Alp
Er Tunga Destanı İslam öncesi Türk-Pers/İran çatışmalarını konu edinir. Destan
Saka Türkeri’ne aittir. Alp Er Tunga büyük bir komutan olup kaynaklarda
Efresiyab olarak da geçmektedir. İran’ın hükümdarı olan Keykâvus ile oğlu
Siyavuş ve komutanı Zaloğlu Rüstem’in aralarında anlaşmazlık çıkınca şehzade
Siyavuş kaçarak Alp Er Tunga’ya sığınır. Alp er Tunga Siyavuş’a sahip çıkar,
hatta onu Türklerden birinin kızıyla evlendirir. Siyavuş’un Bu evlilikten Keyhüsrev
adında bir de oğlu olur. Tarihin garip cilvesine bakın ki Siyavuş’un oğlu
Keyhüsrev, İranlılar tarafından kaçırılarak ülkeye kral yapılır. Keyhüsrev,
meşhur Zaloğlu Rüstem ile anlaşarak Alp Er Tunga’nın üstüne yürür ve aralarında
birçok savaşlar meydana gelir. Bu savaşların çoğunda Alp Er Tunga yenilir.
Nihayetinde savaşlardan sonra ordusu ve ülkesi dağılan Alp Er Tunga zayıflar ve
destan anlatımlarından birine göre dağlara çekilir. Fakat İranlılar peşini
bırakmaz ve Alp Er Tunga’yı yakalayarak öldürürler. Yiğitliği ve cömertliği ile
dillere destan olan Alp Er Tunga’nın ölümünden sonra söylenen birçok sagu
(ağıt) yakılır. Bu saguların en meşhuru “Alp Er Tunga öldi mü?” sagusudur. Bu
sagunun nakarat kısmı şöyledir:
Alp Er Tunga
öldi mü?
Isiz ajun kaldi mu?
Ödlek öçin aldi mu?
Emdi yürek yirtilur.
Türkçesi:
Alp Er Tuna
öldü mü
Kötü dünya kaldı mı
Felek öcünü aldı mı
Şimdi yürek yırtılır
Alp
Er Tunga’nın öldürülmesiyle Türkleri tarihten sileceklerini zannedenler gibi
Tanrı’yı da öldürdüklerini iddia edenler de dünyaya hâkim olacaklarını zannediyorlar.
Ama bin yıllar geçmesine rağmen Türkler hala yaşıyor. Burada şunu da
vurgulamakta fayda var, son dönemlerde Türklere karşı büyük bir sevgi yeniden
yükselmişken Türkiye’de ise kimi ideolojik cenahların Türk düşmanlığının faşist
bir hız kazandığını da vurgulayarak asıl konuya girelim.
“Mister
Sones ‘İnsan neden ibarettir?’ sorusuna yine kendisi cevap verir: “Bilim
adamlarının kısa bir süre önce yaptıkları hesaplamaya göre, günümüzde ortalama
bir İngiliz şunlardan oluşuyor: On galon su, yedi kalıp sabun yapabilecek kadar
yağ, dokuz bin kalem ucuna yetecek kadar kömür, orta büyüklükte bir çivi
yapabilecek kadar demir, küçük bir kümesi badana yapabilecek kadar kireç, çok
az miktarda magnezyum ve bir köpeği pirelerden kurtaracak kadar kükürt. İddiaya
girerim ki, bütün bu maddeleri pazardan, beş şiline satın alabilirsiniz. İşte
insanın fiyatı!” (Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak Romanından).
Bu
paragraf, özelde batının genelde tüm insanlığın insana, topluma ve evrene
bakışını özetlemektedir. Doğa bilimlerindeki gelişmelere bağlı olarak ortaya
çıkan pozitif ve Kartezyen düşünme biçimiyle doğa üzerindeki tahakkümün artması
ve maddenin ruhuna yapılan nüfuz, insanı doğa karşısında Tanrı konumuna çıkaran
bir düşünme biçimi inşa etti. Varlığın atom altı dünyasına yapılan Kuantumik
sıçrama, karşılaştığı mikro kozmik âlem karşısında mal bulmuş Mağribî edasıyla
öyle bir dünya inşa etti ki bu dünyada elde edilen niceliksel verilerle tekrar
döndüğü makro kozmik dünyayı cehenneme çevirdi. Bu cehennemde insan, doğa ve
Tanrı kendi payına düşeni –insan cihetinden- almış oldu. İnsan, doğa ve evren
artık sayısal olan, veriye dayalı bir nicelikten başka bir anlama tekabül
etmeyen bir konuma yerleştirildi. Varlık âlemi ontolojik statüsünden düşürüldü.
Buna genel anlamda “niceliğin egemenliği” şeklinde bir adlandırma yapıldı.
Artık hakikat “iki kere iki eşittir dört”ten gayrı bir anlama gelmeyen salt
matematiksel olandır. Pozitivist ve Kartezyen düşünme biçimi olarak salt
rasyonaliteyle bezenmiş olan bu düşünme biçiminde kutsal, gelenek, hakikat,
Tanrı, Tanrı’nın elçileri ve mesajı vb. olgular “iki kere iki eşittir dört”
gerçekliğine uymadığı için dışlandı. Felsefi ve teolojik alanda bu durum yine
post modern okuma biçimleriyle “Tanrı’nın geri çekilişi, Tanrı’nın ve varlığın göçü,
kutsalın sürgünü vb.” yaklaşımlarla tersinden okumaya tabi tutulunca, ölüm
denilen hakikat karşısındaki çaresizliğe anlam katan yegâne varoluş biçimi olan
bir Tanrı’ya/dine tutunma, ona iman etmeye dair arayışlar da yine aynı
paradigma içinde kaldıkları için bir çözüm üretmekten ziyade var olan sorunu
daha da karmaşık hale getirmiştir. Var olan hâkim dizgeler içinden ve onun
düşünme paradigmasına dayalı bir akılla öldürülen Tanrı’nın artık
diriltilemeyeceğine iman etmiş gibi görünen modern kapitalist birey için geriye
tek bir şey kalmaktadır: Öldürülen Tanrı’nın yasını tutmak. Bir ironi olarak Deizm
ve ateizm, öldürülen bir Tanrı’nın yasından başka ne olabilir ki?
Tüm
sapmış akletme biçimlerine karşı “Söz manaya kifayetsiz kalır. Onun için
Resulullah dedi ki “Allah'a varmış olanın dili tutulur.” Bu cihetle G.
Vattimo’ya göre “Tanrı ölmedi, etrafta dolaşıyor; çünkü biz hala gramere (dile)
inanıyoruz.” G. Agamben “Tanrı’nın ölmediğini, paraya çevrildiğini söylüyordu.”
Tanrı’nın ölümünün ilanı sadece Katolik Kilisesi için değil, gelinen noktada
tüm insanlık için bir yas/taziye durumuna doğru ilerlemektedir. Tanrı’nın
ölümüne inanmayanların yapacağı şey ise onun yasını tutanlara başsağlığı
dilemektir. Çünkü Tanrı dilin sınırlarında tecrübe edilemez. O ancak bizleri
ihata ettiğinde dile tecelli eder ve dile gelmeyen varlık olarak, dile gelme
durumunda “onun ne yaşadığı ne de öldüğü” iddia edilebilirdi. Bu agnostik tutum
da en nihayetinde bağrında bir yası taşır. Tanrı pozitivist, Kartezyen ve
niceliğin egemenliğine gömülen bir dilin ve düşünmenin, akletmenin sınırlarının
dışında tecelli eder. Ona safi bir iman ne sorudur ne de cevaptır ne de
niceliksel olandır. Tarih boyunca gönderdiği elçiler ve mesajlar kendi
varlığını ispatlama değildir. Çünkü Tanrı’nın var oluşu, kendi zatıyladır.
Kendisini, insan karşısında bir ispat makamı değildir. Ona iman belki de
O’nunla meczubane bir karşı karşıya gelişle mümkündür. İşte tam da burada söz
biter, mana ise zaman ve mekâna bağlı olmadan, bu varoluşun sınırlarını zorlamayla
kendisini açar. Ama dilin, maddi olanın, niceliksel bir terörizme bulanmışlığın
tam da merkezinde duran modern birey için mana salt maddi, test edilebilir,
deneye tabi tutulabilir olandır. Fakat maddeye varoluş kazandıran ilahi
dokunuş, maddi olmadığı için içerde hareket eden diyalektik çakışma, bireyde
bir gerilime neden olur. Maddi olandan kopamayan, bu evrenin sınırlarını aşmayı
göze alamayarak ilahi dokunuşun sorumluluk yüklemesinden kaçınan birey için
Tanrı’nın ölümü kaçınılmazdır. Çünkü Tanrı’nın varlığı, insanın kavrayışını en
üst referans olarak konsolide eder. Teologların dil sınırları içinde yaşatmaya
çalıştığı veya yaşadığını iddia ettikleri bir tanrı da “ölü” ön kabulünden
hareketle yapılmakta ve bilinçaltında onun ölümüyle malul olan bu akıl, onu
teoloğun teolojik çözümlemeleriyle diriltmeye çalışmaktadır. Oysaki teolog
“dile hapsedilmiş olan Tanrı’nın” gönderdiği kutsal metinleri yorumlayarak “Bak
işte Tanrı ölmedi ve hala yaşıyor! Ona inanabilirsin!” demektedir. Oysaki tanrı
metinde değildir; metin, Tanrı’nın mesajıdır. Ama postmodernitenin belirsizlik
dayatması, her şeyi göreceleştiren emperyalizmi, bilgi bombardımanı ve buna
bağlı enformatik cehaleti, hedonist modern molekülerlik, teologların seküler çözümlemelerini
de belirsizleştirmekte, güvenini sarsmaktadır. Dolayısıyla ortada Tanrı’nın
yaşadığını gösterecek bir merci kalmamaktadır. Tanrı’nın yaşadığına dair bir
merci mi olması gerekiyor? Onun varlığının kanıtlanması mı gerekiyor?
Kanıtlanabilirlik ile kanıtlanamazlık arasına sıkıştırılmış bir Tanrı, ne
vardır ne de yoktur. Hem yaşıyor hem ölüdür. İşte tam da burası, ona iman
edenler ile etmeyenler için ağıttır. Bu ağıtlar içinde iman eden ile etmeyen
arasında fark yoktur. İman edenler de etmeyenler de feryad-u figanlar dile
getirmektedirler. İman edenler kurtuluşu onun hükümranlığının olmayışında,
etmeyenler de onun hala etrafı işgal etmiş varlığına duyulan iman edenlerden
hareketle ağıtlar yakmaktadır.
İbn-i
Arabi açısından Allah, dilin sınırlarına sığdırılamaz. Çünkü dil, zaman ve mekânla
mukayyettir. İbn-i Arabi’ye göre “O, o bile değildir” (hüve la hüve). Hay olan
Cenab-ı Hak cihetinden âlem O’nun esmasının tecellisidir. Âlem esmanın
tecellisi ise bu esma Allah’a aittir ve biz adlandırılamaz olan olarak
Tanrı’ya, O kendisini nasıl isimlendirmişse O’na o isimlerle hitap etmek
zorundayız ve bu, O’na saygının gereğidir. Dolayısıyla Allah’ın varlığı bir
mümin açısından birinci derecede esmanın tecellisi olan varlık âlemi, ikinci
derecede vahiy olan Kur’an metni ve bu vahyi bize bildiren Emin Muhammed’dir
(as). Kapitalist modernitenin akletme kalıplarını aşacak bir akıl ve iman
inşası bunları derinden tefekkürle mümkündür. Müminin ağıdı yoktur, imanı ve
mücadelesi vardır. Safi bir imanla Allah’a yoldaştır, kuldur. Allah Hay ve
Kayyum olandır, Basar, Semi ve Mütekellimdir. O hala bizimle beraber, bizi
gören ve duyan, bizimle konuşmaya devam edendir. Varlığın diliyle ve ilahi
kitabındaki hitabıyla…
0 Yorumlar