NIETZSCHE’NİN TIRNAKLARINI SÖKMEK
Esat ARSLAN
12 Mayıs 2024
4 Zilkade 1445
I.
İnsanın
yaşam yolunda kendine rehberlik yapmış bir dehayı eleştirmesi çok güç bir
iştir. Ama yine de bu işe kalkışacağım. On üç yaşımdan beri ömrüm Nietzsche’yi
düşünerek geçti. Çok zor zamanlarımda Nietzsche’den öğrendiklerim beni ayakta
tuttu ve hayata sımsıkı bağladı. Nietzsche’nin tüm külliyatını okudum ve onun
üzerine çok güzel bir kitap yazdım ve bir dönem Nietzsche’nin havariliğini
yaptım. Fakat 2017 yılından sonra, yani psikoterapimi yaptıktan, Bediüzzaman’ı
ve Kuran’ı bir psikoterapi kitabı olarak okumayı öğrendikten ve ibadete
başladıktan sonra yeni bir yaşam şuuruna eriştim. Ve bu yeni yaşam şuuru beni
belli konularda Nietzsche’yle çatışma içine soktu. Başlarda bu durum beni çok
rahatsız etmiyordu fakat bu çatışmanın ruhumda yarattığı ıstırap eninde sonunda
beni bu çatışmayla yüzleşmeye ve hesaplaşmalarımı kaleme dökmeye zorladı. Ben
de bundan bir iki hafta kadar evvel Richard Schacht’ın 660 sayfalık mükemmel
Nietzsche özetini okudum ve bu çatışmanın nereden kaynaklandığını ve bu
çatışmayı çözmek istiyorsam Nietzsche’yi nasıl dönüştürmem gerektiğini anladım.
Bu yazı bu hesaplaşmaların kaleme dökülmüş şeklidir.
Başta
bu yazıyı objektif bir makale suretinde yazmak istiyordum. Fakat bir makale
genellikle ruhsuz ve cansız kansız olur. Bunun yerine ben de ömrümüm başından
beri Nietzsche’yle maceramın nasıl şekillendiğini bir yaşam hikayesi gibi
anlatmanın derdimi daha iyi ifade edeceğine inandım. Bu yazıda on üç yaşımdan
beri Nietzsche’yle maceramın nasıl şekillendiğini, Nietzsche’nin beni nasıl
dönüştürdüğünü ve ona olan eleştirilerimin nasıl adım adım şekillendiğini
anlatacağım. Bir yaşam hikayesi suretinde anlatılmış olsa da bu yazı bir
otobiyografi değildir. Bir düşünce eseridir. Umarım bu yolla okurun da bir
tefekkür sürecine katılmasını sağlayabilmiş olurum.
II.
Benim
Nietzsche’yle ilk karşılaşmam ortaokul yıllarında arkadaşlarımla gittiğim laik
kitapçılarda gördüğüm Nietzsche kitaplarının kapaklarının üzerimde yarattığı etkiydi.
O dönemlerde radikal İslamcıydım ve Nietzsche’nin kitapları yeni yeni
çevrilmeye başlanmıştı. Kitapların kapaklarında Nietzsche’nin dehşet verici bir
yüzü vardı. Kalın gür bıyıklar ve öfkeli bir yüz. Ve kitapların adları benim
dinim için tehdit ediciydi: Deccal, Ahlakın Soykütüğü, İyinin ve Kötünün
Ötesinde, Putların Alacakaranlığı, Güç İstenci… o dönemlerde bir gün bu
kitapları okursam dinimden çıkabileceğimi düşünür ve Nietzsche’den çok
korkardım.
Çok
daha sonrasında Nietzsche külliyatını 2013 yılında okuduğumda bu kitaplar beni
dinden uzaklaştırmaktansa dinime daha çok bağladı. Çünkü Nietzsche Hıristiyan
itikadını reddetmiş olsa da Allah yolunda yolculuk yapan ve bu yolda nice ilahi
hakikatler keşfetmiş bir düşünür olarak göründü gözüme.
Bir
iki örnek vereyim.
Nietzsche’nin
en temel düşüncelerinden biri Apollon-Dionysos ikilisidir. Bu ikili evrene
biçim veren iki metafizik ilkedir. Apollon bizleri bütünleştirir ve yaşamımıza
mutluluk katar. Dionysos ise bizleri paramparça ve darmadağın eder. Fakat her
Dionysos yeni bir Apollon’un başlangıcıdır. Yani her paramparça olduktan sonra
yeniden bütünlüğümüzü sağlar, ayağa kalkar ve hayat yolunda yolculuğumuza devam
ederiz. Bu dönüşüm de bizim özgür irademizle gerçekleşmez. Evrene hükmeden bu
iki metafizik ilke bizlere hükmettiği için gerçekleşir. Pek kimse bilmez ama bu
düşünce İslam metafiziğindeki Cemal-Celal ikilisinin Batı düşüncesine
tercümesinden ibarettir. Tanrı’nın bir Cemali isimleri vardır ve bu isimler
bizleri bir bütünlük haline getirir ve bizi mutlu eder. Tanrı’nın bir de Celali
isimleri vardır ki bu isimler yoluyla Tanrı bizleri paramparça eder. Fakat her
paramparça oluş yeni bir Cemal’in hizmetindedir. Zira Tanrı bizleri her
ölümümüzden sonra yeniden diriltir ve bizlere yeniden bir bütünlük bahşeder.
Nietzsche
kozmolojisinin temel düşüncesi olan kuvvet düşüncesi de İslam metafiziğinde tam
bir karşılık bulur. Nietzsche için kuvvetler birer oluş ve süreçtir ve evrene
ve evrendeki varlıklara biçim verir. “Kuvvet nedir?” diye Nietzsche’ye sorduğunuzda
Nietzsche sizlere şöyle bir yanıt verecektir: “Birer oluş ve süreç olarak kuvvetler
kozmik arzulayışlardır. Örneğin bir elmayı yedikten sonra o elmanın tüm
vücuduna dağılıp sonra dışkı olarak çıkmasına kadarki süreç tek bir kuvvetin
güdümü altındadır.” Buradan bakınca Nietzsche’nin örnek olarak verdiği bu kuvvet
Tanrı’nın Rezzak (rızık verici) ismine
tekabül eder. Nietzsche için bu kuvvetlerin bir benliği, ruhsallığı ya da
öznelliği yoktur. Fakat bunlar bedenimizdeki bilinçsiz ama bir hedefe yönelmiş
dürtüler ve içgüdüler gibi birer arzulayıştır. İslam metafiziğinde Tanrı’nın
sonsuz ismi vardır. Bu isimler de evrene biçim veren kozmik arzulayışlardır. Ve
evrendeki her varlık Tanrısal isimlerin güdümünde bir varlık kazanır. Nietzsche’nin
kozmik arzulayışlar olarak kuvvet kavramından ne anladığına bakacak olursanız
bu kuvvetlerin her birinin İslam metafiziğinde ilahi bir isme tekabül edeceğini
görürsünüz. Yani Nietzsche sayesinde ben o güne kadar soyut olarak bildiğim
ilahi isimleri somut bir biçimde tefekkür etme yeteneği kazanmıştım.
Nietzsche’nin
yaratmak istediği üstinsan da İslam kozmolojisinde tam bir karşılık bulur:
insan-ı kamil. Nietzsche Güç İstenci kitabında yaratmak istediği kahraman için
şu adı kullanır: İsa ruhlu Jül Sezar. Üstinsan Jül Sezar gibi olmalıdır. Yani
mıymıntı ve silik olmamalı, hayatın zorluklarına karşı mücadeleci savaşçı
ruhunu korumalı ve evrene bir biçim verme iradesini gösterebilmelidir. Fakat alabildiğine
bencil olan Jül Sezar’dan farklı olarak, üstinsanın ruhu İsa gibi evrene,
yaşama ve yaşamdaki her şeye karşı sevgi dolu olmalıdır. Buradan bakınca İsa
ruhlu Jül Sezar tam da İslam peygamberi Hazret-i Muhammed’in tecessümüdür. Zira
Hazret-i Muhammed’in kalbi de insanlığa ve evrene karşı sevgi doluydu. Fakat
Hazret-i Muhammed de mıymıntı ve pısırık bir insan değildi. O değerleri namına
tüm dünyayla ölümüne savaştı, defalarca yıkım yaşadı ve her seferinde ayağa
kalktı. Nihayetinde bu yolda başarılı da oldu. Zaten yeryüzünden ve bedenden
nefret ettiği ve pısırık insanlar yarattığı için kurumsal Hıristiyanlığa düşman
olan Nietzsche’nin savaşçı olduğu ve yeryüzü nimetleriyle barışık olduğu için
İslam’a sempatiyle yaklaştığını eserlerini taradığınızda da göreceksiniz.
“Tanrı
öldü” sloganıyla bilinen Nietzsche’nin bir çeşit Tanrı’ya inandığını da
külliyatını dikkatle okuduktan sonra keşfedecektim. Nietzsche tüm felsefesini
sistematik bir biçimde özetlediği Güç İstenci adlı kitabında tüm evreni
kuvvetler ve güç istenci kavramlarıyla taradıktan sonra evrenin bütününü
tefekkür eder ve şu cümleleri söyler: “İşte burada tüm evreni temaşa eden bir
Kozmik Bilinç’in varlığını kabul etmek zorunda kalıyoruz. O halde Hıristiyan
Tanrısını reddediyoruz. Fakat bir oluş ve süreç olarak Tanrı’yı kabul
ediyoruz.”
III.
Benim Nietzsche’yle ikinci karşılaşmam yirmi yaşımda cemaat imamıyla bir sorun yaşadıktan sonra gönderildiğim kitap okuma kampında gerçekleşti. Bu kampta elime gençleri felsefeden uzak tutmak için bir Nurcu’nun yazdığı bir kitap geçti. Bu kitapta yazar, Schopenhauer ve Nietzsche gibi büyük filozofların hayatlarından travmatik sahneler aktarıyor ve “eğer felsefeyle uğraşırsanız siz de böyle travmalar yaşarsınız” mesajını veriyordu.
Nietzsche’nin
travması Nietzsche’nin delirme olayıydı. Nietzsche bir gün bir at arabasına
biner. At hastalıklıdır. Arabacı, at yürüsün diye atı acımasızca kırbaçlar.
Nietzsche “zulmetme hayvana!” diye bağırır. Bunun üzerine arabacı Nietzsche’yi
de kırbaçlar. Ve Nietzsche yere yıkılır, “ben ne kadar ahmakmışım” diyerek
delirir. Ve o güne kadar düşmanı olduğu Hıristiyan papasına ‘çarmıha gerilen’
imzasıyla bir mektup yazar. Nietzsche’nin sonraki on yılı ablasının bakımında
geçer Nietzsche bu olaydan sonra delirmiştir ve o günden sonra artık kimseyle
konuşmaz.
Bu
hikaye beni Nietzsche’den uzaklaştırmaktansa ona aşık etti. Zira hayvan
sevgisiyle dolu bir evde büyüdüm ve bir insanın hayvana merhamet duygusuyla
delirmiş olması bende o kişiye karşı muazzam bir sevgi ve merhamet duygusu
uyandırdı. Ve sonraki on yedi yılımda “bu adam ne yaşamış olabilir ki bu
olaydan dolayı delirdi?” diyerek çok düşündüm. Ve nihayetinde Nietzsche
külliyatını okuduktan sonra sanırım doğru cevabı buldum.
Nietzsche
ömrü boyunca merhamet duygusuna düşmanlık etti. Nietzsche ömrü boyunca
hastalıklı ve zayıf insanları aşağıladı. Nietzsche, idealindeki üstinsana şunu
tavsiye etti: “insanlık namına güzel bir değer yarat. Ve sıradan insanları bu
değer namına gerekirse kırbaçlayarak at gibi koştur.” Ve Nietzsche, felsefesini
inşa ederken ömrü boyunca kendi ruhunun derinliklerindeki dürtüleri analiz
etti. Nietzsche’nin o hastalıklı at kırbaçlanırken ata duyduğu merhamet duygusu
kendi felsefesinin kökten yıkımı anlamına geliyordu. Bu kökten yıkım sanıyorum
Nietzsche’nin zihninde ağır bir travma yarattı çünkü yıllarca kendisine karşı
savaştığı o merhamet duygusunu ruhunda fark ettiği anda Nietzsche’nin tüm
felsefesi çökmüştü. İşte bu sebeple Nietzsche çöküşü yaşar yaşamaz “ben ne
ahmakmışım” dedi ve papaya ‘çarmıha gerilen’ imzasıyla bir mektup sundu. Ve tüm
felsefesi çökmüş olduğu için artık ömrü boyunca hiç konuşmadı. Buradan bakınca
Nietzsche’nin çöküşünü ‘frengi hastalığının beyne sıçraması’ olarak kavramak
biraz komik kaçıyor.
IV.
Benim
Nietzsche’yle üçüncü karşılaşmam, Nietzsche’yi sevmeyi öğrendikten sonra, yirmi
bir yaşımda Fehmi Baykan’ın yazdığı kısa
bir Nietzsche özetini okumamla gerçekleşti. Baykan bu kitabında Nietzsche’nin
tüm girift düşüncelerini anlatmıyordu. Sadece onun bedene, yeryüzüne ve dünyevi
güzelliklere olan tutkusunu nazara veriyordu.
Nietzsche
bedenin şeytan işi olarak kodlandığı, benliğin günahkar kabul edildiği,
yeryüzünün metafizik ve uhrevi alem adına hor ve hakir görüldüğü Hıristiyan
züht ahlakına savaş açmış bir düşünürdü. Fehmi Baykan Nietzsche’nin bu yönü
üzerinde duruyor ve onun bedeni, yeryüzünü, benliği ve dünyevi güzellikleri
nasıl tanrısallaştırdığını ve kutsadığını anlatıyordu.
Bu
kitap benim için çok sarsıcı ve ilham verici oldu. Zira benim cemaatimde de
bedensel arzular şeytan işi olarak kodlanıyordu. Benim cemaatimde de insan
günahkar bir insan olarak kabul ediliyordu. Benim cemaatimde de dünyevi
güzellikler şeytanın ayartması olarak kabul ediliyordu. Bunların tamamı
Bediüzzaman adına bizlere dayatılmış şeylerdi. Bize Bediüzzaman adına katı ve
acımasız bir züht ahlakı dayatılmıştı.
Bu
kitabı okuduktan sonra züht ahlakına düşman oldum. Ve İslam tasavvufunu ve
Bediüzzaman’ın düşüncelerini daha derinden kavramayı öğrendim.
Her
şeyden önce bize oldukça çarpık bir züht ahlakı öğretilmişti. Bunu Hakim
Tirmizi’nin Kulluğun Mertebeleri adlı kitabını okuduktan sonra keşfedecektim.
Hakim Tirmizi şöyle diyordu kitapta: “Önce benliğine, bedenine ve yeryüzüne
düşman olmalısın. Fakat sonra bedeninin dürtülerini terbiye etmeli, benliğini
dönüştürmeli ve yeryüzüne başka gözlerle bakmayı öğrenmelisin. Bunları yaptıktan
sonra benliğini, bedenini ve yeryüzünü tutku ve aşkla sevmelisin.” Bediüzzaman
da züht ahlakının tam aksi şeyler aslında: “Tanrı evrenin ötesinde bir yerde
duran bir varlık değildir. Aksine Tanrı evrenin ruhudur. Göüryor olduğun evren
onun bedeni ve aynadaki yansımasıdır. Yeryüzü ve yeryüzündeki tüm güzellikler
Tanrı’nın güzelliğinin tecellisidir. Yani yeryüzü ve yeryüzündeki her şey tanrısal
ve kutsaldır. Sen de bedeninin şehvetlerinin esiri olmaktan kurtulmalı ve
bedenine hükmetmeyi öğrenmelisin. Bunları yaptıktan sonra yeryüzünün tüm güzel
nimetlerinden tatmalısın. Ve ayrıca sen potansiyel olarak Tanrı’nın
tecellisisin. Bağrındaki ilahi tohumu inkişaf ettirmeli, kendime yüksek
idealler bulmalı ve tam bir tanrı yansıması ve kutsal bir kişilik olmalısın.”
Bunları
okuduktan sonra Nietzsche’nin benliğe, bedene ve yeryüzüne bakışıyla,
tasavvufun ve Bediüzzaman’ın bakışı arasında ciddi bir fark olmadığını
gözlemledim. Zira Nietzsche’nin de derdi bedeninin ve dürtülerinin esiri bir
hayvan olan insanın kültür yoluyla kendini sanatkarane işleyerek benliğini,
bedenini ve dürtülerini yüceltmesi, benliğin ve bedenin üzerinde onları hadım
etmeden onları ıslah ederek tam bir hakimiyet kurması ve kendini güzel
hedeflere adarken bir yandan da dünyevi güzelliklerden tatmasını sağlamaktan
ibaretti. Nietzsche’de benliğin, bedenin ve yeryüzünün tanrısallaştırılması
çabası bundan ibaretti.
V.
Benim
Nietzsche’yle dördüncü karşılaşmam yirmi beş-yirmi sekiz yaşlarım arasında
Sabancı Üniversitesindeki yıllarımda gerçekleşti. Burada Nietzsche bizlere bir
yaşam filozofu olarak değil, postmodern toplum düşüncesinin arkasındaki bir
toplum düşünürü olarak öğretildi. Yani mutlak hakikatlerin olmadığını savunan,
her hakikat iddiasının aslında sınırlı bir ‘perspektif’in ürünü olduğunu iddia
eden bir düşünür olarak. Yani burada benim için Nietzsche postmodern
göreciliğin düşünüründen ibaretti. Postmodern düşünürler için her hangi bir
yolla hakikati teorik olarak temsil etmek imkansız görülüyordu. Ve
postmodernler için Nietszche temsil ve mutlak hakikat düşüncesinin krizini ilk ilan
filozoftu.
Nietzsche
için her hangi bir din ya da öznel filozoftan öte, hakikatin en kusursuz temsili
sayılan doğal bilimler bile doğayı kontrol etmek için dış gerçekliği tahrif
etme ve basitleştirme girişiminden ibaretti. Fakat Nietzsche için temsilin
krizi daha derinde yatıyordu: onun için görme yetisi, akletme yetisi gibi bize
dış gerçekliği sunduğuna inanılan fizyolojik yeteneklerimlerimiz,
organizmaların evrim sürecinde hayatta kalma ve çevresini kontrol etme
çabasıyla yarattığı basitleştirici ve tahrif edici yeteneklerdi. Yani insan gözünün
ve aklının bile hakikati keşfetmekte herhangi bir yeterliliği yoktu. Yani
Nietzsche için temsil krizi salt sosyolojik değil, fizyolojik ve kozmolojikti.
Fakat
Nietzsche için mesele bundan ibaret değildi. Bunu sonra öğrenecektim. Zira
Nietzsche mutlak hakikatlere ve hakikatlerin keşfedilebileceğine inanıyordu.
Akıl ya da göz yoluyla değil, beden ve onun dürtüleri yoluyla… Nietzsche için
bedenin dürtüleri dışarılardan bir yerlerden gelmiş şeyler değildi. Aksine
onlar doğada işleyen birer arzulayış ve süreç olarak kuvvetlerin insandaki
sınırlı cisimleşmelerinden ibarettiler. İnsanlar bedenlerinin ve dürtülerinin
esiri olmayı bırakır, bedenlerine ve dürtülerine hükmetmeyi öğrenir ve
çevrelerindeki dünyanın bedenleri ve dürtüleri üzerinde bıraktığı izleri
tefekkür edebilirse doğa, evren ve toplum hakkında da mutlak hakikatlere
ulaşabilirlerdi. Nietzsche bu yolla evrene, organizmalara, tarihe, topluma ve
bireylere hükmeden kuvvetleri ve tüm kozmozun ezeli yasası olan güç istencini
keşfetmiş ve tüm varlığı bu kavramlar eşliğinde yorumlamayı becerebilmişti.
Çok
daha sonrasında, otuz yedi yaşımda, tasavvufu ve Bediüzzaman’ı salt bir ahlak
öğretmeni olarak değil de; doğaya, evrene ve topluma dair açıklayıcı bir kuram
olarak görmeyi öğrendiğimde, Nietzsche’nin mutlak hakikatler ve onların nasıl
keşfedilebileceği üzerine düşüncelerinin İslam düşünürleri tarafından asırlarca
önce öne sürülmüş olduğunu fark edecektim.
Tasavvufta
insanın bedensel dürtülerine hükmetme becerisi olarak tavsiye edilen züht,
sadece güzel ahlak sahibi olmak için değildi. Züht ayrıca evrenin aldatıcı
görünüşünden onun derinindeki mutlak hakikatleri keşfetme yeteneğini kazanmak
için de kurumsallaştırılmıştı. Bu özelliği tasavvuf düşüncesinde ciddi yeri
olan Sühreverdi’nin Hikmetü’l-İşrak adlı kitabında görebilirsiniz. “bedenin ve
dürtülerin üzerinde egemenlik kur” der Sühreverdi ve ekler “ve dış dünyanın
bedeninde nasıl etkide bulunduğunu tefekkür et. Bu yolla dış dünyanın aldatıcı
görünüşünden onun derinindeki mutlak hakikatlere ulaşacaksın.”
Sufi
bu yolla evrenin, tarihin, toplumun ve bireyin derininde işleyen tanrısal
isimleri ve sıfatları keşfeder. Ve evrenin görünen yüzünü bu sıfatlar ve
isimler eşliğinde yeniden yorumlamayı becerir. Nietzsche’deki kuvvetlerin
tanrısal isimlerin birer tezahürü olduğunu söylemiştim. Nietzsche’nin tüm
evrenin ilkesi olarak keşfettiği ‘güç istenci’ ise Tanrı’nın en temel iki
sıfatının ‘İrade’ ve Kudret’ sıfatlarının Batılı bir dille ifade edilişinden
ibaretti. Yani Nietzsche aslında farkına varılmamış bir sufiydi.
Nietzsche
bu yolla çok şey keşfetmiş olsa da yine tanrısal sıfatlar olan İlim, Hikmet,
Adalet, Rahmet gibi tüm kainatı kuşatan belli kozmik hakikatleri keşfetmekte
başarısız olmuştu. Ve bu yetersizliğin onun tüm düşüncesi üzerinde tahrip edici
sonuçları olacaktı. Bunları yeri gelince ele alacağım için şimdilik sadece bir
işaret bırakmakla yetiniyorum.
VI.
Benim
Nietzsche’yle beşinci karşılaşmam otuz iki-otuz dört yaşlarım arasında ODTÜ’de
sosyoloji öğrencisiyken gerçekleşti. Burada Nietzsche’yi daha sonrasında
Foucault’nun kemale erdireceği soykütük düşüncesinin mimarı olarak öğrendik.
Soykütük: yani her hakikat iddiası, her adalet ve ahlak çağrısı bir bireyin ya
da bir toplumsal grubun güce yönelik arzusunun bir cisimleşmesinden ibarettir.
Ve sosyoloğa düşen vazife, bu hakikat, adalet ve ahlak çağrılarının içeriğiyle
meşgul olmak değil, bu çağrıların arka planında nasıl bir güç arzusunun
yattığını ifşa etmekten ibarettir.
Soykütük
düşüncesi bizlere ODTÜ’de sosyolojiyle sınırlı bir mesele olarak öğretilmiş
olsa da, Nietzsche için soykütük sadece sosyolojik ve tarihsel bir mesele
değildi. Aksine bu düşüncenin onda oldukça kozmik, insanın hayvani varoluşuna
ve onun biyolojik evrim tarihine yaslanan oldukça organik kökenleri vardı. Zira
Nietzsche için her hakikat, adalet ve ahlak çağrısı gücünü maksimize etmeye
çalışmaktan başka hedefi olmayan insan organizmalarının, onların anatomilerinin
ve fizyolojilerinin bir ürününden ibaretti. Nietzsche için sadece hakikat, adalet
ve ahlak çağrılarının değil; insanın görme, işitme, akletme yeteneklerinin bile
insanın hayvandan evrilme sürecinde organizmaların etrafına hükmetme arzusuyla
meydana getirdiği yetenekler olduğunu söylemiştim. Böyle bakınca insan
organizmaları, onların anatomileri ve fizyolojileri açısından, hakikat, adalet
ve ahlak kavramlarının herhangi bir kozmik ya da kutsal değeri yoktu. Onlar
sadece güç istencinin maskelerinden ibaret olarak değer kazanıyorlardı
Nietzsche’de (ve onun tilmizi olan Foucault’da).
Buradan
bakınca insan ahlakının hiç ama hiçbir kutsal değeri yoktu. Zira evrende ve
insan organizmasında asli bir değeri olmayan ahlak, Nietzsche için dürtülerin
başka organizmalar tarafından kişiyi kontrol etmek üzere bastırılmasından
ibaretti. Ahlakın toplumda kişiyi kontrol etme çabasından öte bir değeri yoktu.
Yani ahlak kutsla filan değildi. Daha
sonrasında bu bastırma kuramı Freud’da, Durkheim’da, Norbert Elias’da da asli
bir kuramsal konum kazanacaktı. Nietzsche’de ahlakın değeri bu olduğu için,
yani ahlak Nietzsche’de hiçbir kutsal değere sahip olmadığı için, toplumsal
ahlakı samimiyetle takip eden insanlar için Nietzsche aşağılayıcı ‘sürü’
tabirini kullanacak ve ‘kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma’
adlı, tüm dinlerin ahlakın temeli saydığı kutsal değeri, ‘kölelerin efendilere
duyduğu hıncın yarattığı bir pislikten ibaret olarak kavrayacaktı.
Bu
düşünceler ODTÜ yıllarımda beni rahatsız etmiyordu. Fakat soykütük düşüncesi,
yani insanın hakikat, adalet ve ahlak çağrılarının arkaplanında nasıl bir kirli
güç arzusunun yattığını keşfetme ve insanın kendini bu kirli arzulardan
kurtarma yeteneği kazanma çabası, İslam
tasavvufunda da asli bir yere sahipti. Yani kişinin kendi kendinin soykütüğünü
yapma çabası ve kişinin kendini tüm kirli arzulardan ve hınçtan temizleyip temiz
dürtülere ve temiz arzulara ulaşma çabası İslam tasavvufu için de asli bir
çabaydı.
İslam
tasavvufunda murakabe en az züht kadar asli bir yere sahiptir. Murakabe: yani
kişinin en güzel ve kutsal duygulara sahip olduğunu sandığı zamanlarda bile,
kendi saklı kalmış kirli dürtülerini gözden geçirmesi, onları açığa çıkarması,
bu dürtüleri tüm pisliklerinden arındırması ve yerine güzel dürtüler
yerleştirerek kendine tanrısallaşmış ve kutsanmış bir mahiyet kazandırma
çabası. Nietzsche’nin soykütük düşüncesi de sadece bir toplum eleştirisi
meselesinden ibaret değildi aksine soykütük çıkarma çabası Nietzsche için bir
son hedef değil, son hedefe ulaşma çabasında bir yöntemdi. İnsan kendi
bağrındaki hıncı ve kirli dürtüleri açığa çıkardıktan sonra, Nietzcshe’nin
bireyden beklediği şey, bu dürtüleri temizlemek, onları hınçtan arındırmak, bu
dürtüleri bir sanat eserine çevirip kişinin kendini tanrısallaşacak kıvama
getirmesinden ibaretti. Yani Nietzsche için soykütük sadece bir toplumsal
eleştirisi meselesi değil, aynı zamanda sufiler gibi bir nefs terbiyesi
meselesiydi.
Nietzsche
soykütüğü bir toplumsal eleştiri yöntemi haline getirirken de bunu muhatabını
yok etmek ya da tahrip etmek için yapmıyordu. Nietzsche nefret ve hınç
duygusuyla değil, sevgi duygusuyla soykütük yapıyordu. Nietzsche bunu hep
söylüyordu: “benim bütün meselem yaşama, içindeki her şeyle beraber ‘evet’ demekten
ibarettir.” Onun Hıristiyanlık eleştirilerinde gözettiği hedef, Hıristiyanlığı
yok etmek değil, Hıristiyanlığın bağrındaki hıncı, yaşama hayır diyen bozuk güç
istencini ve Hıristiyanlığın bağrındaki tepkisel kuvvetleri gidermek, kendi
deyimiyle Hıristiyanlık zehirini bala çevirmek ve Hıristiyanlığın tarih içinde
yarattığı kurumları ve değerleri, onları dönüştürerek, yeni toplumun ve
üstinsanın bileşeni haline getirmekten ibaretti. Nietzsche züht ahlakını yok
etmek değil, korumak istiyordu. Fakat üstinsan için züht, yeryüzüne nefretin
değil, kişinin hayat namına yüksek idealler peşinde koşarken kendi bedeni
üzerinde kurması gereken denetimin bileşeni olarak değer kazanacaktı. Geçerken
söyleyeyim: ‘Zehiri bala çevirmek’ deyimi iyi bir Hafız Şirazi okuru olan
Nietzsche’nin muhtemelen İslam sufilerinden tevarüs ettiği bir deyimdi. Zira bu deyim örneğin Mevlana’nın
Mesnevi’sinde defalarca tekrarlanacak kadar kurucu öneme sahiptir.
VII.
Benim
Nietzsce’yle altıncı karşılaşmam otuz yedi yaşımda, ağır bir travmanın
sonrasında ruhsal olarak tamamen çökmüşken, “ bu kitap seni teselli edecek”
diyerek o güne kadar nefret ettiğim Mevlana’nın Mesnevi’sini ve “ bu külliyat
sana güç verecek” diyerek Nietzsche’nin külliyatını elime almamla gerçekleşti.
On beş gün içinde yirmi sekiz cilt kitabı satır satır anlayarak aşk ü şevk ile
okudum ve Mevlana’nın şahsında tasavvuf mirasının ve Nietzsche’nin düşüncelerinin
özünde aynı yaşam felsefesinin tecessümü olduğunu fark ettim. Ve büyük bir
şevkle bu iki düşünür hakkında güzel bir kitap yazdım. Bu iki eser yoluyla
yaşadığım travmayı eninde sonunda atlatacağımı anladım. Hayata sımsıkı sarıldım
ve ve uzunca bir müddet Nietzsche’nin havarisi oldum.
Bu
süreçte Nietzsche bana neler öğretti? Apollon ve Dionysos’u, yani Tanrı’nın
cemalini ve celalini beraberce sevmeyi… Yani darmadğın olmaktan korkmamayı… Amor
fati, yani tüm acı yaşanmışlıklarıyla kaderimi sevmeyi… Yüreğimdeki hıncı
arıtmayı… Yaşama içindeki herşeyle beraber ‘evet’ demeyi ve kimseden nefret
etmeyerek, kimseyi yok etmeye çalışmayarak herkesin ve her kesimin yüreğinin
derinliklerindeki güzellikleri inkişaf ettirmeye çalışmayı, yani zehiri bala
çevirmeyi…. Güce ve prestije yatan arzularımı yok etmeye çalışmayarak bu
arzuları insanlığa katkı sunacak projelere adama düşüncesini… Kimseyi hor
görmeyerek başarılarımla gurur duyma yeteneğini… Üstinsanın temel bir vasfı
olarak birbiriyle çatışan hakikatleri hiçbirini reddetmeden beraberce yüreğimde
taşıyabilme yeteneğini… cennete yönelik arzumu bu dünyayı cennete çevirmeye
çalışarak doyurma düşüncesini… Ve biraz ilgisiz olacak ama onun güçlü
termodinamik eleştirisinden hareketle doğal bilimlerin en temel saydığı
hakikatlere bile isyan edebilme cesaretini… Bir de elbette o güne kadar düşmanı
olduğum bin dört yüz yıllık tasavvuf mirasıyla da Nietzsche sayesinde
barışmıştım. Elbette ki o dönem Nietzsche’yle anlaşamadığım şeyler vardı ama o
şevk ve heyecanla uzunca bir süre bunları kafama takmadım. O dönem sadece bir
temel düşüncesine itiraz etmiştim Nietzsche’nin: “ahlakın kaynağı bastırma
değildir. ‘Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma’ buyruğu köle
ahlakı veya sürü ahlakı değildir. Bu ahlak yasası bedenimize, dürtülerimize ve
organizmamıza kazılı temel bir fizyolojik yasadır.” Bu itirazımı 2015 yılında
yazdığım Kara Kitap isimli kitabımda temellendirilmiş bir şekilde dile
getirmiştim. (Fakat çok provokatif bir dille yazıldığı için aslında çok ciddi
bir felsefe kitabı olan Kara Kitap’ı neredeyse kimse okumadı.)
VIII.
Mevlana
ve Nietzsche üzerine yazdığım kitabın müsveddesini hatırı sayılır bir
entelektüel okudu ve bana şöyle dedi: “sende büyük bir eser yazacak potansiyel
var. Bu yeteneğini israf etme.” İyi mi yaptı kötü mü yaptı bilmiyorum ama bu
sözler üzerine büyük bir eser yazabilmek için felsefe klasiklerini okumayı bıraktım
ve gerçekten büyük bir eser yazmak için eski büyük filzofların yaptığı gibi
başka alanlara el attım. Yani o döneme kadar hiç ciddiyetle el atmadığım
antropoloji, dünya tarihi, psikoloji, dinler tarihi, doğa bilimleri, biyografi,
şiir, matematik vs gibi farklı disiplinlerden kitapları deli gibi okumaya
başladım. Büyük eser yazamadım. Sanıyorum kullanmak zorunda olduğum ilaçlardan
dolayı bu saatten sonra da asla yazamayacağım. Ama bu okumalar düşünce dünyamı
hayli dönüştürdü. Daha sonrasında, 2017 yılında psikoterapi klasikleri okuyarak
kendi psikoterapimi yaptım. Yoğun bir biçimde Kuran ve Bediüzzaman okumaya
başladım. Ve ibadete başladım. Bu süreç de benim dünyaya bakışımı hayli
dönüştürdü. Ve nihayetinde Nietzsche’den öğrendiklerimle yeni varoluş şuurum
arasında ciddi çatışmalar başladı. Uzunca bir süre bu çatışmaları bir çözüme
kavuşturmadan ruhumda taşıdım. Fakat nihayetinde bu çatışmayla hesaplaşmam
gerektiğini anladım. Ve Richard Schacht’ın, Nietzsche’nin tüm felsefi sistemini
660 sayfada eksiksiz bir biçimde özetleyen muhteşem kitabı dilimize çevrilince
bu kitabı hemen aldım, ciddiyetle okudum ve Nietzsche’yle nerelerde
anlaşamadığımızın bir dökümünü yaptım. Bu yazının geri kalanı Nietzsche’den
öğrendiklerime ne gibi rötüşlar attığımı gösterme çabamdan ibarettir.
IX.
Nietzsche’yle
hangi hususlarda anlaşamıyordum? (1) evrendeki her şeyi ama her şeyi güç
istencine indirgemesi, (2) ahlakın kökenini travmatik bir bastırma olarak
kodlaması, (3) “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” buyruğunu
sürü ahlakı diyerek küçümsemesi, (4) ruhu reddetmesi ve her şeyi beden olarak
görmesi, (5) dinleri kökten reddetmesi (6) merhamet duygusunu aşağılaması, (7)
Marxist eşitlikçi düşünceyi hor görmesi, (8) Mutlak bir Benlik olarak Tanrı’yı
reddetmesi (9) insanın tüm ruhsal yeteneklerini, görme, işitme, bilinç, dil,
akıl, hafıza, özgür irade, vs Tanrı’ya referans vermeyen bir evrim kuramından
türetme çabası (10) bilinci ve tüm bilişsel yetenekleri tüm hor ve hakir
görmesi (11) görüyor olduğum haliyle dünyayı, yani içinde annemin, kedilerimin,
kitaplarımın olduğu dünyayı “hakikatin tahrifidir” diyerek çöpe atması….
Yazının
devamında bu eleştirilerimi dile getireceğim. Biraz dağınık olabilir. Ve
kullandığım ilaçlardan dolayı derdimi tam olarak ifade edemeyebilirim. Ama
sanıyorum Nietzsche’den bir şeyler öğrenmek ve Nietzsche’yi farklı ufuklara
taşımak için onu eleştirmek isteyen okur ne demek istediğimi anlayacaktır.
Başlayalım.
X.
Nietzsche
insan bilincini, aklını, hafızasını, onun konuşma, görme ve işitme yeteneklerini
ruhu, benliği ve öznelliği olmayan kör kuvvetlerden ve evrim süreçlerinden
türetmeye çalışır ve tüm bu yetenekleri hor ve hakir görür.
Nietzsche
için evrenin temel yapısının bir ruhu, benliği ve öznelliği olmayan kör
kuvvetler ve arzulayışlar olduğunu söylemiştim. Nietzsche için tüm evren ve
insanın ilk hücreden evrim süreci bu kuvvetlerin kör oyununa dayanır. Nietzsche
için bu kuvvetler birbiriyle ilişkiye girdiğinde bazı kuvvetler diğer
kuvvetleri boyunduruğu altına alır. Canlı organizmalar böyle doğar. Nietzsche
kuvvetlerin bu tahakküm ilişkisine güç istenci adını verir. Evrenin ve organizmaların
evrim dinamiğini bir ruhu ve benliği olmayan kuvvetlerin oyunu ve güç istenci
sağlar. İnsanın bilinci ve bilişsel yetenekleri ise bir ruhu, benliği ve
öznelliği olmayan kuvvetlerden, onların birbiriyle etkileşiminden ve güç
istencinden doğar. Nietzsche insanın ruhsal özelliklerinin doğumunda hep Lamarckçı
bir evrim kuramına yaslanır. “İnsanın bilinci ve görme yeteneği nereden ortaya
çıktı? Herhangi bir bilinci, ruhu ve öznelliği olmayan örgütlenmiş kuvvetler
olarak bedenler, bağırlarındaki güç istenciyle çevrelerine hakim olmak için
bilinci ve görme yeteneğini geliştirdiler.” “İnsanın konuşma yeteneği nereden
ortaya çıktı? Bağrında herhangi bir ruh, benlik ve öznellik olmayan örgütlenmiş
kuvvetler olarak bedenler birbiriyle iletişim kurabilmek için hiç yoktan
konuşma yeteneğini geliştirdiler.” “İnsanın özbilinci ve hafızası nereden
ortaya çıktı? Başka organizmalar tarafından bağrında herhangi bir ruh, benlik
ve öznellik olmayan dürtüler o dürtüleri taşıyan bedenin içine doğru kıvrıldı.
Özbilinç ve hafıza böylece oluştu.” Vs… İnsan
bilincinin ve onun bilişsel yeteneklerinin oluşumu hususunda Tanrısal bir
öznenin etkinliğine yer vermeyen Nietzsche’nin bu husustaki açıklaması özet
olarak burada anlattığım gibidir.
Burada
bir imkansızlık var. Burada kendi düşüncelerimi uzun uzun anlatmaktansa üç
otoriteye referans vereceğim. Bilinç felsefesinde çığır açan Dan Chalmers şöyle
dedi: “Bilinç konusunda kolay sorunun yanıtını biliyoruz: beyin bilinci etkiler
mi? Etkiler. Ama zor sorunun yanıtını hiç bilmiyoruz: beyin bilinci nasıl bir
mekanizmayla etkiler ve bilinç beyinden nasıl türer? Bu hususta anlamlı tek
cümle bile edemiyoruz. İşte bu yüzden madde felsefemizi kökten değiştirmek ve
maddeye benlik, ruhsallık ve öznellik atfetmek zorundayız.” İkinci bir otorite
ünlü filozof Noam Chomsky: “İnsanın konuşma ve dil yetisi konuşmayı hiç ama hiç
bilmeyen organizmalardan nasıl evrildi? Konuşma ve dil yeteneğinin oluşumunu
maddi evrim süreçlerinin bir aşaması olarak tahayyül etme yeteneğimiz yok.
Burada canlı tarihinde ağır bir sıçrama var. Bir kez ortaya çıkması için tüm
sinir sisteminin ve tüm bedenin muazzam bir mutasyonunu gerektiren dilin ortaya
çıkışının bir mucize olduğunu kabul etmek zorundayız.” Üçüncü bir otoriteyse
“bilinci maddeden türetemezsek Tanrı’nın varlığını kabul etmek zorunda kalırız”
diyerek Madde ve Mana Adlı bir kitap yazan Saffet Murat Tura. Tura bu kitapta
maddeden hareketle bilincin b’sini bile türetemediği ve Tanrı’yı da kabul etmek
istemediği için “bilinç diye bir şey yoktur. Biz aslında bilinçsiz varlıklarız”
diye saçmalamak zorunda kaldı. Bilincin oluşumuna yönelik tüm bu iddialarının
sonunda Nietzsche de Güç İstenci adlı kitabında şunu söylemek zorunda
kalacaktı: “Bilincin b’sini bile bilinçsiz bir varlıktan türetemiyoruz. Ama
bilinç öylesine önemsiz bir varlık ki onun ortaya çıkışını hiç açıklamasak da
olur.”
Bilinç
ve bilincin özellikleri, yani görme ve işitme yetisi, hafıza, akıl, özbilinç,
vs bilinçsiz, ruhsuz öznelliksiz maddeden türetilemediği gibi bilinçsiz, ruhsuz
ve öznelliksiz kuvvetlerden, onların oyunundan, örgütlenişinden ve onların yine
bilinçsiz, ruhsuz ve öznelliksiz güç istencinden türetilemez. Sınırlı bir
bilincin tek açıklaması başka bir bilinçtir ve o da Mutlak Bilinç olarak
Tanrı’dır.
Aristo
ve Hegel gibi idealistler evrenin kaynağına tüm evreni kuşatan Tanrısal bilinci
ve ruhu koyarlar ve insanın sınırlı bilincinin ve onun bilişsel yeteneklerinin
açıklaması olarak “insan bilinci tüm evreni kuşatan bu bilincin sınırlı bir
tecessümüdür” dedikleri için bu hususta teorik bir travma yaşamazlardı. Yani
bunlar için insan bilinci daha yüksek bir formdan tenezzül olarak algılanırdı.
Oysa materyalist evrim kuramından sonra insan bilinci daha aşağı bir varlık
türünden bir yükseliş olarak kavranmaya çalışıldı ki, bu yükseliş dediğim gibi
maddeye de başvursanız, benlik sahibi olmayan kuvvetlere de başvursanız her
zaman için imkansız bir yükseliştir.
Yani
evrenin ve insanın bilincinin kaynağına bir Mutlak Benlik koymalıyız. Ancak ve
ancak o zaman Nietzsche’nin evrenin ve insanın kaynağına koyduğu kuvvetler ve
güç istenci de hakikatini bulur. Bu mutlak benlik kabul edildiğinde evrende ve
insan organizmasında işleyen ‘arzulayış olarak kuvvetler’ bu tanrının
arzulayışı, yani isimleri olarak anlam kazanırlar. Ve Nietzsche’nin “evrenin ve
evrendeki her şeyin temel yasasıdır” dediği güç istenci bu tanrının temel
sıfatları, yani tanrısal irade ve tanrısal kudretin tezahürü olarak
hakikatlerini bulurlar.
XI.
Sadece
bilincin oluşumu hususunda değil, organizmaların evrimi hususunda da
Nietzsche’nin temel yasa olarak kuvvetler ve güç istencini öne sürmesi ve
evrende, yaşamda, organizmaların bedeninde ve evrim sürecinde işleyen başka
temel hakikatlere kör kalması yine Nietzsche’de beni rahatsız eden bir husustu.
Nietzsche
bir organizmanın mükemmel anatomisinin, fizyolojisinin ve onun işlevsel
sisteminin oluşumunu yine ruhsuz, benliksiz ve öznelliksiz kuvvetlere, onların
etkileşimine ve örgütlenişine ve onlar arasındaki yine ruhsuz, benliksiz
öznelliksiz güç istencine dayandırmak istiyor. Fakat kanımca bu yolla en basit
organizma ve onun anatomisi, fizyolojisi ve onun işlevsel sistemi bile inşa
edilemez. Ben yine bu husustaki eleştirilerimi kendi düşüncelerim olarak
sunmaktansa otoritelere referansla ifade edeyim.
Evelyn
Fox Keller bundan birkaç yıl önce biyolojide çığır açıcı bir kitap yazdı: Genin
Yüzyılı. Ve Keller bu kitapta çağdaş biyolojinin önümüze çıkardığı yeni
muammaların biyolojide Darwin çapında sarsıcı devrimleri zorunlu kıldığını
söyledi. Keller’ın öne çıkardığı hususlardan biri Kant’ın iki yüz yıl önce dile
getirdiği bir bilimsel muamma olan canlıların işlevsel sisteminin örgütlenişi
meselesiydi.
Gözün
doğru çalışabilmesi ve işlevlerini yerine getirebilmesi için kalbin,
ciğerlerin, böbreklerin, beynin, hatta üreme organlarının vs yani bedenin tüm
organlarının doğru çalışması ve işlevlerini yerine getirmesi gerekir. Yani
beden tüm organlarıyla göze hizmet eder. Ayrıca gözün neyi niye yaptığı
sorulduğunda size “şu işi beynim, şu işi gözlerim, şu işi böbreklerim, vs yani
her işi ayrı ayrı bedenimin ayrı bir organı için yapıyorum” der. Kant bedeni
böylesine işlevsel bir bütün haline getiren ve bedendeki her organı “birimiz
hepimiz için, hepimiz birimiz için” dedirten bir sistemin Tanrı dışında bir
açıklaması olmadığını söyler. Keller da ekler: “böylesi sistemleri dışarıdan
bir tasarımcının varlığında açıklayabiliyoruz. Fakat içeriden bir hareketle
böylesi işlevsel sistemlerin oluşumunu açıklamak imkansızdır.”
Aynı
durum ana rahmindeki embriyonun gelişimi için de geçerlidir. Ünlü biyolog
Lewontin’in klasikleşmiş Üçlü Sarmal adlı kitabından hareketle söyleyeyim:
embriyo başta birbirine özdeş hücreler oluşturacak şekilde sürekli bölünür.
Fakat sonra sihirli bir şey olur. Ve her hücre sanki birbirini görüyor ve birbirinin
ne yaptığından haberdarmış gibi ileride farklı bir organı oluşturacak ve farklı
işlev görecek şekilde farklı proteinler salgılamaya başlar. Ve canlının
organları birbiriyle uyumlu bir biçimde birbirinden farklılaşmaya başlar.
“İşte” der Lewontin “canlıyı farklı organlar oluşturacak şekilde örgütleyen ve
her organı farklı işlev görecek şekilde ahenkli bir şekilde biçimlendiren ve
tüm embriyoyu kuşatan bilgeliğin nerede olduğu ve nasıl çalıştığı hususunda
anlamlı tek cümle edemiyoruz.”
Aynı
durum ilk hücrenin oluşumu için de geçerlidir. Ünlü biyolog Francois Jacob
klasikleşmiş Canlının Mantığı adlı kitabında şöyle der: “ilk hücrenin oluşumunu
doğal yollarla açıklamak imkansızdır. Zira ilk hücre basit bir genetik
materyal, basit bir metabolizma ve basit bir hücre zarından oluşur. Fakat en
basit haliyle bile bu unsurların çalışması birbirinin işlevsel olarak
diğerlerine tamamen entegre olmuş olmasına bağlıdır. Yani her bir parça var
olabilmek ve doğru çalışabilmek için diğerinin varlığına ve doğru çalışmasına
ihtiyaç duyar. Bu sorunu doğa bilimleri yoluyla açıklayamıyoruz. Ve açıklama
olarak metafiziğe ve Tanrı’ya müracaat etmek zorunda kalıyoruz.”
İlk
hücrenin oluşumunu açıklamaya çalışan doğru dürüst sadece bir kişi var biyoloji
dünyasında: Stuart Kaufmann. Fakat onun Fiziğin Ötesindeki Dünya adlı kitabını
okuduğunuzda onun hala en basit bir hücre zarını en basit bir metabolizma ve
genetik materyalle işlevsel bir bütün oluşturacak şekilde entegre edemediğini
görürsünüz. Stuart Kaufmann’da hücre zarı genetik materyal ve metabolizmayla
yanyana durur fakat onların işlevlerine hizmet edecek ve onlarda hücre zarının
işlevlerine hizmet edecek şekilde içiçe geçemez.
Zaten
herhangi bir fizyoloji kitabını elinize aldığınızda orada göreceğiniz manzara
şudur: bu kitaplar bir organın işlevini doğru yerine getirebilmesi için diğer
organların ayrı ayrı neler yaptığını uzun uzun anlatırlar. Fakat bu organların
işlevsel olarak bir bütün oluşturacak şekilde nasıl örgütlenmiş oldukları ve bu
işlevsel sistemi yöneten ve tüm canlı bedenini kuşatan bilgelik ve kudretin
nasıl bir şey olduğu hususunda tamamen sessiz kalırlar.
Kısa
konuşursak… En basit canlının bedeni bile işlevsel bir bütün oluşturur ve bu
işlevsel bütünü yöneten bilgelik canlının iç organlarına ve iç yapısına
referansla açıklanamaz. Yani çeriden bir hareketle canlının işlevsel
bütünlüğünün nasıl oluştuğunu ve nasıl korunduğunu açıklamak imkansızdır.
Keller’ın dediği gibi bu işlevsel bilgeliği açıklamak için canlıyı bir bütün
olarak kuşatan dışarıdan bir tasarımcıya ihtiyaç vardır.
Bu
imkansızlık durumu canlıyı ve onun işlevsel örgütlenişini maddeyle açıklamaya
çalışsak da, Nietzsche gibi ruhsuz, benliksiz ve öznelliksiz kuvvetler, onların
oyunu, onların iç örgütlenişi ve onların yine ruhsuz, benliksiz, öznelliksiz
güç istenci yoluyla açıklamaya çalışsak da böyledir. Canlıların işlevsel
örgütlenişi onları oluşturan parçaların kendi iç hareketleri sonucu
açıklanamaz. Her zaman dışarıdan bir tasarımcıya ihtiyaç vardır.
Kısa
konuşursak canlıları, onların örgütlenişini ve evrim sürecinin dinamiklerinin
işleyişini gerçekleştiren başka sıfatlar da vardır Nietzsche’nin kuvvetleri ve
güç istencinin yanında. Canlıların bu işlevsel yapısını açıklamak için örneğin
kozmik bir ilke olarak İlim ve Hikmet (Bilgelik) kavramlarına ihtiyaç
duyuyoruz. Yani güç istenci yanında kozmik ve tanrısal bir İlim ve Hikmet de
evreni, organizmaları ve evrim sürecini şekillendirmektedir. Yine canlıyı
koruyup kollayan kozmik ve tanrısal bir Rahmet ve Merhamet olmasaydı yine canlı
organizma işlevsel bir bütün oluşturacak şekilde örgütlenemezdi. Yine canlının
her organına hakkını veren ve onları ayrı ayrı ayakta tutan kozmik ve tanrısal
bir Adalet olmasaydı, yine canlı bu şekilde hayatta kalamazdı. Yani kozmik bir
merhamet ve adalet olmasaydı canlıların evrim sürecinde canlılar dönüşürken
onların işlevsel bütünlüğü korunamaz ve organizmalar parçalanıp giderdi. Kısa
konuşursak, Nietzsche’nin dediği gibi kuvvetler ve güç istenci yanında İlim,
Hikmet, Adalet ve Rahmet sıfatları da evreni, yaşamı ve evrim süreçlerini
yöneten kozmik ve tanrısal ilkelerdir.
Bilincin
oluşumunun Mutlak bir Benlik’in varlığını zorunlu kıldığını ve Nietzsche’nin
kuvvetleri ve güç istencinin ancak ve ancak Mutlak Benlik olarak Tanrı’nın
sıfatları ve isimleri olarak kavrandığında bir anlam ifade ettiğini
söylemiştim. Şimdi artık sanıyorum şunu da söyleme gereksinimi duyuyoruz. Güç
ve İstenç nasıl bu Mutlak Benlik’in asli sıfatlarıysa ve evrenin işleyişinde
hakim vasıflarsa, İlim, Hikmet, Adalet ve Rahmet de aynı şekilde Güç/Kudret ve
İrade/İstenç gibi bu Tanrı’nın sıfatları olarak kavranmak ve evrenin
işleyişinde ve evrim süreçlerinin ilerleyişinde asli ilkeler olarak kabul
edilmek zorundadır.
Nietzsche
evrendeki her şeyi güç istencine indirgemişti. Bizim şimdi dile getirdiğimiz haliyle
evren ise Nietzsche’nin evreninden çok daha renkli bir evrendir. Çünkü bu
evrende Güç ve İrade kadar İlim, Hikmet, Adalet ve Rahmet de asli unsurlardır.
Tanrı’ya
inanan Aristo ve Hegel gibiler de böylesi sıfatları Tanrısal ve kozmozu yöneten
sıfatlar olarak görürlerdi. Onlar için adalet sadece insani bir vasıf değildi.
İnsan organlarının yapılanışı ve insanın yediği rızkın her organın
gereksinimine göre ayrı ayrı pay edilmiş olması, ya da ekosistemdeki her
canlının bir bütün oluşturacak şekilde varoluşlarının korunması ve her canlı
türünün varlığını koruyacak şekilde ekosistemdeki sınırlı rızıktan pay alıyor
olması onlar için Tanrısal ve kozmoza hükmeden Adalet sıfatının bir
tecessümüydü. Fakat modern materyalist evrim kuramını ciddi bir biçimde revize
ederek de olsa kendi evrim kuramını şekillendiren Nietzsche ne yazık ki böylesi
kuşatıcı bir bakışa kör kaldı.
XII.
Nietzsche
eleştirilerimizde adım adım ilerliyoruz. Bilincin açıklaması için Tanrısal bir
benliğe müracaat etmek zorunda olduğumuzu söyledik. Bu tanrısal benliğin tüm
kozmozu ve evrim süreçlerini kuşatmak üzere İlim, Hikmet, Adalet ve Rahmet
sıfatlarına sahip olması gerektiğini söyledik. Bu söylediklerimiz ışığında artık
Nietzsche’nin insan felsefesine getirdiğimiz eleştirileri de ifade edebileceğiz.
Nietzche’nin
insan varoluşunu ve onun temel psikolojik ve fizyolojik yapısını güç istencine
indirgediğini söylemiştim. Ve buradan baktığında insanın tüm hakikat aşkı,
adalet tutkusu, merhamet duygusu ve ahlak arzusu bu hayvani güç istencinin
bozuk tezahürlerinden ibaret oluyordu. Oysa biz şu anda tüm evrene hükmeden
Mutlak Benlik olarak Tanrı’nın Güç İstencine sahip olduğu kadar İlim, Hikmet,
Adalet ve Rahmet sıfatlarına da sahip olduğunu ve bu sıfatları kozmoza, evrim
süreçlerine ve insanın organik yapısına da kazımış olduğunu söylemiş oluyoruz.
Buradan bakınca insan fizyolojisinin güce yönelik arzusu kadar, onun ilim ve
hikmete yönelik arzusu, yani insanın hakikat aşkı; onun adalet tutkusu; onun
merhamet duygusu da en az güç istenci kadar insanın asli fıtratına işlenmiş ve
insanın fizyolojisine hükmeden duygulardır. Bu değerlerin Nietzscheci bir
soykütüğü, yani bu değerleri gözeten insanların ve toplumsal grupların
yüreklerinin derinliklerinde yatan bozuk güç istencini ortaya çıkarma çabası ne
kadar elzemse; insanın hakikat, adalet ve merhamet tutkularını harekete geçiren
kutsal ve ulvi dürtüleri yani bilinçli veya bilinçdışı ıstırapları ortaya
çıkarma çabası da o kadar elzemdir.
Nietzsche
modern zamanların bir çocuğuydu. Modern zamanların özelliği ne? “İnsan haz
peşinde koşar. Acıdan kaçar. İnsanın güç ve prestij peşinde koşmaktan başka bir
amacı yoktur” diyen Hobbes’un egemen olduğu bir çağ… “Devletlerin tek amacı
güçlerini maksimize etmektir” diyen Makyavel’in hakim olduğu bir çağ. “İnsanda
ulvi bir ahlak duygusu yoktur. İnsanın tek amacı hazzını yükseltmek ve acısını
azaltmaktır” diyen materyalist ekonominin hakim olduğu bir çağ… “Canlılar kıt
kaynaklar için savaşmaktan başka bir hedef gütmezler. İnsan bedeninde ahlak ve
adalet gibi kutsal değerlere yer yoktur” diyen Darwin’in ve bu türler arası
savaş fikrini toplumsal dünyaya taşıyan Sosyal Darwinist Herbert Spencer’ın
hakim olduğu bir çağ… Ütopyaya ulaşmanın ahlakla ve adalet tutkusuyla değil, sadece
ve sadece sınıflar arası güç ve çıkar çatışmasıyla mümkün olduğunu iddia eden
materyalist Marxizm’in hakim olduğu bir çağ… Nietzsche de kendi güç istenci
kuramını ve insan fizyolojisi ve insanın asli fıtratına dair yorumunu Avrupa’da
hakim olan bu atmosferde ulvi ve kutsal hiçbir değere yer vermeyen bu materyalist
düşünceleri, ciddi bir biçimde revize ederek de olsa, dönüştürerek
şekillendirdi. Bu dünyada ulvi değerlere yer yoktu. Nietzsche de bu dünyanın
çocuğuydu.
Oysa
antikler zamanında, yani Aristoların zamanında, insan fıtratı ve insanın
fizyolojisi çok daha farklı düşünülebiliyordu. Aristo gibiler, insanın güce ve
çıkara arzusunu reddetmiyorlardı. Fakat onlar insan fizyolojisinin sadece
yaşamaya, sadece güce ve çıkara değil; aynı zamanda iyi yaşamaya, yani erdemli,
ahlaklı, anlamlı yaşamaya yönelik olarak da şekillenmiş olduğunu kabul
ediyorlardı. Zira Aristo gibiler için, en başta insan olmak üzere tüm canlılar,
tüm güzel sıfatların kaynağı olan Tanrı’nın gölgesinde ve bu Tanrı’ya yönelmek
için yaşıyorlardı. İyi yaşamak, yani hakikat tutkusuyla, adalet arzusuyla,
merhamet duygusuyla yaşamak, Aristo gibiler için, en az güç istenci kadar,
insan bedenine kazınmış asli ihtiyaçlardı.
Modern
materyalizm hakim olduktan ve bilinçlerimizi ve bedenlerimizi tümden şekillendirdikten sonra gerçekten de
pek çok insan sadece güç ve çıkar için yaşar oldu. Fakat modern materyalizm
hakim olmadan önceki pek çok büyük insanın hayat hikayesine bakıldığında ve
onların ruhsal derinlikleri etüt edildiğinde, Nietzsche’nin yapmaya çalışacağı
bir soykütüğün asla göremeyeceği ulvi tutkular bulursunuz. Buda, Konfüçyüs,
Tao, Sokrates, İsa, Musa, Muhammed, Zerdüşt, Mani, vs neredeyse tüm din
kurucuları bozuk bir güç istencinin değil, insanlığın geleceğine yönelik son
derece ulvi ıstırapların canhıraş bir biçimde harekete geçirdiği bireylerdi.
Buradan Nietzsche’nin kitaplarını yazdıran motivasyona bakıldığında da,
Nietzsche’nin kirli güç arzuları gözlere görünmez. Aksine Nietzsche’yi harekete
geçiren de, en az kendi güç istenci kadar, insanlığın geleceğine yönelik ulvi
ıstıraplardır. Şimdiye kadarki analizlerimden de anlaşılmıştır: Nietzsche
evrenin görünüşü arkasında yatan hakikati keşfetmek için çaba harcıyordu: yani
hakikat tutkusu. Nietzsche Tanrı’nın öldüğü bir çağda sürü ahlakından çok daha
yüksek ve insanlığa katkı sunacak bir yüksek ahlakın inşası çabalıyordu. Yani
erdem tutkusu… Yine Nietzsche toplum tarafından güçlerinden yoksun bırakılmış üstinsan
adaylarına alan açmak ve nefes aldırmak için yazıyordu: yani merhamet duygusu,
vs… Hakikat aşkı adalet tutkusu, insanlığın geleceğine yönelik ıstıraplar gibi
ulvi ve ruhsal değerleri göz önüne almadan Nietzsche’nin soykütüğünü yaparsanız
ve Nietzsche’nin keşfettiği hakikatleri bozuk bir güç istencinin tezahüründen
ibaret sayarsanız Nietzsche’nin hakkını hayli yemiş olursunuz.
Kısa
konuşursak, Nietzsche’ye yirmi iki cilt kitap yazdıran ve onun tüm hayat
hikayesine hükmeden motivasyon ile Nietzsche’nin insan fizyolojisine ve antropolojisine
dair söyledikleri neredeyse taban tabana zıttır.
XIII.
Nietzsche’nin
bilinci aşağılaması hakkında konuştuk. Nietzsche’nin evren ve kozmoz tasarımı
hakkında konuştuk. Nietzsche’nin insan antropolojisi ve bu antropolojide
hakikat, adalet, merhamet gibi ahlaki değerlerin yeri hakkında konuştuk. Ve
Nietzsche’nin bizlere öğrettiği hiçbir hakikati reddetmedikse de, Nietzsche
düşüncesini kendi görüşlerimiz etrafında yeniden yapılandırdık. Bahsetmek
istediğim son bir şey kaldı. Görünüş dünyasında yaşayan; görünüşün arkasındaki
hakikate geçme yeteneği olmayan, yani içinde yaşadığımız dünyayı tanrısal ve
kutsal bir yer olarak görme yeteneği olmayan; görünüş dünyasının ruh, cevher,
özgür irade gibi kavramlarıyla yaşadıkları için bu kavramların ürettiği ruha, aşkın
Tanrı’ya ve onun bizler için yarattığı ölüm sonrası dünyaya inanan; dinlerin
onlara dayattığı ve sırf yüksek bir insanlık yaratmak için değil de, sırf toplumu
korumak için vaz edilmiş sürü ahlakından öte bir ahlaki değere sahip olmayan; dünyaya
sırf ahiretin tarlası olarak araçsal bir değer veren; dinlerinin gereğini bazen
hiç sorgulamadan yerine getiren; alçakgönüllü, fedakar ve yardımsever sıradan
insanların, yani Nietzsche’nin sürekli aşağıladığı sürü insanının veya samimi
dindarların değeri… Bu insanlar Nietzsche’nin de küçümsediği gibi üstinsan karşısında
hor ve hakir görülmesi gereken varlıklar mıdır, yoksa bu insanlar da en az üstinsanlar
kadar saygı ve hürmete layık mıdırlar Allah ve insanlar katında? Bu tartışmayı,
Marxizmin bizlere öğrettiği, insanların asli eşitliği düşüncesinin bir çeşit savunusu
olarak da okuyabilirsiniz.
Bu
insanların değerini tartışırken, daha önceki eleştirilerimde yaptığım gibi
Aristo’ya müracaat etme şansım yok. Zira Aristo’da da ciddi bir havas ve avam,
yani üstün insan ve sıradan insan ayrımı vardır. Bu tartışmada yine tasavvuf
mirasına müracaat etme şansım da yok. Zira tasavvufta da zahire bağlı sıradan
insan ile hakikate ulaşmış insan-ı kamil arasında ciddi bir hiyerarşi vardır.
Ve bu tartışmada savunmaya çalışacağım insanların yukarıda saydığım vasıflarına
bakıldığında, masa-kasa-nisa tutkusuyla yaşayan bencil ve çıkarcı insanlardan
bahsettiğim de meydanda olmalıdır. Ben sadece Erol Göka’nın ‘mutedil müslüman’
adını verdiği insanların, ya da dünyanın her medeniyetinde görebileceğimiz
sıradan samimi dindarların değerini tartışmak istiyorum. Bu hususu tartışırken
de son yedi yıldır çevremde Nietzsche’nin sürü insanı diye aşağıladığı annem,
halalarım, yengelerim, ninelerim vs ile iç içe bir hayat sürdürdüğümü ve onları
sürekli gözlemlediğimi baştan ifade etmek istiyorum. Yani birer sürü insanı
olan annemin, halalarımın, ninelerimin vs yani sıradan samimi dindarların ve
sürü insanının Nietzsche’nin yaratmaya çalıştığı gibi kendi kendine yasalar
koyabilecek kadar kendinei bedenine ve dürtülerine hükmetmeyi öğrenmiş; evrenin
görünüşünde kalmayıp onun derinindeki gerçeği görme yeteneği kazanmış; insanlık
için değerler yaratma becerisi kazanmış; kendini yüksek hedeflere adamış ve bu
hedefler uğruna ıstırap çekmeyi becerebilmiş, bu hedefler uğruna ruhunun
darmadağın olmasından korkmamayı göze almış; birbirine taban tabana zıt
hakikatleri ruhunda beraberce taşıyabilecek bir ruh gücüne ulaşmış; yaşamda
hiçbir şeyden nefret etmeden her şeyi ama her şeyi güzel idealler namına
dönüştürebilmeyi, yani zehiri bala çevirebilme yeteneği kazanmış; dünyayı ve insanı
tanrısallaştırma becerisine sahip olabilmiş; kendisini takip edenler için
yeryüzünü ve yaşamı içinde yaşanmaya değer harika bir sanat eserine
çevirebilmeyi becermiş vs vs üstinsanlar karşısındaki değeri… “Sürü insanının üstinsan
karşısında değeri nedir?”…. Tartışmak istediğim husus budur.
Dostoyevski
ve Tolstoy tam da Nietzsche’nin bahsettiği türden üstinsanlardı: yani yeni
değerler yaratabilen sanatçılar. Fakat her ikisi de Ortodoks dinine bağlı
sıradan Hıristiyanları gördüklerinde onların yaşam biçimlerinden büyülendi. Ve her
ikisi de onlar gibi yaşamaya çabaladı. Zira onların, yani Nietzsche’nin sürü
insanı diye aşağıladığı kimselerin kendilerinden, yani Nietzsche’nin üstinsan
diye kutsadığı insanlardan daha üstün bir yaşam felsefesine sahip olduklarına
inanmışlardı.
Dostoyevski
ve Tolstoy sürü insanından neden büyülendi? Anladığım kadaıryla anlatmaya
çalışayım. Her şeyden önce sürü insanı özgür iradeye inanır. Nietzsche özgür
iradeye inanmasa da bu düşüncesiyle çelişkili bir biçimde üstinsanın kendi
üzerinde tam bir hakimiyet kurması gerektiğini düşünür. Sıradan samimi
dindarlar da Tanrı’nın emri söz konusu olduğunda iradeleri ve dürtüleri
üzerinde tam bir hakimiyet kurarlar. Nietzsche üstinsanın her ıstıraba
dayanıklı olması gerektiğini, insanı bazen paramparça eden Dionysos’la barışık
olması gerektiğini ve acısıyla tatlısıyla kaderini sevmesi gerektiğini söyler.
Sıradan dindarlar bazen genç yaşında kocasını kaybeder, dört çocuğuyla dul
kalır; bazen bir trafik kazası sonucunda biricik oğlunu yitirir, bazen doksan
yaşındaki yatalak annesine yıllarca bakmak zorunda kalır. Fakat tümbu
travmalara rağmen yine de hayata küsmezler. Yaşama sevinçle sarılırlar. Ve
musibeti Allah’tan bildikleri için isyan etmez, ruhsal olarak çökmezler. Yaşam
sevinçlerini korurlar. Sıradan dindarlar evreni ve yaşamı tanrısallaştırmasalar
da, her şeyin Tanrı yaratısı olarak kutsal bir değere sahip olduğunu
düşünürler. Ve harama asla el uzatmasalar da zahit değillerdir. Helalinden
cinselliğin, helalinden yemeğin, helalinden müziğin keyfini çıkarırlar. Ve
Nietzsche için üstinsanın temel bir özelliği yaşama karşı şükran duygusu içinde
olmaksa, bu insanlar her nimet için kozmik yaşam olarak Allah’a teşekkür
ederler. Ve kendilerini Allah yaratmış olduğu için kendilerini de severler. Sıradan
samimi dindarlar herkesi Allah’ın yaratmış olduğuna inandıkları için bazen insanlara
da öfkelenseler de kimseye hınç duymazlar. Birine hınç duydukları ya da günah
saydıkları bir şey yaptıkları zaman döner nefis muhasebesi yaparlar ve olumsuz
duygularını ve dürtülerini temizlerler. Bu insanlar dünyanın lezzetinde
boğulmaz ve yaşama ve insanlığa katkı sunacak projeler peşinde koşarlar.
Çocuklarının yemeğini yapar, evlerini zahmetle temizler, saatlerce bulaşık
yıkarlar. Ve tüm zahmete rağmen asla şikayet etmezler. Bu işlerden Boş zaman
bulduklarında da sanatsal bir yaratıcılık olarak nakış işler, örgü örerler. Bu
insanlar ahirete inandıkları için yaşlandıklarında bile yaşam sevincini
kaybetmezler. Oysa Nietzsche’nin tek bir kitabında bile ölümle hesaplaşma
yeteneği göremezsiniz. Heidegger’in dediği gibi ölümle hesaplaşmak sahici bir
yaşamın ön koşuluysa, Nietzsche felsefesi ölüm gerçeği karşısında kördür.
Sıradan samimi dindarlar hayatın küçük güzelliklerinden büyülenmeyi becerebilen
insanlardır. Bir çiçeğin güzelliği, bir manzaranın ihtişamı kitaba boğulmuş
insanların aksine, onları heyecanlandırmaya ve onlarda kutsal ve tanrısal
duygular uyandırmaya yeterlidir. Sıradan dindarlar dine ve Tanrı’nın
buyruklarına da körü körüne itaat etmezler. Kafalarına bir soru takıldığı zaman
akılları ve kalpleri tatmin olana kadar din alimlerine sorularının cevabını
sorarlar. Fakat bir filozofun aksine şüphecilik onların yaşam sevincini içten
içe kemirmez. Onları septik yapmaz. Zira “şimdi bulamasam da kesin bir cevabı
vardır. Allah hikmetsiz şey söylemez” dedikleri için sağlam bir tevekkül
duyguları vardır. Büyük filozofların yaşam dürtüsünü dumur edebilen şüpheciliğe
karşı bir panzehir olan bu tevekkül sayesinde samimi dindarların yaşam azmi hep
canlı kalır. Samimi dindarlar asla kendilerini tanrısallaştırmasalar da
ibadetleri yoluyla Tanrı’yı yüreklerinde hisseder ve Tanrı’yla bütünleşirler. Samimi
dindarlar ilişkilerdeki samimiyete çok önem verirler ve insanlara sevgi
duygusuyla yaklaşır, onları çıkarları ya da bozuk güç arzuları için bir araç
olarak kullanmayı Tanrı’ya karşı bir günah olarak görürler. Ve elbette üstinsan
için yaşamı ve dünyayı bir cennete çevirmek temel vazifelerden biriyse, samimi
dindarlar etraflarındaki mahzun insanlara neşe saçmayı temel bir vazife olarak
bilirler. Samimi dindarları biraz romantize ettiğimin farkındayım fakat
dünyanın neresine giderseniz gidin, bu vasıflara sahip dindarlar
görebileceksiniz. Anladığım kadarıyla Dostoyevski ve Tolstoy gibileri de
büyüleyen bu insanlardaki bu tür yüksek vasıflardı.
Kısa
konuşursak, Nietzsche’nin sürekli sürü insanı diyerek aşağıladığı mutedil ve
samimi dindarlar da en az üstinsanlar değerli kadar değerlidirler ve en az
onlar kadar saygıya ve hürmete layıktırlar. Masa-kasa-nisa tutkusundan başka
bir şey bilmeyen insanların ikinci sınıf kabul edilmesi gerektiğine ben de
inanıyorum. Ama samimi dindarların üstinsan karşısında hiç de hor görülmemesi
gerektiğine inanıyorum. Ve Nietzsche’nin kast sistemindense köle Bilal’e
aristokrat Ömer’le eşit söz hakkı veren Hazret-i Muhammed’in ya da bir köylüye
bile “hocam” diyerek hitap edip o köylünün hayat felsefesini en büyük filozofunki
kadar dinlenmeye layık bulan Marxist Gramsci’nin insan gerçeği karşısında
Nietzsche’den çok daha bilge olduğuna inanıyorum.
XIV.
Nietzsche
eleştirilerim temelde bunlardan ibarettir. Nietzsche’den öğrendiklerimi
koruyarak onda beni rahatsız eden düşüncelerden arınma çabamın mahsulü bu
yazıda yazdıklarımdan ibarettir. Fakat tek bir hususu dile getirmem gerekiyor.
Neden Nietzsche keşfetmiş olduğu bunca hakikate rağmen bu basit gerçekleri
göremedi? Oysa herhangi bir kitabında sergilediği insanüstü dehasının
kanıtladığı üzere kendinde tüm basit hakikatleri görebilecek birikim ve yetenek
vardı. Sanıyorum bu cevabı verebilmek için Nietzsche’nin kitapları boyunca hiç
ama hiç yapmamış olduğu bir şeyi yapmamız gerekiyor. Nietzsche’yi kendine karşı
çevirmek ve bir birey olarak Nietzsche’nin soykütüğünü yapmak… Yani
Nietzsche’deki hangi bozuk güç istenci ve hangi hınç Nietzsche’yi keşfettiği
ciddi hakikatlere rağmen bazı gerçekler karşısında kör bıraktı? Bu
yazınınsonunda bu hususa bir iki işaret bırakmak istiyorum.
Burada
Nietzsche’nin biyografisini kuşatmış iki gerçeğin merkezi olduğuna inanıyorum:
(1) Nietzsche, bedeni alabildiğine sağlıksız bir insandı. Ve Nietzsche’nin ömrü
boyunca kendi hayatı karşısında asli önceliği bedensel sağlığına ve bedensel
gücüne bir an evvel kavuşmaktı. Durum bu olunca Nietzsche kendi hayatını
etütlerinden hareketle güç istencini her şeyin ama her şeyin ötesinde evrenin,
organizmaların, toplumların ve bireylerin temel motviasyon kaynağı olarak
gördü. Ve evrende işleyen tüm başka hakikatlere karşı alabildiğine kör kaldı.
(2) Nietzsche son derece dindar bir ailede, babasını kaybetmiş olarak,
kendisini aşırı merhamete boğmuş kadınlar arasında büyüdü. Ve bu sebeple
ailesindeki merhamet dolu kadınların ona dayattığı Hıristiyanlığa karşı tam bir
hınç duygusu kuşandı. Nietzsche’nin erkeksi değerlere düşkünlüğü, merhamet
dahil kadınsı tüm değerlerden nefreti ve ailesindeki dindar kadınların şahsında
ona dayatılan Hıristiyanlığın her boyutuna ayrı ayrı hıncı onun tüm felsefesini
kuşatan büyük bir hastalıktı. Yani Nietzsche Hıristiyanlık ve onun öğrettiği
herhangi bir temel fikre karşı asla sağduyulu ve hakkaniyetli davranamadı.
Makaleyi
bitirmek üzere şunu söyleyeyim: Nietzsche muhteşem güzellikte bir çiçeğin
gübreyle beslendiğini bilir. Fakat sırf o çiçek gübreyle beslenmiş olduğu için
o çiçeğe “gübreden ibarettir” diyerek hakaret etmez. İsa’nın insanlığa
öğrettiği ve belki de en büyük ahlaki değerimiz olan “kendine yapılmasını
istemediğin şeyi başkasına yapma” buyruğunun Yahudilerin Romalılara olan
hıncının, yani bir gübrenin mahsulü olduğunu görebiliyordu. Fakat bir yaşam
filozofu olarak Nietzsche, Hazret-i İsa’nın bu hıncı ruhunda ciddi bir dönüşüme
uğratmış olduğunu ve Hazret-i İsa’nın bu hınçtan tamamen arınmış olarak
evrensel bir sevgi mesajı, yani muhteşem güzellikte bir çiçek yaratmış olduğunu
da görebilecek kadar derin bir düşünce yeteneğine de sahipti. Nietzsche, zayıf
birinin güçlü birine “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma”
diye dayatmasının bir hıncın ürünü
olabileceğini söylemekte haklıydı. Fakat İsa, Paul ve Petrus gibi hakikatleri
uğruna ölüme gitmeyi göze alacak kadar ruhu güçlü bireylerin “kendime
yapılmasını istemediğim şeyi başkasına yapmamalıyım” diyerek kendi dürtüleri
üzerine hakimiyet kurabilme yeteneklerinin gerçekten de yüksek bir ruh gücüne ve
tam bir efendi ve soylu ahlakına sahip olmayı gerektirdiğini düşünebilecek
kadar da insan ruhunun derinliklerine vakıftı. Nietzsche’nin Hıristiyanlığın
kuruluşuna baktığında gübreyi, yani Yahudilerin birikmiş hıncını görebilmesini;
fakat çiçeği, yani bu hıncın İsa’nın ruhunda çoktan yaşama ‘evet’ diyen bir
güzelliğe dönüşmüş olması gerçeğini görememiş olmasını, Nietzsche’nin, onu merhametten bunaltmış ailesindeki
kadınlara hıncının onun gözlerini kör etmesinde aramak zorundayız. Ve ne kadar
trajikomiktir ki, Nietzsche delirdikten ve insanlarla konuşmayı kestikten
sonraki on yıllık yaşamını da ablasının ona olan merhametine borçlu olacaktı.
Zaten bu yazının başlarında onun trajik delirişinin sebebinin de muhtemelen
acımasızca kırbaçlanan hastalıklı bir ata duyduğu Hıristiyanca merhamet üzerine
iç gözleminin onun tüm felsefi sistemini darmadağın etmiş olduğunu
farketmesinden kaynaklandığını söylemiştik
XV. NOT
Evrenin
hakikati konusunda sürekli Aristo’ya referans verdiğimi okur beni sıkı bir antik
felsefe hayranı ya da eksiksiz bir Aristo takipçisi sanabilir. Tam değil.
Aristo evrim kuramına inanmıyordu. Bense evrime inanıyorum. Aristo canlı
formlarının ezeli, ebedi ve değişmez olduğuna inanıyordu bense canlı
formlarının sürekli dönüştüğüne, yani formasyona inanıyorum. Aristo
metafiziğinin kurucu düşüncesi değimez cevher fikriydi. Bense ünlü Müslüman
sufi Molla Sadra gibi hareket-i cevhere fikrine, yani evrenin sürekli bir
gelişim ve dönüşüm geçirdiğine inanıyorum. Beni Aristo’da cezbeden husus
yaşamın evrimine dair çağdaş materyalist kuramdan ya da Nietzcehe’nin evrim
kuramından daha mantıklı bir şey söylemiş olmasıdır: Evreni ve maddeyi yöneten
bir ruhsallık, kozmik bir akıl ve kozmik bir arzu var. Aristo’nun bu
bilgeliğine müracaatın materyalist ya da Nietzscheci evrim kuramının tıkandığı
yerlerde bizlere doğa ve evrim hususunda daha iyi bir açıklama getiremekte
işlevsel olabileceğine inandığım için sürekli Aristo’ya referans vererek
derdimi anlatıyorum. Bir not olarak söyleyeyim: Nietzsche’nin doğada hükmeden
kuvvetleri birer kozmik arzulayış olarak kavrayışı da çağdaş materyalist doğa
bilimlerinin mekanik kuvvet kavramına değil, Aristocu kuvvet kavramına dayanır.
Zira Aristo’da doğadaki varlıkları harekete geçiren en temel etmen kör
mekanizmalar değil, canlıların ruhuna kazınmış kozmik arzulayışlardır. Aristo’da
tüm varlıklar Tanrı’ya kavuşmaya ve tanrısallaşmaya yönelik bir aşk duygusuyla
hareket ederler. Ben de evreni bu kozmik aşkın gözleriyle görebilme yeteneğinin
hayatlarımıza ve uygarlığımıza çok şey katacağına inanıyorum. Zaten İslam tasavvufunun da temel derdi bu
aşkı keşfetmekten ve bu aşkın Dionysosçu sarhoşluğunun zevki içinde ömür
sürmekten ibaretti.
İnsanlık
çapında kötümserliğin hakim olduğumuzda çağımızda, bu makalenin okurunda bu
zevk duygusunu zerre kadar da olsa hissettirebilmiş olma duygusuyla…
Saygılar…
0 Yorumlar