Ticker

6/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

İrfan Ve Arif: Melamet Mülkü-Aşık Dertli/Gürgün Karaman

Gir melamet mülküne malik olan ol şahı gör
Ebr olub eflaki tuttu ettiğin eyvahı gör
Asıl adı İbrahim olan Âşık Dertli, Bolu’nun Reşadiye ilçesine bağlı Şahnalar köyünde dünyaya geldi. Babasının ölümünden sonra köyün ağası, topraklarına el koyunca bir süre çobanlık yaptı. Konya’ya giderek burada üç yıl boyunca kahveci çıraklığı yaptıktan sonra İstanbul’a, buradan da Mısır’a gitti. On yıl kaldığı Mısır’da âşık kahvelerine ve tekkelere uğradı. Zor bir hayat geçiren Dertli, köyüne geri dönerek evlendi ve bu evlilikten iki oğlu oldu. Gezgin bir arif olan Dertli, Anadolu’nun birçok şehrini gezdi. Üst düzey bir şair olan Dertli’nin ünü yayılınca bu durum İstanbul bürokrasisinin de dikkatini çekti. Bir süre bürokrasinin içinde yer alan Dertli, bazı olumsuz durumlarından dolayı bürokrasiden el çektirildi. Yaşadığı zorluklar nedeniyle Bilecik’te iken intihar girişiminde bulunduğu belirtilmektedir. Ankara, Bolu gibi bazı şehirlerde önemli bürokratların himayesinde bulundu. 1848’de 73 yaşındayken Hakk’a yürüyen Dertli’nin mezarı, Bolu-Gerede karayolu üzerindeki Şahnalar köyündedir.


Dertli’nin Kızılbaş/Alevî kökenli olmamasına rağmen önce Halvetî tarikatına daha sonra Bektaşiliğe yöneldiği belirtilmektedir.
[1]

Ey dil-ârâ pirden aldık himmeti, Bektâşîyiz
Pîr ocağından giyindik kisveti, Bektâşîyiz

Hacı Bektâş-ı Velî’nin çâkeriyiz, çâkeri
Ali’den giydik bu tâc-ı devleti, Bektâşîyiz

Dertli’yâ her bir tarîka el uzattım, yokladım
Bunda buldum türlü türlü hâleti, Bektâşîyiz

Ehl-i Beyt sevgisi, Kerbela acısı ve Yezid karşıtlığı inşalarında geniş yer tutar. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehid edilmesinin acısını bir türlü kabullenemeyen Dertli, olayın anlatıldığı bir mecliste duygularına yenik düşerek kendisini öldürmek bile istemiştir.[2]

İtikadi açıdan taklidi açıkça reddederek hatta taklidi bir tür inkâr görerek, dinin tahkik dini, olduğunu ve kendisinin de tahkik/araştırma ehli olduğunu şöyle vurgular:

Dînimiz dîn-i tahkiktir, değildir münkiri taklîd
Kamû eşyâya perdeler çeken, derde şifâmız var

İrfan geleneğinin inşalarında en çok başvurulan ayetleri ve terkipleri kullanır: kâf u nûn sırrı, hitâb-ı elest, elest bezmi, ervâh-ı ezel, arş-ı kürs, kün emri, alleme’l-esmâ, levh ü kalem, lâ fetâ illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr [Ali’den daha yiğit, Zülfikâr’dan daha keskin kılıç yoktur.], nokta-i bâ [Ene noktatun tahti bâ/ Hz. Ali’nin “Ben, Ba’nın altındaki noktayım.” sözü. Burada nokta-i bâ aynı zamanda Vahdet-i Vücud felsefesinin de temelidir. Çünkü nokta, varlığın birliğini temsil eder.]

Gir melamet mülküne malik olan ol şahı gör
Ebr olub eflaki tuttu ettiğin eyvahı gör

Ey gözüm görme cihanın efser-i hakanını
Hırka – i abdalının başındaki külahı gör

Ebrüvan mihrabını bilmez taşa eyler sücud
Ahsen-i takvime bakmaz vaiz-i gümrahı gör

Girme bezm-i zahide görme mürailer yüzün
Dergâh-ı abdala gir de bezm-i hasullahı gör

Bezm-i aşkı bilmeyüb ta’n eyleme zahid bizi
Nokta-i Ba ismini zikreyle sırrullahı gör

Dön ziyaret eyleme İbrahim’in bünyadını
Dertli’ nin kalbin ziyaret eyle Beytullah’ı gör[3]                                       

Melâmet, sözlükte “kınamak, ayıplamak, azarlamak, serzenişte bulunmak” gibi anlamlara gelir. İrfani gelenekte ise “iddia sahibi olmama, gösterişten kaçınma, şöhretten ve dünyevi arzulardan uzak durma, nefsi kınayarak onu terbiye etme, amelleri görmeme” şeklinde betimlenen bir dünya görüşünü ve inancı ifade eder. Melâmetîlik, irfan geleneğinde Nişabur ekolünden olup kurucusu Hamdûn Kassâr’dır (öl. 884). Melâmet ehli, kendilerini herkesten daha aşağı görerek iyiliklerini gizleyen, kötü davranışlarını da açığa vuran bir tavra sahiptir. İhtiyacı olmadığı halde dilenmek, Kur’an okunurken şiir okumak, ramazan ayında ruhsat durumlarına başvurarak açık alanda bir şeyler yemek gibi davranışlarından dolayı toplum tarafından dışlanmışlardır.  Bu tür davranışlarından dolayı resmi ulemanın sert eleştirilerine maruz kalmışlardır. Bunun en vahim örneği cezbeli ve taşkın görüşlerinden dolayı Osmanlı döneminde on iki dervişi ile birlikte idam edilen İsmâil Maşûkî’dir (öl. 1539). Âşık Dertli de Kalenderi ve Melâmi bir tavra sahiptir. Dertli’nin “gir melâmet mülküne” kastı, bu dünya görüşü ve inançtır.

Arifler “melamet mülkünün” ehlidirler. Yaşam tarzlarını gösteriş için pazarlamazlar. Sıradan, hatta sıradan daha aşağı bir seviyede durmaya çalışarak nefislerine/arzularına esir olmazlar. Melamet; mütevazılığı, kendini kınamayı merkeze alır. Ariflere göre nefs kınandıkça insan olmanın idraki hâsıl olur. Çünkü arzular, insanın çamur yönüne hitap eder. Oysaki her şeyin sahibi olan Malikü’l Mülk karşısında mutlak hiçbir şey yoktur. Malik (her şeyin mutlak sahibi) ve Baki (mutlak kalıcı) olan Hak’tır. Arifin Aşk derdi tüm evreni sarar ve sarsar. Onun ahı, Arş-ı Ala’da melekler tarafından bile kıskanılır. Eyvahları karşısında melekler secdeye varır. Arif, bu haldeyken meleklerden üstün bir konuma çıkarak Hakk’ı müşahede eder. Arifin gözü, cihanın efser-i hakanında (saltanat/padişahlık) değildir. Abdal’ın başındaki külah, dünya saltanatının, her türlü iktidar makamının tacından daha yücedir.

İnsanın hakikatini idrak edememiş olanlar, taşlara secde ederek putperest olurken vaiz-i gümrahlar da ahsen-i takvim sırlarından mahrum kalmışlardır. Arif olan bunlardan uzaktır ve başkalarını da bu hallere düşmemeleri için uyarırlar. Bezm-i zahidler meclisine girerek mürailerin (ikiyüzlülerin) yüzünü görmenin faydası yoktur ve kurtuluş burada değildir. Gerçek aşk ve kurtuluş, abdalların dergâhında ve onlarla birlikte geçirilen bir tavır ve bu tavra bağlı yaşamdır. Çünkü dergâh-ı abdal, Hakk’ın daimi bir meclisidir. Abdal/arif olan, her daim Hak ile birlikte olan bir yaşamı benimsemiştir. Bu yaşamda Hak kula, kul da Hakk’a âşıktır. Ama bezm-i aşkı bilmeyen zahidler, âşıkları kınarlar (ta’n) ve din dışı ilan ederler. Oysaki Âşık, imanı küfür deryasında söküp çıkarmıştır. Zahid, illa (evet) ile yetinirken abdal/arif ise la (hayır) ile başlar ve illa ile devam eder. Zahid olan, tek kanatla iman deryasında uçabileceğini zanneden bir topaldır. Ama “la ve illa” kanatlarını takmış olan abdal/arif, Hakk’ın varlık deryasında Aşk’la uçar. Aşk; akıl, kalp ve ilim talep eder. Zahid olan, sadece “illa” ile yetindiği için Nokta-i Ba ilminden nasipsizdir. Nokta-i Ba ise “Ben ba harfinin altındaki noktayım.” diyen İmam Ali’dir.

Bu ilim “la ve illa” kanatlarını takmadan hâsıl olmaz ve Hakk’ın, varlığın sırlarına erişilemez. Abdal/arif ise Nokta-i Ba isminden ilhamını ve ilmini alarak varlığın tüm gizemlerine ulaşır. İbrahim’in bünyadından (aslından) dem vurmak abdalların/ariflerin şanı değildir. Arifte öyle bir dert ve aşk vardır ki onun kalbi Hakk’ın evidir ve hakikatte İbrahim’i asıl olan Kâbe’yi ziyaret etmek maharet değildir; maharet odur ki Hakk’ın mazharı/evi olan arifin kalbini ziyaret etmektir. Zaten insanın anasır-ı erbaası da Kâbe’deki topraktan alınmıştır.

Allah âlimdir, kul ise ariftir. Hak, varlığı dolaysız ve doğrudan, külli bilgiyle bilendir. Bu nedenle Hak Teâlâ’ya arif denilmez. Âlim, insana sıfat olduğunda ise âlim ile arif arasında da temel bir ayrım vardır. Âlim, dini görevleri yerine getirmeden de bilgi sahibi olan kişi olduğu için sadece bilgiyle Allah’ı bilir. Faka arif olan, Hakk’ı Hak ile bilir (arif-i billah). Arif-i billah, nefsini arındırır, kalbini saflaştırır, cilalar ve Hakk’ın aynası yapar. Arif, daimi bir sezgi ve işrak (içsel aydınlanma) halindedir. O, daima ahlaki, akli ve kalbi olarak tetiktedir; her an bunları arındırmakla meşguldür. Kalbi her an cilalar çünkü kalp, Hakk’ın mazharı ve tecelligâhıdır.

Cüneyd-i Bağdâdî arifi şöyle tanımlar: “Kendisi sustuğu halde içinde Hakk’ın konuştuğu kişidir.” Arif, hiçbir şeyle sevinmez ve hiçbir şeyden korkmaz. Zünnun-ı Mısri’ye “Arif kimdir?” diye sorulunca “Burada idi, şimdi gitti.” demiştir. Yani arifi, iki vakitte bir hal içinde göremezsin. Çünkü onu sevk ve idare eden başkasıdır. Arif, öncelikle Hakk’ı ister, ondan başka bir şeyi istemez. Onun irfanına hiçbir şey tesir edemez. Arif sadece Hakk’a ibadet eder. Zira ibadete layık olan O’dur. Çünkü ibadet, (cenneti) istemek ya da (cehennemden) korkmak değil, O’na ait olan şerefli bir nisbettir. (Cennet isteği ve cehennem korkusu) olsa bile, istenen Allah için istenir, korkulandan da Allah için korkulur. İşte bu davet sahibidir. Arzu edilen de budur. Arif cesurdur. Nasıl olmasın ki! O, ölüm korkusundan kurtulmuştur. Cömerttir, nasıl olmasın ki! Batılın sevgisinden kurtulmuştur. Hataları affeder, nasıl olmasın ki! Onun zatı, hataları işleyen şahsın zatından daha büyüktür. Kinleri unutur, nasıl olmasın ki! Onun dili Hak’la meşguldür. Ebu Yezid Bestami’ye, arifin kim olduğu sorulunca şöyle cevap vermiştir “Arif, uyku ve uyanıklık halinde Allah ‘tan başkasını görmeyen, Allah ‘tan başkasına muvafakat etmeyen ve Allah’tan başkasını düşünmeyen kimsedir (Kuşeyri).”

Arifler kelimenin tam anlamıyla Hak’la kurdukları ilişki bakımından Vahdet-i Vücud’çudurlar. Onlara göre Allah’tan başka hiçbir şey yoktur. Onlar sekr[4] haline yani düşmüşlerdir yani manen sarhoş olmuşlar; akıllarının gücü, O’ndan başkasını reddetmiştir. Hallac-ı Mansur “Ene’l-Hakk/Ben Hakk’ım!”, Beyazid-i Bestami “Sübhani ma azami şani/Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir!”, Cüneyd-i Bağdadi de “Leyse fî cübbeti sivallah/Cübbemin içinde Allah’tan gayrısı yoktur.” demiştir. Ağır bir ilahi hüznün üzerlerine ihsan edildiği ariflerin bu türden sözleri şatahat olarak kabul edilir. Alevi geleneğinin en belirgin özelliklerinden biri, belki de birincisi şatah özelliklerine sahip olmasıdır. Dikkat çekici olan da Alevi inşalarında sufi kavramı olumsuz görülürken arif kavramı merkezi bir roldedir.

Sufi/arif, yün elbise giyerek toplumdan ve dünyalık şeylerden uzak bir yaşamı benimseyen kişidir. Kendini tamamen Hakk’a adamıştır. Bu yaşam tarzını benimseyen arifin özellikleri şunlardır: Daima kendi nefsini ve arzularını terbiye etmekle meşguldür. Kendi iç âleminde, daima kendine ve Hakk’a doğru bir yolculuktadır. İyi ahlakın, iyiliğin, güzelliğin peşindedir. Asla mal, mülk, makam ve şöhret peşinde koşmaz. Mümkün olduğunca toplumdan uzak, yalnız bir yaşamı tercih eder. Her şeye karşı şefkatli ve merhametlidir. Kötülüklere bile iyilikle karşılık verir. Daimi bir salat halindedir. Her an kalbini yoklayarak onu saflaştırıp Hakk’a ulaşmaya ve O’nun rızasını kazanmaya çalışır. Her türlü fikre ve inanca karşı müsamahalıdır.

Arif, ibnü’l vakt’tir yani vaktin çocuğudur. Vakt, “İki zaman arası, yani geçmiş ve gelecek gibi iki zaman arasıdır; sûfî de vaktin oğludur (İbnü’l vakt).” Onlar bununla; sûfî, geçmiş ve geleceğe asla iltifat etmeyip, olduğu hâlde bulunduğu zaman içinde kendisine daha iyi olan ve lüzumlu bulunan ibadetlerden biriyle meşgul ve o anda kendisinden istenilen şeyle de kaimdir.” manasını kast ederler. Nitekim: “Fakir, geçmiş veya geleceği değil, içinde bulunduğu ânı düşünür.” denilmiştir.[5] Vakt’in ne kadar önemli olduğunu İşraki Felsefe’nin kurucusu Ş. Sühreverdi “Vakit, kesici bir kılıçtır.” veciz ifadesiyle ortaya koyar. İşte Dertli, bu irfan geleneğine bağlı büyük bir Hak aşığıdır.

Dipnotlar

[1] Ergun, S. Nüzhet, Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi, s. 357. 
[2] Cengiz Gökşen, Türk Kültürü Ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi / 2016 / s. 178.
[3] Ebr: Bulut – eflaki: Gökler, gezegenler –  Efser-i hakan: Hükümdarlık tacı – Ebrüvan: İki kaş – Vaiz-i gümrah: Şaşkın vaiz – Mürai: İkiyüzlü – Bezm-i hasullah: Hakk’ın hac meclisi – Ta’n: Kınama – Nokta-i Ba: Be harfinin altındaki nokta, Hz. Ali’nin yüce sözü – Beytullah: Hakk’ın evi, Kâbe – Zahid: Sofu
[4] Sekr: Manevi sarhoşluk.
[5] Aynı eser, s. 124-125

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement