir aşaması olarak tahayyül etme yeteneğimiz yok. Burada canlı tarihinde ağır bir sıçrama var. Bir kez ortaya çıkması için tüm sinir sisteminin ve tüm bedenin muazzam bir mutasyonunu gerektiren dilin ortaya çıkışının bir mucize olduğunu kabul etmek zorundayız.” Üçüncü bir otoriteyse “bilinci maddeden türetemezsek Tanrı’nın varlığını kabul etmek zorunda kalırız” diyerek Madde ve Mana Adlı bir kitap yazan Saffet Murat Tura. Tura bu kitapta maddeden hareketle bilincin b’sini bile türetemediği ve Tanrı’yı da kabul etmek istemediği için “bilinç diye bir şey yoktur. Biz aslında bilinçsiz varlıklarız” diye saçmalamak zorunda kaldı. Bilincin oluşumuna yönelik tüm bu iddialarının sonunda Nietzsche de Güç İstenci adlı kitabında şunu söylemek zorunda kalacaktı: “Bilincin b’sini bile bilinçsiz bir varlıktan türetemiyoruz. Ama bilinç öylesine önemsiz bir varlık ki onun ortaya çıkışını hiç açıklamasak da olur.”

Bilinç ve bilincin özellikleri, yani görme ve işitme yetisi, hafıza, akıl, özbilinç, vs bilinçsiz, ruhsuz öznelliksiz maddeden türetilemediği gibi bilinçsiz, ruhsuz ve öznelliksiz kuvvetlerden, onların oyunundan, örgütlenişinden ve onların yine bilinçsiz, ruhsuz ve öznelliksiz güç istencinden türetilemez. Sınırlı bir bilincin tek açıklaması başka bir bilinçtir ve o da Mutlak Bilinç olarak Tanrı’dır.

Aristo ve Hegel gibi idealistler evrenin kaynağına tüm evreni kuşatan Tanrısal bilinci ve ruhu koyarlar ve insanın sınırlı bilincinin ve onun bilişsel yeteneklerinin açıklaması olarak “insan bilinci tüm evreni kuşatan bu bilincin sınırlı bir tecessümüdür” dedikleri için bu hususta teorik bir travma yaşamazlardı. Yani bunlar için insan bilinci daha yüksek bir formdan tenezzül olarak algılanırdı. Oysa materyalist evrim kuramından sonra insan bilinci daha aşağı bir varlık türünden bir yükseliş olarak kavranmaya çalışıldı ki, bu yükseliş dediğim gibi maddeye de başvursanız, benlik sahibi olmayan kuvvetlere de başvursanız her zaman için imkansız bir yükseliştir.

Yani evrenin ve insanın bilincinin kaynağına bir Mutlak Benlik koymalıyız. Ancak ve ancak o zaman Nietzsche’nin evrenin ve insanın kaynağına koyduğu kuvvetler ve güç istenci de hakikatini bulur. Bu mutlak benlik kabul edildiğinde evrende ve insan organizmasında işleyen ‘arzulayış olarak kuvvetler’ bu tanrının arzulayışı, yani isimleri olarak anlam kazanırlar. Ve Nietzsche’nin “evrenin ve evrendeki her şeyin temel yasasıdır” dediği güç istenci bu tanrının temel sıfatları, yani tanrısal irade ve tanrısal kudretin tezahürü olarak hakikatlerini bulurlar.

 


XI.            

Sadece bilincin oluşumu hususunda değil, organizmaların evrimi hususunda da Nietzsche’nin temel yasa olarak kuvvetler ve güç istencini öne sürmesi ve evrende, yaşamda, organizmaların bedeninde ve evrim sürecinde işleyen başka temel hakikatlere kör kalması yine Nietzsche’de beni rahatsız eden bir husustu.

Nietzsche bir organizmanın mükemmel anatomisinin, fizyolojisinin ve onun işlevsel sisteminin oluşumunu yine ruhsuz, benliksiz ve öznelliksiz kuvvetlere, onların etkileşimine ve örgütlenişine ve onlar arasındaki yine ruhsuz, benliksiz öznelliksiz güç istencine dayandırmak istiyor. Fakat kanımca bu yolla en basit organizma ve onun anatomisi, fizyolojisi ve onun işlevsel sistemi bile inşa edilemez. Ben yine bu husustaki eleştirilerimi kendi düşüncelerim olarak sunmaktansa otoritelere referansla ifade edeyim.

Evelyn Fox Keller bundan birkaç yıl önce biyolojide çığır açıcı bir kitap yazdı: Genin Yüzyılı. Ve Keller bu kitapta çağdaş biyolojinin önümüze çıkardığı yeni muammaların biyolojide Darwin çapında sarsıcı devrimleri zorunlu kıldığını söyledi. Keller’ın öne çıkardığı hususlardan biri Kant’ın iki yüz yıl önce dile getirdiği bir bilimsel muamma olan canlıların işlevsel sisteminin örgütlenişi meselesiydi.

Gözün doğru çalışabilmesi ve işlevlerini yerine getirebilmesi için kalbin, ciğerlerin, böbreklerin, beynin, hatta üreme organlarının vs yani bedenin tüm organlarının doğru çalışması ve işlevlerini yerine getirmesi gerekir. Yani beden tüm organlarıyla göze hizmet eder. Ayrıca gözün neyi niye yaptığı sorulduğunda size “şu işi beynim, şu işi gözlerim, şu işi böbreklerim, vs yani her işi ayrı ayrı bedenimin ayrı bir organı için yapıyorum” der. Kant bedeni böylesine işlevsel bir bütün haline getiren ve bedendeki her organı “birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için” dedirten bir sistemin Tanrı dışında bir açıklaması olmadığını söyler. Keller da ekler: “böylesi sistemleri dışarıdan bir tasarımcının varlığında açıklayabiliyoruz. Fakat içeriden bir hareketle böylesi işlevsel sistemlerin oluşumunu açıklamak imkansızdır.”

Aynı durum ana rahmindeki embriyonun gelişimi için de geçerlidir. Ünlü biyolog Lewontin’in klasikleşmiş Üçlü Sarmal adlı kitabından hareketle söyleyeyim: embriyo başta birbirine özdeş hücreler oluşturacak şekilde sürekli bölünür. Fakat sonra sihirli bir şey olur. Ve her hücre sanki birbirini görüyor ve birbirinin ne yaptığından haberdarmış gibi ileride farklı bir organı oluşturacak ve farklı işlev görecek şekilde farklı proteinler salgılamaya başlar. Ve canlının organları birbiriyle uyumlu bir biçimde birbirinden farklılaşmaya başlar. “İşte” der Lewontin “canlıyı farklı organlar oluşturacak şekilde örgütleyen ve her organı farklı işlev görecek şekilde ahenkli bir şekilde biçimlendiren ve tüm embriyoyu kuşatan bilgeliğin nerede olduğu ve nasıl çalıştığı hususunda anlamlı tek cümle edemiyoruz.”

Aynı durum ilk hücrenin oluşumu için de geçerlidir. Ünlü biyolog Francois Jacob klasikleşmiş Canlının Mantığı adlı kitabında şöyle der: “ilk hücrenin oluşumunu doğal yollarla açıklamak imkansızdır. Zira ilk hücre basit bir genetik materyal, basit bir metabolizma ve basit bir hücre zarından oluşur. Fakat en basit haliyle bile bu unsurların çalışması birbirinin işlevsel olarak diğerlerine tamamen entegre olmuş olmasına bağlıdır. Yani her bir parça var olabilmek ve doğru çalışabilmek için diğerinin varlığına ve doğru çalışmasına ihtiyaç duyar. Bu sorunu doğa bilimleri yoluyla açıklayamıyoruz. Ve açıklama olarak metafiziğe ve Tanrı’ya müracaat etmek zorunda kalıyoruz.”

İlk hücrenin oluşumunu açıklamaya çalışan doğru dürüst sadece bir kişi var biyoloji dünyasında: Stuart Kaufmann. Fakat onun Fiziğin Ötesindeki Dünya adlı kitabını okuduğunuzda onun hala en basit bir hücre zarını en basit bir metabolizma ve genetik materyalle işlevsel bir bütün oluşturacak şekilde entegre edemediğini görürsünüz. Stuart Kaufmann’da hücre zarı genetik materyal ve metabolizmayla yanyana durur fakat onların işlevlerine hizmet edecek ve onlarda hücre zarının işlevlerine hizmet edecek şekilde içiçe geçemez.

Zaten herhangi bir fizyoloji kitabını elinize aldığınızda orada göreceğiniz manzara şudur: bu kitaplar bir organın işlevini doğru yerine getirebilmesi için diğer organların ayrı ayrı neler yaptığını uzun uzun anlatırlar. Fakat bu organların işlevsel olarak bir bütün oluşturacak şekilde nasıl örgütlenmiş oldukları ve bu işlevsel sistemi yöneten ve tüm canlı bedenini kuşatan bilgelik ve kudretin nasıl bir şey olduğu hususunda tamamen sessiz kalırlar.

Kısa konuşursak… En basit canlının bedeni bile işlevsel bir bütün oluşturur ve bu işlevsel bütünü yöneten bilgelik canlının iç organlarına ve iç yapısına referansla açıklanamaz. Yani çeriden bir hareketle canlının işlevsel bütünlüğünün nasıl oluştuğunu ve nasıl korunduğunu açıklamak imkansızdır. Keller’ın dediği gibi bu işlevsel bilgeliği açıklamak için canlıyı bir bütün olarak kuşatan dışarıdan bir tasarımcıya ihtiyaç vardır.

Bu imkansızlık durumu canlıyı ve onun işlevsel örgütlenişini maddeyle açıklamaya çalışsak da, Nietzsche gibi ruhsuz, benliksiz ve öznelliksiz kuvvetler, onların oyunu, onların iç örgütlenişi ve onların yine ruhsuz, benliksiz, öznelliksiz güç istenci yoluyla açıklamaya çalışsak da böyledir. Canlıların işlevsel örgütlenişi onları oluşturan parçaların kendi iç hareketleri sonucu açıklanamaz. Her zaman dışarıdan bir tasarımcıya ihtiyaç vardır. 

Kısa konuşursak canlıları, onların örgütlenişini ve evrim sürecinin dinamiklerinin işleyişini gerçekleştiren başka sıfatlar da vardır Nietzsche’nin kuvvetleri ve güç istencinin yanında. Canlıların bu işlevsel yapısını açıklamak için örneğin kozmik bir ilke olarak İlim ve Hikmet (Bilgelik) kavramlarına ihtiyaç duyuyoruz. Yani güç istenci yanında kozmik ve tanrısal bir İlim ve Hikmet de evreni, organizmaları ve evrim sürecini şekillendirmektedir. Yine canlıyı koruyup kollayan kozmik ve tanrısal bir Rahmet ve Merhamet olmasaydı yine canlı organizma işlevsel bir bütün oluşturacak şekilde örgütlenemezdi. Yine canlının her organına hakkını veren ve onları ayrı ayrı ayakta tutan kozmik ve tanrısal bir Adalet olmasaydı, yine canlı bu şekilde hayatta kalamazdı. Yani kozmik bir merhamet ve adalet olmasaydı canlıların evrim sürecinde canlılar dönüşürken onların işlevsel bütünlüğü korunamaz ve organizmalar parçalanıp giderdi. Kısa konuşursak, Nietzsche’nin dediği gibi kuvvetler ve güç istenci yanında İlim, Hikmet, Adalet ve Rahmet sıfatları da evreni, yaşamı ve evrim süreçlerini yöneten kozmik ve tanrısal ilkelerdir.

Bilincin oluşumunun Mutlak bir Benlik’in varlığını zorunlu kıldığını ve Nietzsche’nin kuvvetleri ve güç istencinin ancak ve ancak Mutlak Benlik olarak Tanrı’nın sıfatları ve isimleri olarak kavrandığında bir anlam ifade ettiğini söylemiştim. Şimdi artık sanıyorum şunu da söyleme gereksinimi duyuyoruz. Güç ve İstenç nasıl bu Mutlak Benlik’in asli sıfatlarıysa ve evrenin işleyişinde hakim vasıflarsa, İlim, Hikmet, Adalet ve Rahmet de aynı şekilde Güç/Kudret ve İrade/İstenç gibi bu Tanrı’nın sıfatları olarak kavranmak ve evrenin işleyişinde ve evrim süreçlerinin ilerleyişinde asli ilkeler olarak kabul edilmek zorundadır.

Nietzsche evrendeki her şeyi güç istencine indirgemişti. Bizim şimdi dile getirdiğimiz haliyle evren ise Nietzsche’nin evreninden çok daha renkli bir evrendir. Çünkü bu evrende Güç ve İrade kadar İlim, Hikmet, Adalet ve Rahmet de asli unsurlardır.

Tanrı’ya inanan Aristo ve Hegel gibiler de böylesi sıfatları Tanrısal ve kozmozu yöneten sıfatlar olarak görürlerdi. Onlar için adalet sadece insani bir vasıf değildi. İnsan organlarının yapılanışı ve insanın yediği rızkın her organın gereksinimine göre ayrı ayrı pay edilmiş olması, ya da ekosistemdeki her canlının bir bütün oluşturacak şekilde varoluşlarının korunması ve her canlı türünün varlığını koruyacak şekilde ekosistemdeki sınırlı rızıktan pay alıyor olması onlar için Tanrısal ve kozmoza hükmeden Adalet sıfatının bir tecessümüydü. Fakat modern materyalist evrim kuramını ciddi bir biçimde revize ederek de olsa kendi evrim kuramını şekillendiren Nietzsche ne yazık ki böylesi kuşatıcı bir bakışa kör kaldı.

 

XII.        

Nietzsche eleştirilerimizde adım adım ilerliyoruz. Bilincin açıklaması için Tanrısal bir benliğe müracaat etmek zorunda olduğumuzu söyledik. Bu tanrısal benliğin tüm kozmozu ve evrim süreçlerini kuşatmak üzere İlim, Hikmet, Adalet ve Rahmet sıfatlarına sahip olması gerektiğini söyledik. Bu söylediklerimiz ışığında artık Nietzsche’nin insan felsefesine getirdiğimiz eleştirileri de ifade edebileceğiz.

Nietzche’nin insan varoluşunu ve onun temel psikolojik ve fizyolojik yapısını güç istencine indirgediğini söylemiştim. Ve buradan baktığında insanın tüm hakikat aşkı, adalet tutkusu, merhamet duygusu ve ahlak arzusu bu hayvani güç istencinin bozuk tezahürlerinden ibaret oluyordu. Oysa biz şu anda tüm evrene hükmeden Mutlak Benlik olarak Tanrı’nın Güç İstencine sahip olduğu kadar İlim, Hikmet, Adalet ve Rahmet sıfatlarına da sahip olduğunu ve bu sıfatları kozmoza, evrim süreçlerine ve insanın organik yapısına da kazımış olduğunu söylemiş oluyoruz. Buradan bakınca insan fizyolojisinin güce yönelik arzusu kadar, onun ilim ve hikmete yönelik arzusu, yani insanın hakikat aşkı; onun adalet tutkusu; onun merhamet duygusu da en az güç istenci kadar insanın asli fıtratına işlenmiş ve insanın fizyolojisine hükmeden duygulardır. Bu değerlerin Nietzscheci bir soykütüğü, yani bu değerleri gözeten insanların ve toplumsal grupların yüreklerinin derinliklerinde yatan bozuk güç istencini ortaya çıkarma çabası ne kadar elzemse; insanın hakikat, adalet ve merhamet tutkularını harekete geçiren kutsal ve ulvi dürtüleri yani bilinçli veya bilinçdışı ıstırapları ortaya çıkarma çabası da o kadar elzemdir.

Nietzsche modern zamanların bir çocuğuydu. Modern zamanların özelliği ne? “İnsan haz peşinde koşar. Acıdan kaçar. İnsanın güç ve prestij peşinde koşmaktan başka bir amacı yoktur” diyen Hobbes’un egemen olduğu bir çağ… “Devletlerin tek amacı güçlerini maksimize etmektir” diyen Makyavel’in hakim olduğu bir çağ. “İnsanda ulvi bir ahlak duygusu yoktur. İnsanın tek amacı hazzını yükseltmek ve acısını azaltmaktır” diyen materyalist ekonominin hakim olduğu bir çağ… “Canlılar kıt kaynaklar için savaşmaktan başka bir hedef gütmezler. İnsan bedeninde ahlak ve adalet gibi kutsal değerlere yer yoktur” diyen Darwin’in ve bu türler arası savaş fikrini toplumsal dünyaya taşıyan Sosyal Darwinist Herbert Spencer’ın hakim olduğu bir çağ… Ütopyaya ulaşmanın ahlakla ve adalet tutkusuyla değil, sadece ve sadece sınıflar arası güç ve çıkar çatışmasıyla mümkün olduğunu iddia eden materyalist Marxizm’in hakim olduğu bir çağ… Nietzsche de kendi güç istenci kuramını ve insan fizyolojisi ve insanın asli fıtratına dair yorumunu Avrupa’da hakim olan bu atmosferde ulvi ve kutsal hiçbir değere yer vermeyen bu materyalist düşünceleri, ciddi bir biçimde revize ederek de olsa, dönüştürerek şekillendirdi. Bu dünyada ulvi değerlere yer yoktu. Nietzsche de bu dünyanın çocuğuydu.

Oysa antikler zamanında, yani Aristoların zamanında, insan fıtratı ve insanın fizyolojisi çok daha farklı düşünülebiliyordu. Aristo gibiler, insanın güce ve çıkara arzusunu reddetmiyorlardı. Fakat onlar insan fizyolojisinin sadece yaşamaya, sadece güce ve çıkara değil; aynı zamanda iyi yaşamaya, yani erdemli, ahlaklı, anlamlı yaşamaya yönelik olarak da şekillenmiş olduğunu kabul ediyorlardı. Zira Aristo gibiler için, en başta insan olmak üzere tüm canlılar, tüm güzel sıfatların kaynağı olan Tanrı’nın gölgesinde ve bu Tanrı’ya yönelmek için yaşıyorlardı. İyi yaşamak, yani hakikat tutkusuyla, adalet arzusuyla, merhamet duygusuyla yaşamak, Aristo gibiler için, en az güç istenci kadar, insan bedenine kazınmış asli ihtiyaçlardı.

Modern materyalizm hakim olduktan ve bilinçlerimizi ve bedenlerimizi  tümden şekillendirdikten sonra gerçekten de pek çok insan sadece güç ve çıkar için yaşar oldu. Fakat modern materyalizm hakim olmadan önceki pek çok büyük insanın hayat hikayesine bakıldığında ve onların ruhsal derinlikleri etüt edildiğinde, Nietzsche’nin yapmaya çalışacağı bir soykütüğün asla göremeyeceği ulvi tutkular bulursunuz. Buda, Konfüçyüs, Tao, Sokrates, İsa, Musa, Muhammed, Zerdüşt, Mani, vs neredeyse tüm din kurucuları bozuk bir güç istencinin değil, insanlığın geleceğine yönelik son derece ulvi ıstırapların canhıraş bir biçimde harekete geçirdiği bireylerdi. Buradan Nietzsche’nin kitaplarını yazdıran motivasyona bakıldığında da, Nietzsche’nin kirli güç arzuları gözlere görünmez. Aksine Nietzsche’yi harekete geçiren de, en az kendi güç istenci kadar, insanlığın geleceğine yönelik ulvi ıstıraplardır. Şimdiye kadarki analizlerimden de anlaşılmıştır: Nietzsche evrenin görünüşü arkasında yatan hakikati keşfetmek için çaba harcıyordu: yani hakikat tutkusu. Nietzsche Tanrı’nın öldüğü bir çağda sürü ahlakından çok daha yüksek ve insanlığa katkı sunacak bir yüksek ahlakın inşası çabalıyordu. Yani erdem tutkusu… Yine Nietzsche toplum tarafından güçlerinden yoksun bırakılmış üstinsan adaylarına alan açmak ve nefes aldırmak için yazıyordu: yani merhamet duygusu, vs… Hakikat aşkı adalet tutkusu, insanlığın geleceğine yönelik ıstıraplar gibi ulvi ve ruhsal değerleri göz önüne almadan Nietzsche’nin soykütüğünü yaparsanız ve Nietzsche’nin keşfettiği hakikatleri bozuk bir güç istencinin tezahüründen ibaret sayarsanız Nietzsche’nin hakkını hayli yemiş olursunuz.

Kısa konuşursak, Nietzsche’ye yirmi iki cilt kitap yazdıran ve onun tüm hayat hikayesine hükmeden motivasyon ile Nietzsche’nin insan fizyolojisine ve antropolojisine dair söyledikleri neredeyse taban tabana zıttır.

 

XIII.     

Nietzsche’nin bilinci aşağılaması hakkında konuştuk. Nietzsche’nin evren ve kozmoz tasarımı hakkında konuştuk. Nietzsche’nin insan antropolojisi ve bu antropolojide hakikat, adalet, merhamet gibi ahlaki değerlerin yeri hakkında konuştuk. Ve Nietzsche’nin bizlere öğrettiği hiçbir hakikati reddetmedikse de, Nietzsche düşüncesini kendi görüşlerimiz etrafında yeniden yapılandırdık. Bahsetmek istediğim son bir şey kaldı. Görünüş dünyasında yaşayan; görünüşün arkasındaki hakikate geçme yeteneği olmayan, yani içinde yaşadığımız dünyayı tanrısal ve kutsal bir yer olarak görme yeteneği olmayan; görünüş dünyasının ruh, cevher, özgür irade gibi kavramlarıyla yaşadıkları için bu kavramların ürettiği ruha, aşkın Tanrı’ya ve onun bizler için yarattığı ölüm sonrası dünyaya inanan; dinlerin onlara dayattığı ve sırf yüksek bir insanlık yaratmak için değil de, sırf toplumu korumak için vaz edilmiş sürü ahlakından öte bir ahlaki değere sahip olmayan; dünyaya sırf ahiretin tarlası olarak araçsal bir değer veren; dinlerinin gereğini bazen hiç sorgulamadan yerine getiren; alçakgönüllü, fedakar ve yardımsever sıradan insanların, yani Nietzsche’nin sürekli aşağıladığı sürü insanının veya samimi dindarların değeri… Bu insanlar Nietzsche’nin de küçümsediği gibi üstinsan karşısında hor ve hakir görülmesi gereken varlıklar mıdır, yoksa bu insanlar da en az üstinsanlar kadar saygı ve hürmete layık mıdırlar Allah ve insanlar katında? Bu tartışmayı, Marxizmin bizlere öğrettiği, insanların asli eşitliği düşüncesinin bir çeşit savunusu olarak da okuyabilirsiniz.

Bu insanların değerini tartışırken, daha önceki eleştirilerimde yaptığım gibi Aristo’ya müracaat etme şansım yok. Zira Aristo’da da ciddi bir havas ve avam, yani üstün insan ve sıradan insan ayrımı vardır. Bu tartışmada yine tasavvuf mirasına müracaat etme şansım da yok. Zira tasavvufta da zahire bağlı sıradan insan ile hakikate ulaşmış insan-ı kamil arasında ciddi bir hiyerarşi vardır. Ve bu tartışmada savunmaya çalışacağım insanların yukarıda saydığım vasıflarına bakıldığında, masa-kasa-nisa tutkusuyla yaşayan bencil ve çıkarcı insanlardan bahsettiğim de meydanda olmalıdır. Ben sadece Erol Göka’nın ‘mutedil müslüman’ adını verdiği insanların, ya da dünyanın her medeniyetinde görebileceğimiz sıradan samimi dindarların değerini tartışmak istiyorum. Bu hususu tartışırken de son yedi yıldır çevremde Nietzsche’nin sürü insanı diye aşağıladığı annem, halalarım, yengelerim, ninelerim vs ile iç içe bir hayat sürdürdüğümü ve onları sürekli gözlemlediğimi baştan ifade etmek istiyorum. Yani birer sürü insanı olan annemin, halalarımın, ninelerimin vs yani sıradan samimi dindarların ve sürü insanının Nietzsche’nin yaratmaya çalıştığı gibi kendi kendine yasalar koyabilecek kadar kendinei bedenine ve dürtülerine hükmetmeyi öğrenmiş; evrenin görünüşünde kalmayıp onun derinindeki gerçeği görme yeteneği kazanmış; insanlık için değerler yaratma becerisi kazanmış; kendini yüksek hedeflere adamış ve bu hedefler uğruna ıstırap çekmeyi becerebilmiş, bu hedefler uğruna ruhunun darmadağın olmasından korkmamayı göze almış; birbirine taban tabana zıt hakikatleri ruhunda beraberce taşıyabilecek bir ruh gücüne ulaşmış; yaşamda hiçbir şeyden nefret etmeden her şeyi ama her şeyi güzel idealler namına dönüştürebilmeyi, yani zehiri bala çevirebilme yeteneği kazanmış; dünyayı ve insanı tanrısallaştırma becerisine sahip olabilmiş; kendisini takip edenler için yeryüzünü ve yaşamı içinde yaşanmaya değer harika bir sanat eserine çevirebilmeyi becermiş vs vs üstinsanlar karşısındaki değeri… “Sürü insanının üstinsan karşısında değeri nedir?”…. Tartışmak istediğim husus budur.

Dostoyevski ve Tolstoy tam da Nietzsche’nin bahsettiği türden üstinsanlardı: yani yeni değerler yaratabilen sanatçılar. Fakat her ikisi de Ortodoks dinine bağlı sıradan Hıristiyanları gördüklerinde onların yaşam biçimlerinden büyülendi. Ve her ikisi de onlar gibi yaşamaya çabaladı. Zira onların, yani Nietzsche’nin sürü insanı diye aşağıladığı kimselerin kendilerinden, yani Nietzsche’nin üstinsan diye kutsadığı insanlardan daha üstün bir yaşam felsefesine sahip olduklarına inanmışlardı.

Dostoyevski ve Tolstoy sürü insanından neden büyülendi? Anladığım kadaıryla anlatmaya çalışayım. Her şeyden önce sürü insanı özgür iradeye inanır. Nietzsche özgür iradeye inanmasa da bu düşüncesiyle çelişkili bir biçimde üstinsanın kendi üzerinde tam bir hakimiyet kurması gerektiğini düşünür. Sıradan samimi dindarlar da Tanrı’nın emri söz konusu olduğunda iradeleri ve dürtüleri üzerinde tam bir hakimiyet kurarlar. Nietzsche üstinsanın her ıstıraba dayanıklı olması gerektiğini, insanı bazen paramparça eden Dionysos’la barışık olması gerektiğini ve acısıyla tatlısıyla kaderini sevmesi gerektiğini söyler. Sıradan dindarlar bazen genç yaşında kocasını kaybeder, dört çocuğuyla dul kalır; bazen bir trafik kazası sonucunda biricik oğlunu yitirir, bazen doksan yaşındaki yatalak annesine yıllarca bakmak zorunda kalır. Fakat tümbu travmalara rağmen yine de hayata küsmezler. Yaşama sevinçle sarılırlar. Ve musibeti Allah’tan bildikleri için isyan etmez, ruhsal olarak çökmezler. Yaşam sevinçlerini korurlar. Sıradan dindarlar evreni ve yaşamı tanrısallaştırmasalar da, her şeyin Tanrı yaratısı olarak kutsal bir değere sahip olduğunu düşünürler. Ve harama asla el uzatmasalar da zahit değillerdir. Helalinden cinselliğin, helalinden yemeğin, helalinden müziğin keyfini çıkarırlar. Ve Nietzsche için üstinsanın temel bir özelliği yaşama karşı şükran duygusu içinde olmaksa, bu insanlar her nimet için kozmik yaşam olarak Allah’a teşekkür ederler. Ve kendilerini Allah yaratmış olduğu için kendilerini de severler. Sıradan samimi dindarlar herkesi Allah’ın yaratmış olduğuna inandıkları için bazen insanlara da öfkelenseler de kimseye hınç duymazlar. Birine hınç duydukları ya da günah saydıkları bir şey yaptıkları zaman döner nefis muhasebesi yaparlar ve olumsuz duygularını ve dürtülerini temizlerler. Bu insanlar dünyanın lezzetinde boğulmaz ve yaşama ve insanlığa katkı sunacak projeler peşinde koşarlar. Çocuklarının yemeğini yapar, evlerini zahmetle temizler, saatlerce bulaşık yıkarlar. Ve tüm zahmete rağmen asla şikayet etmezler. Bu işlerden Boş zaman bulduklarında da sanatsal bir yaratıcılık olarak nakış işler, örgü örerler. Bu insanlar ahirete inandıkları için yaşlandıklarında bile yaşam sevincini kaybetmezler. Oysa Nietzsche’nin tek bir kitabında bile ölümle hesaplaşma yeteneği göremezsiniz. Heidegger’in dediği gibi ölümle hesaplaşmak sahici bir yaşamın ön koşuluysa, Nietzsche felsefesi ölüm gerçeği karşısında kördür. Sıradan samimi dindarlar hayatın küçük güzelliklerinden büyülenmeyi becerebilen insanlardır. Bir çiçeğin güzelliği, bir manzaranın ihtişamı kitaba boğulmuş insanların aksine, onları heyecanlandırmaya ve onlarda kutsal ve tanrısal duygular uyandırmaya yeterlidir. Sıradan dindarlar dine ve Tanrı’nın buyruklarına da körü körüne itaat etmezler. Kafalarına bir soru takıldığı zaman akılları ve kalpleri tatmin olana kadar din alimlerine sorularının cevabını sorarlar. Fakat bir filozofun aksine şüphecilik onların yaşam sevincini içten içe kemirmez. Onları septik yapmaz. Zira “şimdi bulamasam da kesin bir cevabı vardır. Allah hikmetsiz şey söylemez” dedikleri için sağlam bir tevekkül duyguları vardır. Büyük filozofların yaşam dürtüsünü dumur edebilen şüpheciliğe karşı bir panzehir olan bu tevekkül sayesinde samimi dindarların yaşam azmi hep canlı kalır. Samimi dindarlar asla kendilerini tanrısallaştırmasalar da ibadetleri yoluyla Tanrı’yı yüreklerinde hisseder ve Tanrı’yla bütünleşirler. Samimi dindarlar ilişkilerdeki samimiyete çok önem verirler ve insanlara sevgi duygusuyla yaklaşır, onları çıkarları ya da bozuk güç arzuları için bir araç olarak kullanmayı Tanrı’ya karşı bir günah olarak görürler. Ve elbette üstinsan için yaşamı ve dünyayı bir cennete çevirmek temel vazifelerden biriyse, samimi dindarlar etraflarındaki mahzun insanlara neşe saçmayı temel bir vazife olarak bilirler. Samimi dindarları biraz romantize ettiğimin farkındayım fakat dünyanın neresine giderseniz gidin, bu vasıflara sahip dindarlar görebileceksiniz. Anladığım kadarıyla Dostoyevski ve Tolstoy gibileri de büyüleyen bu insanlardaki bu tür yüksek vasıflardı.

Kısa konuşursak, Nietzsche’nin sürekli sürü insanı diyerek aşağıladığı mutedil ve samimi dindarlar da en az üstinsanlar değerli kadar değerlidirler ve en az onlar kadar saygıya ve hürmete layıktırlar. Masa-kasa-nisa tutkusundan başka bir şey bilmeyen insanların ikinci sınıf kabul edilmesi gerektiğine ben de inanıyorum. Ama samimi dindarların üstinsan karşısında hiç de hor görülmemesi gerektiğine inanıyorum. Ve Nietzsche’nin kast sistemindense köle Bilal’e aristokrat Ömer’le eşit söz hakkı veren Hazret-i Muhammed’in ya da bir köylüye bile “hocam” diyerek hitap edip o köylünün hayat felsefesini en büyük filozofunki kadar dinlenmeye layık bulan Marxist Gramsci’nin insan gerçeği karşısında Nietzsche’den çok daha bilge olduğuna inanıyorum.

 

XIV.     

Nietzsche eleştirilerim temelde bunlardan ibarettir. Nietzsche’den öğrendiklerimi koruyarak onda beni rahatsız eden düşüncelerden arınma çabamın mahsulü bu yazıda yazdıklarımdan ibarettir. Fakat tek bir hususu dile getirmem gerekiyor. Neden Nietzsche keşfetmiş olduğu bunca hakikate rağmen bu basit gerçekleri göremedi? Oysa herhangi bir kitabında sergilediği insanüstü dehasının kanıtladığı üzere kendinde tüm basit hakikatleri görebilecek birikim ve yetenek vardı. Sanıyorum bu cevabı verebilmek için Nietzsche’nin kitapları boyunca hiç ama hiç yapmamış olduğu bir şeyi yapmamız gerekiyor. Nietzsche’yi kendine karşı çevirmek ve bir birey olarak Nietzsche’nin soykütüğünü yapmak… Yani Nietzsche’deki hangi bozuk güç istenci ve hangi hınç Nietzsche’yi keşfettiği ciddi hakikatlere rağmen bazı gerçekler karşısında kör bıraktı? Bu yazınınsonunda bu hususa bir iki işaret bırakmak istiyorum.  

Burada Nietzsche’nin biyografisini kuşatmış iki gerçeğin merkezi olduğuna inanıyorum: (1) Nietzsche, bedeni alabildiğine sağlıksız bir insandı. Ve Nietzsche’nin ömrü boyunca kendi hayatı karşısında asli önceliği bedensel sağlığına ve bedensel gücüne bir an evvel kavuşmaktı. Durum bu olunca Nietzsche kendi hayatını etütlerinden hareketle güç istencini her şeyin ama her şeyin ötesinde evrenin, organizmaların, toplumların ve bireylerin temel motviasyon kaynağı olarak gördü. Ve evrende işleyen tüm başka hakikatlere karşı alabildiğine kör kaldı. (2) Nietzsche son derece dindar bir ailede, babasını kaybetmiş olarak, kendisini aşırı merhamete boğmuş kadınlar arasında büyüdü. Ve bu sebeple ailesindeki merhamet dolu kadınların ona dayattığı Hıristiyanlığa karşı tam bir hınç duygusu kuşandı. Nietzsche’nin erkeksi değerlere düşkünlüğü, merhamet dahil kadınsı tüm değerlerden nefreti ve ailesindeki dindar kadınların şahsında ona dayatılan Hıristiyanlığın her boyutuna ayrı ayrı hıncı onun tüm felsefesini kuşatan büyük bir hastalıktı. Yani Nietzsche Hıristiyanlık ve onun öğrettiği herhangi bir temel fikre karşı asla sağduyulu ve hakkaniyetli davranamadı.

Makaleyi bitirmek üzere şunu söyleyeyim: Nietzsche muhteşem güzellikte bir çiçeğin gübreyle beslendiğini bilir. Fakat sırf o çiçek gübreyle beslenmiş olduğu için o çiçeğe “gübreden ibarettir” diyerek hakaret etmez. İsa’nın insanlığa öğrettiği ve belki de en büyük ahlaki değerimiz olan “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” buyruğunun Yahudilerin Romalılara olan hıncının, yani bir gübrenin mahsulü olduğunu görebiliyordu. Fakat bir yaşam filozofu olarak Nietzsche, Hazret-i İsa’nın bu hıncı ruhunda ciddi bir dönüşüme uğratmış olduğunu ve Hazret-i İsa’nın bu hınçtan tamamen arınmış olarak evrensel bir sevgi mesajı, yani muhteşem güzellikte bir çiçek yaratmış olduğunu da görebilecek kadar derin bir düşünce yeteneğine de sahipti. Nietzsche, zayıf birinin güçlü birine “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” diye dayatmasının  bir hıncın ürünü olabileceğini söylemekte haklıydı. Fakat İsa, Paul ve Petrus gibi hakikatleri uğruna ölüme gitmeyi göze alacak kadar ruhu güçlü bireylerin “kendime yapılmasını istemediğim şeyi başkasına yapmamalıyım” diyerek kendi dürtüleri üzerine hakimiyet kurabilme yeteneklerinin gerçekten de yüksek bir ruh gücüne ve tam bir efendi ve soylu ahlakına sahip olmayı gerektirdiğini düşünebilecek kadar da insan ruhunun derinliklerine vakıftı. Nietzsche’nin Hıristiyanlığın kuruluşuna baktığında gübreyi, yani Yahudilerin birikmiş hıncını görebilmesini; fakat çiçeği, yani bu hıncın İsa’nın ruhunda çoktan yaşama ‘evet’ diyen bir güzelliğe dönüşmüş olması gerçeğini görememiş olmasını,  Nietzsche’nin,  onu merhametten bunaltmış ailesindeki kadınlara hıncının onun gözlerini kör etmesinde aramak zorundayız. Ve ne kadar trajikomiktir ki, Nietzsche delirdikten ve insanlarla konuşmayı kestikten sonraki on yıllık yaşamını da ablasının ona olan merhametine borçlu olacaktı. Zaten bu yazının başlarında onun trajik delirişinin sebebinin de muhtemelen acımasızca kırbaçlanan hastalıklı bir ata duyduğu Hıristiyanca merhamet üzerine iç gözleminin onun tüm felsefi sistemini darmadağın etmiş olduğunu farketmesinden kaynaklandığını söylemiştik

 

XV.       NOT

Evrenin hakikati konusunda sürekli Aristo’ya referans verdiğimi okur beni sıkı bir antik felsefe hayranı ya da eksiksiz bir Aristo takipçisi sanabilir. Tam değil. Aristo evrim kuramına inanmıyordu. Bense evrime inanıyorum. Aristo canlı formlarının ezeli, ebedi ve değişmez olduğuna inanıyordu bense canlı formlarının sürekli dönüştüğüne, yani formasyona inanıyorum. Aristo metafiziğinin kurucu düşüncesi değimez cevher fikriydi. Bense ünlü Müslüman sufi Molla Sadra gibi hareket-i cevhere fikrine, yani evrenin sürekli bir gelişim ve dönüşüm geçirdiğine inanıyorum. Beni Aristo’da cezbeden husus yaşamın evrimine dair çağdaş materyalist kuramdan ya da Nietzcehe’nin evrim kuramından daha mantıklı bir şey söylemiş olmasıdır: Evreni ve maddeyi yöneten bir ruhsallık, kozmik bir akıl ve kozmik bir arzu var. Aristo’nun bu bilgeliğine müracaatın materyalist ya da Nietzscheci evrim kuramının tıkandığı yerlerde bizlere doğa ve evrim hususunda daha iyi bir açıklama getiremekte işlevsel olabileceğine inandığım için sürekli Aristo’ya referans vererek derdimi anlatıyorum. Bir not olarak söyleyeyim: Nietzsche’nin doğada hükmeden kuvvetleri birer kozmik arzulayış olarak kavrayışı da çağdaş materyalist doğa bilimlerinin mekanik kuvvet kavramına değil, Aristocu kuvvet kavramına dayanır. Zira Aristo’da doğadaki varlıkları harekete geçiren en temel etmen kör mekanizmalar değil, canlıların ruhuna kazınmış kozmik arzulayışlardır. Aristo’da tüm varlıklar Tanrı’ya kavuşmaya ve tanrısallaşmaya yönelik bir aşk duygusuyla hareket ederler. Ben de evreni bu kozmik aşkın gözleriyle görebilme yeteneğinin hayatlarımıza ve uygarlığımıza çok şey katacağına inanıyorum.  Zaten İslam tasavvufunun da temel derdi bu aşkı keşfetmekten ve bu aşkın Dionysosçu sarhoşluğunun zevki içinde ömür sürmekten ibaretti.

İnsanlık çapında kötümserliğin hakim olduğumuzda çağımızda, bu makalenin okurunda bu zevk duygusunu zerre kadar da olsa hissettirebilmiş olma duygusuyla…    

Saygılar…

        

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement