Ticker

6/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

Tanrı Öldü Mü?


Alp Er Tunga Destanı İslam öncesi Türk-Pers/İran çatışmalarını konu edinir. Destan Saka Türkeri’ne aittir. Alp Er Tunga büyük bir komutan olup kaynaklarda Efresiyab olarak da geçmektedir. İran’ın hükümdarı olan Keykâvus ile oğlu Siyavuş ve komutanı Zaloğlu Rüstem’in aralarında anlaşmazlık çıkınca şehzade Siyavuş kaçarak Alp Er Tunga’ya sığınır. Alp er Tunga Siyavuş’a sahip çıkar, hatta onu Türklerden birinin kızıyla evlendirir. Siyavuş’un Bu evlilikten Keyhüsrev adında bir de oğlu olur. Tarihin garip cilvesine bakın ki Siyavuş’un oğlu Keyhüsrev, İranlılar tarafından kaçırılarak ülkeye kral yapılır. Keyhüsrev, meşhur Zaloğlu Rüstem ile anlaşarak Alp Er Tunga’nın üstüne yürür ve aralarında birçok savaşlar meydana gelir. Bu savaşların çoğunda Alp Er Tunga yenilir. Nihayetinde savaşlardan sonra ordusu ve ülkesi dağılan Alp Er Tunga zayıflar ve destan anlatımlarından birine göre dağlara çekilir. Fakat İranlılar peşini bırakmaz ve Alp Er Tunga’yı yakalayarak öldürürler. Yiğitliği ve cömertliği ile dillere destan olan Alp Er Tunga’nın ölümünden sonra söylenen birçok sagu (ağıt) yakılır. Bu saguların en meşhuru “Alp Er Tunga öldi mü?” sagusudur. Bu sagunun nakarat kısmı şöyledir:

Alp Er Tunga öldi mü?
Isiz ajun kaldi mu?
Ödlek öçin aldi mu?
Emdi yürek yirtilur.

Türkçesi:

Alp Er Tuna öldü mü
Kötü dünya kaldı mı
Felek öcünü aldı mı
Şimdi yürek yırtılır

Alp Er Tunga’nın öldürülmesiyle Türkleri tarihten sileceklerini zannedenler gibi Tanrı’yı da öldürdüklerini iddia edenler de dünyaya hâkim olacaklarını zannediyorlar. Ama bin yıllar geçmesine rağmen Türkler hala yaşıyor. Burada şunu da vurgulamakta fayda var, son dönemlerde Türklere karşı büyük bir sevgi yeniden yükselmişken Türkiye’de ise kimi ideolojik cenahların Türk düşmanlığının faşist bir hız kazandığını da vurgulayarak asıl konuya girelim.

“Mister Sones ‘İnsan neden ibarettir?’ sorusuna yine kendisi cevap verir: “Bilim adamlarının kısa bir süre önce yaptıkları hesaplamaya göre, günümüzde ortalama bir İngiliz şunlardan oluşuyor: On galon su, yedi kalıp sabun yapabilecek kadar yağ, dokuz bin kalem ucuna yetecek kadar kömür, orta büyüklükte bir çivi yapabilecek kadar demir, küçük bir kümesi badana yapabilecek kadar kireç, çok az miktarda magnezyum ve bir köpeği pirelerden kurtaracak kadar kükürt. İddiaya girerim ki, bütün bu maddeleri pazardan, beş şiline satın alabilirsiniz. İşte insanın fiyatı!” (Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak Romanından).

Bu paragraf, özelde batının genelde tüm insanlığın insana, topluma ve evrene bakışını özetlemektedir. Doğa bilimlerindeki gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkan pozitif ve Kartezyen düşünme biçimiyle doğa üzerindeki tahakkümün artması ve maddenin ruhuna yapılan nüfuz, insanı doğa karşısında Tanrı konumuna çıkaran bir düşünme biçimi inşa etti. Varlığın atom altı dünyasına yapılan Kuantumik sıçrama, karşılaştığı mikro kozmik âlem karşısında mal bulmuş Mağribî edasıyla öyle bir dünya inşa etti ki bu dünyada elde edilen niceliksel verilerle tekrar döndüğü makro kozmik dünyayı cehenneme çevirdi. Bu cehennemde insan, doğa ve Tanrı kendi payına düşeni –insan cihetinden- almış oldu. İnsan, doğa ve evren artık sayısal olan, veriye dayalı bir nicelikten başka bir anlama tekabül etmeyen bir konuma yerleştirildi. Varlık âlemi ontolojik statüsünden düşürüldü. Buna genel anlamda “niceliğin egemenliği” şeklinde bir adlandırma yapıldı. Artık hakikat “iki kere iki eşittir dört”ten gayrı bir anlama gelmeyen salt matematiksel olandır. Pozitivist ve Kartezyen düşünme biçimi olarak salt rasyonaliteyle bezenmiş olan bu düşünme biçiminde kutsal, gelenek, hakikat, Tanrı, Tanrı’nın elçileri ve mesajı vb. olgular “iki kere iki eşittir dört” gerçekliğine uymadığı için dışlandı. Felsefi ve teolojik alanda bu durum yine post modern okuma biçimleriyle “Tanrı’nın geri çekilişi, Tanrı’nın ve varlığın göçü, kutsalın sürgünü vb.” yaklaşımlarla tersinden okumaya tabi tutulunca, ölüm denilen hakikat karşısındaki çaresizliğe anlam katan yegâne varoluş biçimi olan bir Tanrı’ya/dine tutunma, ona iman etmeye dair arayışlar da yine aynı paradigma içinde kaldıkları için bir çözüm üretmekten ziyade var olan sorunu daha da karmaşık hale getirmiştir. Var olan hâkim dizgeler içinden ve onun düşünme paradigmasına dayalı bir akılla öldürülen Tanrı’nın artık diriltilemeyeceğine iman etmiş gibi görünen modern kapitalist birey için geriye tek bir şey kalmaktadır: Öldürülen Tanrı’nın yasını tutmak. Bir ironi olarak Deizm ve ateizm, öldürülen bir Tanrı’nın yasından başka ne olabilir ki?

Tüm sapmış akletme biçimlerine karşı “Söz manaya kifayetsiz kalır. Onun için Resulullah dedi ki “Allah'a varmış olanın dili tutulur.” Bu cihetle G. Vattimo’ya göre “Tanrı ölmedi, etrafta dolaşıyor; çünkü biz hala gramere (dile) inanıyoruz.” G. Agamben “Tanrı’nın ölmediğini, paraya çevrildiğini söylüyordu.” Tanrı’nın ölümünün ilanı sadece Katolik Kilisesi için değil, gelinen noktada tüm insanlık için bir yas/taziye durumuna doğru ilerlemektedir. Tanrı’nın ölümüne inanmayanların yapacağı şey ise onun yasını tutanlara başsağlığı dilemektir. Çünkü Tanrı dilin sınırlarında tecrübe edilemez. O ancak bizleri ihata ettiğinde dile tecelli eder ve dile gelmeyen varlık olarak, dile gelme durumunda “onun ne yaşadığı ne de öldüğü” iddia edilebilirdi. Bu agnostik tutum da en nihayetinde bağrında bir yası taşır. Tanrı pozitivist, Kartezyen ve niceliğin egemenliğine gömülen bir dilin ve düşünmenin, akletmenin sınırlarının dışında tecelli eder. Ona safi bir iman ne sorudur ne de cevaptır ne de niceliksel olandır. Tarih boyunca gönderdiği elçiler ve mesajlar kendi varlığını ispatlama değildir. Çünkü Tanrı’nın var oluşu, kendi zatıyladır. Kendisini, insan karşısında bir ispat makamı değildir. Ona iman belki de O’nunla meczubane bir karşı karşıya gelişle mümkündür. İşte tam da burada söz biter, mana ise zaman ve mekâna bağlı olmadan, bu varoluşun sınırlarını zorlamayla kendisini açar. Ama dilin, maddi olanın, niceliksel bir terörizme bulanmışlığın tam da merkezinde duran modern birey için mana salt maddi, test edilebilir, deneye tabi tutulabilir olandır. Fakat maddeye varoluş kazandıran ilahi dokunuş, maddi olmadığı için içerde hareket eden diyalektik çakışma, bireyde bir gerilime neden olur. Maddi olandan kopamayan, bu evrenin sınırlarını aşmayı göze alamayarak ilahi dokunuşun sorumluluk yüklemesinden kaçınan birey için Tanrı’nın ölümü kaçınılmazdır. Çünkü Tanrı’nın varlığı, insanın kavrayışını en üst referans olarak konsolide eder. Teologların dil sınırları içinde yaşatmaya çalıştığı veya yaşadığını iddia ettikleri bir tanrı da “ölü” ön kabulünden hareketle yapılmakta ve bilinçaltında onun ölümüyle malul olan bu akıl, onu teoloğun teolojik çözümlemeleriyle diriltmeye çalışmaktadır. Oysaki teolog “dile hapsedilmiş olan Tanrı’nın” gönderdiği kutsal metinleri yorumlayarak “Bak işte Tanrı ölmedi ve hala yaşıyor! Ona inanabilirsin!” demektedir. Oysaki tanrı metinde değildir; metin, Tanrı’nın mesajıdır. Ama postmodernitenin belirsizlik dayatması, her şeyi göreceleştiren emperyalizmi, bilgi bombardımanı ve buna bağlı enformatik cehaleti, hedonist modern molekülerlik, teologların seküler çözümlemelerini de belirsizleştirmekte, güvenini sarsmaktadır. Dolayısıyla ortada Tanrı’nın yaşadığını gösterecek bir merci kalmamaktadır. Tanrı’nın yaşadığına dair bir merci mi olması gerekiyor? Onun varlığının kanıtlanması mı gerekiyor? Kanıtlanabilirlik ile kanıtlanamazlık arasına sıkıştırılmış bir Tanrı, ne vardır ne de yoktur. Hem yaşıyor hem ölüdür. İşte tam da burası, ona iman edenler ile etmeyenler için ağıttır. Bu ağıtlar içinde iman eden ile etmeyen arasında fark yoktur. İman edenler de etmeyenler de feryad-u figanlar dile getirmektedirler. İman edenler kurtuluşu onun hükümranlığının olmayışında, etmeyenler de onun hala etrafı işgal etmiş varlığına duyulan iman edenlerden hareketle ağıtlar yakmaktadır.

İbn-i Arabi açısından Allah, dilin sınırlarına sığdırılamaz. Çünkü dil, zaman ve mekânla mukayyettir. İbn-i Arabi’ye göre “O, o bile değildir” (hüve la hüve). Hay olan Cenab-ı Hak cihetinden âlem O’nun esmasının tecellisidir. Âlem esmanın tecellisi ise bu esma Allah’a aittir ve biz adlandırılamaz olan olarak Tanrı’ya, O kendisini nasıl isimlendirmişse O’na o isimlerle hitap etmek zorundayız ve bu, O’na saygının gereğidir. Dolayısıyla Allah’ın varlığı bir mümin açısından birinci derecede esmanın tecellisi olan varlık âlemi, ikinci derecede vahiy olan Kur’an metni ve bu vahyi bize bildiren Emin Muhammed’dir (as). Kapitalist modernitenin akletme kalıplarını aşacak bir akıl ve iman inşası bunları derinden tefekkürle mümkündür. Müminin ağıdı yoktur, imanı ve mücadelesi vardır. Safi bir imanla Allah’a yoldaştır, kuldur. Allah Hay ve Kayyum olandır, Basar, Semi ve Mütekellimdir. O hala bizimle beraber, bizi gören ve duyan, bizimle konuşmaya devam edendir. Varlığın diliyle ve ilahi kitabındaki hitabıyla…


Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement