Din, hastaların; felsefe ise sağlıklı insanların tedavisiyle ilgilenir. Peygamberler hastaları, hastalıklarının artmaması; hatta onların bütünüyle iyileşmesi için tedavi ederler. Filozoflar ise herhangi bir hastalık bulaşmaması için sağlıklı insanların sağlığını korur.
İhvân-ı
Safâ hareketi felsefi-bilimsel bir hareket olarak Basra merkezli ortaya çıkan
bir harekettir. Bütün düşüncelerini yazdıkları 52 risale ve ek bir risaleden
meydana gelen külliyatta da bunların kimler oldukları belirtilmemiştir. Kendilerini
ve külliyatlarını “Bu, İhvân-ı Safâ ve Hullân-ı Vefâ Ehl-i Adl ve Ebnâ-i
Hamd’ın risâlelerinin Fihristidir. Onlar nefislerin olgunlaştırılması ve
ahlâkın düzeltilmesi hakkında 52+1 risâledir (1).” şeklinde tanıtırlar. Hem
kendilerini hem de çalışmaların gizli yürüten bu harekete mensup olanların
kimler olduğu konusunda bir hayli araştırmalar yapılmıştır. İslam kaynaklarında
bunların kimler olduklarını kanaatimce en iyi aktaran Şemsüddîn Şehrezûrî’dir (öl.
1288’den). Şehrezûrî "Nüzhetü’l-Ervâḥ" adlı
eserinde bunların Ebû Süleyman Muhammed b. Ma‘şer el-Büstî el-Mukaddesî,
Ebü’l-Hasan Ali b. Zehrûn er-Reyhânî ve Ebû Ahmed en-Nehrecûrî olduklarını
belirtir. İslam kaynaklarındaki diğer isimler ise Zeyd b. Rifâa, Ebü’l-Hasan
Ali b. Hârûn ez-Zencânî, Ebû Ahmed el-Mihricânî ve Avfî’dir (2).
İhvân-ı
Safâ risalelerinde felsefe, diğer Müslüman filozoflarda olduğu gibi “hikmet” olarak tanımlanmaktadır. İhvân-ı
Safâ’nın felsefe yaklaşımını diğer filozoflardan ayıran iki temel özellikle,
konuyu tanımladıkları yerlerde edebi bir dil kullanmaları ve somutlaştırmaya
başvurmalarıdır. Bu yönüyle İhvân-ı Safâ, gizli bir topluluk olmasaydı onların
felsefi anlayışlarının toplumsallaşması diğer filozoflardan daha öncelikli
olabilirdi. Belki de bu felsefi akımı bu meselede özgün yapan şey de gizli
olmaları olabilir. Bu her iki durum da tartılmaya değerdir.
İhvân-ı
Safâ, hemen birinci risalede –ki bu risale matematik ve sayılar risalesidir-
tüm bilimleri felsefe çatısı altında topladıklarını beyan ettikten sonra
felsefeyi şu şekilde tanımlarlar: Felsefenin başı ilimleri sevmek, ortası
insanın gücü ölçüsünde varlıkların hakikatlerini bilmek, sonu ise bu bilgiye
uygun söz ve fiillerdir. Felsefi ilimler dört çeşittir: Birincisi matematik
(riyaziyat), ikincisi mantık, üçüncüsü doğa bilimleri, dördüncüsü ise ilâhîyat
ilimleridir (3).
“Felsefenin
başı ilimleri sevmek” demek doğrudan "Philosophía" sözcüğüne bir
göndermedir ve bu ifade “bilgelik
sevgisi veya hikmet arayışı” olarak çevrilmektedir. Felsefe yapabilmenin
olmazsa olmazı bilgiyi sevmektir. Yani felsefe, hikmet açısından sevgiyi şart
koşar. Felsefenin en temelinde yer alan varlık soruşturması, varlığa sevgiyle
yaklaşmalıdır. Sevgisiz bir varlık soruşturması felsefe olmayı hak etmez. Çünkü
varlık, kendisine duyulan sevgi
ölçüsünde kendini filozofa açar. Filozof da gücü ölçüsünde onun
bilgisini öğrenmeye gayret eder. Bu karşılıklı durumda filozof ile varlık
arasında bir diyalog vardır. Sevgi merkezli düşünen bir filozof için varlık
salt bir nesne değildir. Filozofla varlık ilişkisi de bir özne-nesne ilişkisi
olmayıp, özne-özne ilişkisidir. Özne-özne ilişkisinden sonra filozofun elde
ettiği bilginin nihai amacı ise bu bilgiye göre söz ve eylem üretmektir yani
filozofun tüm çabası ahlaki bir yetkinlik kazanmaktır, varlık üzerindeki
felsefi-bilimsel soruşturmayla emperyal bir tutum sergilememektir. İşte İhvân-ı
Safâ, tam da bu noktada şahika bir üslup kullanarak bir davet çağrısı yaparlar:
Ey kardeş! Allah seni de bizi de kendi katından bir ruh ile desteklesin! Bil ki, ilim isteklileri, hikmeti tercih edenler, özgürlüğü seven ve kurtuluşu tercih edenler için bu risâleler, yemyeşil, meyveleri hoş ve lezzetli, güzel kokulu gülleri ve çiçekleri, yaş-kuru, tatlı-ekşi rengârenk meyveleri ve görüntüsü, şakıyan güzel sesli kuşlarıyla, gösterişli, altından ırmaklar akan ağaçları, ırmaklarında uyumlu renklerde sedefleri ve mücevherleriyle gönülleri ferahlatan, herkesin arzuladığı, güzel, görkemli, dikkat çekici... bir bahçesi olan hikmet sahibi, onurlu ve cömert bir bey gibidir. Bu bahçenin sahibi, karakterinin üstünlüğü ve cömertliğinden dolayı, hak eden herkesin, bahçesine girmesini, onurlu ve akıllı herkesin ondan yararlanmasını arzular. Bundan dolap, insanlara, “Gelin! Bu bahçeye girin! Arzu ettiğiniz meyvelerden yiyin! İstediğiniz kokulardan koklayın! Gönlünüzce eğlenip, istediğiniz yerde dolaşın! Sevinip neşelenin! Yiyip için! Her şeyden yararlanıp lezzetlenin! Güzel havasını teneffüs edip, güzel kokularından koklayın!” şeklinde seslenir. Fakat hiç kimse bu davete karşılık vermez, onu tasdik etmez, davetini önemsemez, ona iltifat etmez. Tasvirlerini umursamaz. Onun sözlerinden hoşlanmayıp, anlattıklarını garip bulur. (Bunun üzerine) bahçe sahibi hikmet ehli adam, bahçeden topladığı lezzetli meyveler, hoş kokular, devşirilmiş güller, seçilmiş çiçekler, parlak mücevherler, şakıyan kuşlar, tatlı içecekler, seçtiği güzel hediyelerle bahçenin kapısında durmaya karar verir. Oradan geçen herkese bunlardan arz edip, istek uyandırmaya çalışır. Onlardan tattırır, onları bunlarla selamlar. Güzel kokulu çiçeklerden onlara koklatır. Güzel nağmeler dinletir. Nihayet onlar da bunlardan tadıp koklar. Hoşlarına gider, neşelenirler ve memnun olurlar. Bundan çok etkilenirler. (Sonunda) bahçede bulunan her şeye sahip olabileceklerini anlarlar. Gönülleri onlara meyleder. Bahçeye girmeyi arzulayıp temenni ederler. Hatta onun için tedirgin olup endişelenir ve sabırsızlanırlar. Tam bu esnada bahçe sahibi onlara der ki, “Bahçeye girin, dilediğinizden yiyin, dilediğinizden koklayın, istediğinizi tercih edin, dilediğiniz gibi seyredin, dilediğiniz yerde gezin, dilediğiniz gibi dolaşın, istediğiniz şekilde lezzetlenin, yararlanın, güzel kokular sürün, buradaki güzel havayı teneffüs edin” (4).
İhvân-ı
Safâ’nın felsefe/hikmet çağrısından sonra felsefe anlayışını açıklayan en
muhteşem kavrayış ise şudur: “Din, hastaların; felsefe ise sağlıklı insanların
tedavisiyle ilgilenir. Peygamberler hastaları, hastalıklarının artmaması, hatta
onların bütünüyle iyileşmesi için tedavi ederler. Filozoflar ise herhangi bir
hastalık bulaşmaması için, sağlıklı insanların sağlığını korur.”
Bu
kavrayışın epistemolojik, teolojik, sosyolojik ve ontolojik birçok çıktısı
vardır. Burada sadece önemli gördüklerimizi ifade etmeyle yetineceğiz.
Peygamberin
bilgi kaynağı ile felsefenin bilgi kaynağı farklıdır. Peygamber varlık ve akıl
üstü bir referanstan bilgi alırken, filozof ise varlık ve akıldan bilgi alır.
Hakikate varlık, asli kaynağından koptuğu için kevn ve fesad (oluş-bozuluş)
halindedir. Kevn hali varlık oluş iken, fesad hali öze/asli kaynağa dönüş
yolculuğudur. Mutlak olandan kopan varlık, her halükârda eksiklikle maluldür ve
eksik olan “hastalıklıdır”. Bu yönüyle peygamber, insana; onun asli kaynağına
dair bilgiyi getirir. İnsan ancak asıl kaynağına ait olanla iyileşebilir,
kemale erebilir. Bu bilgi ilahi bir kaynaktan gelen ve insanı kendine ve
Yaratıcısına davet eden (men arefe sırrı) bir bilgidir. Bu bilgiden mahrum olan
insanlar asla iyileşmeyecek ve hastalıkları günbegün artacaktır. En temelde
insan, var oluş sancısının bilincinde olan bir varlıktır ve bu sancıyı
dindirecek tek bilgi ise ilahi bilgidir. Böylece peygamber, var oluşsal sancının
daha da derinleşmesini engelleyerek insanı var oluşa rıza göstermeye davet
ederek hastalığının artmamasını engeller. Peygamberin davetini kabul eden insan
tamamen iyileşme sürecine girerek kendisiyle, varlıkla barış ve huzur içinde
bir ömür sürer. Peygamberin getirdiği bilgi hem aklı hem kalbi iyileştirirken
filozofun bilgisi aklı iyileştirir. Aklı iyileşen insan ise dış saldırılara
karşı korunaklı hale gelir. Peygamberin sunduğu ilahi bilgiyi zamana ve
şartlara göre yorumlayarak insanın sağlığını bu yönüyle koruyan filozoflardır.
Elbette ki bugün için felsefeyi ahlaktan ve kutsaldan arındıran bir felsefeyi
kast etmiyoruz burada. Buradaki felsefi kavrayış “ezeli hikmeti” yani kadim
insanlık ortak vicdanını ve bu vicdanın teori ile pratiği birleştirdiği ve felsefeyi
aynı zamanda ahlaki bir yetkinlik olarak ele alan bir kavrayışı kast ediyoruz.
Bugünkü modern ya da post modern felsefi anlayışların gemisi çoktandır
batmıştır. İhvân-ı Safâ’nın din ile felsefe arasındaki bu yaklaşımı daha sonra
İbn-i Rüşd tarafından “din ve felsefe aynı memeden süt emen ikiz kardeşler”
olarak tanımlanacaktır.
İhvân-ı
Safâ’nın felsefi etkinliği ve bu etkinliğin toplumsallaştırma yöntemi ise yine
dillere destan olacak olan şu didaktik felsefi öyküdedir:
Bil ki,
anlatıldığına göre geçmiş zamanda bilgeler arasında tıp dostu bir adam vardı.
Şehirlerden birine girdi; halkta sebebini bilmedikleri ve hastalık olduğunu
anlamadıkları gizli bir hastalığın olduğunu gördü. Bu bilge, onları bu
hastalıktan uzaklaştırarak nasıl tedavi edeceğini ve müptela oldukları bu
hastalıktan onları nasıl şifaya kavuşturacağını düşündü. Onlara maruz
kaldıkları durumu haber verdiği takdirde sözünü dinlemeyeceklerini, öğüdünü
kabul etmeyeceklerini, bilakis belki de kendisini düşmanlıkla suçlayacaklarını,
görüşünü çürütmeye çalışacaklarını, edeplerini hafife alacaklarını ve ilmini
ayağa düşüreceklerini anladı. Türünün fertlerine duyduğu aşırı şefkat,
merhamet, sevgi ve Aziz ve Celil olan Allah'ın rızasını gözeterek
iyileşmelerini istemesi sebebiyle onlarla ilgili bir çözüm yolu üretti: Bu
şehir halkından hastalığa yakalanmış faziletli bir adam talep etti. Ona tedavi
için hazırladığı ve iyileştirmek için dumanını içine çektirdiği şuruplardan
birini verdi. Adam hastalığı nedeniyle hapşırdı ve vücudunda hafiflik,
duyularında rahatlık, bedeninde sağlık ve ruhunda güç hissetti. Ona teşekkür ve
hayır dua etti, dedi ki: "Beni tedavi etmek için yaptıklarına karşılık
olarak giderebileceğim bir ihtiyacın var mı?" Dedi ki: "Evet, kardeşlerinden
birini tedavi edebilmem için bana yardım et!" "Baş üstüne!"
dedi. Bu konuda anlaştılar ve tedavi için iyileşmeye en yakın olduğunu
gördükleri başka bir adamın yanına girdiler. Onu arkadaşlarından ayrı bir yere
aldılar ve bu ilaçla iyileştirdiler. O da hastalığından kurtuldu. Aldığı ilacın
etkisinden kurtulunca onlar için hayır dua etti, onları tebrik etti ve şöyle
dedi: "Bana yaptığınız iyiliğe karşılık giderebileceğim bir ihtiyacınız
var mı?" Onlar şöyle dediler: "Kardeşlerinden birini iyileştirme
konusunda bize yardım et!" "Baş üstüne!" dedi. Bu konuda
anlaştılar ve başka bir adamla görüştüler; onu ilk adam gibi tedavi ettiler ve
iyileştirdiler. Sağlığına kavuştu ve onlara ilk iki kişinin dediklerini dedi.
Onlar da ona, ilk kişiye dedikleri gibi dediler.
Sonra
şehirde herkesi tek tek tedavi etmek için gizlice dağıldılar. Sonunda birçok
insanı iyileştirdiler. Yardımcıları, dostları ve tanıdıkları arttı. Sonra
insanların huzuruna çıktılar, onları tedavi ile keşfettiler ve onlar üzerinde
iyileştirme yoluyla üstünlük kurdular. İnsanlarla tek tek görüşüyorlardı.
Bunlardan bir kısmı ellerinden, bir kısmı ayaklarından tutuyor, diğerleri de
ona zorla ilaç çektiriyor ve içiriyorlardı. Sonunda bütün şehir halkını
iyileştirdiler (5).
Dipnotlar
(1) İhvân-ı
Safâ, İhvân-ı Safâ Risaleleri, Ayrıntı Yayınları, İst. 2012, Cilt 1, sf. 28.
(2) Şemsüddîn
Şehrezûrî, Nüzhetü’l-Ervâḥ, Türkiye
Yazma Eserler Kurumu, İst. 2015, sf. 684
(3) İhvân-ı
Safâ, Cilt 1, sf. 33.
(4) İhvân-ı
Safâ, Cilt 1, sf. 29.
(5) İhvân-ı Safâ, Cilt 4, sf. 19-20
0 Yorumlar