Ticker

6/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

Teke Tek Bilim Değil Teke Tek Manipülasyon!/Gürgün Karaman

 



Teke Tek Bilim Değil Teke Tek Manipülasyon!

 

Eleştiri, düşüncenin tarağıdır. (Ahmet Cevdet Paşa)

                                   

Kendi tarihinden ve medeniyetinden  utandırılmış "Bu Ülke"nin çocuklarına... Onlar için...

Fatih Altaylı'nın Teke Tek Bilim youtube kanalındaki bir programda (İnsan Beyninin Sınırları/26.05.2024) Türker Kılıç gibi bir bilim insanının dahi kendi coğrafyasına ne kadar yabancı olduğunu, doğuya sadece ismen atıfta bulunup batıyı göklere çıkardığını izlemek esef verici bir durumdur. Programda Batı’nın sunak taşında doğuyu kurban etmek Türk aydınının tarihsel-kültürel şizofrenisi olsa gerek. Tabi buradaki "doğu" İslam ve Müslümanlardır. Daryush Shayegan'ın "kültürel şizofreni" dediği durum burada da işliyor. Burada sadece "kültürel bir şizofreni" değil aynı zamanda "tarihsel, felsefi ve bilimsel bir şizofreni" de işliyor. 

Öncelikle Sayın Türker Kılıç’ın Batı felsefe-bilim tarihinden yaptığı aktarımları bir wikipedia veya internet arama motorlarına yazarak da elde edebilirsiniz. Sayın Türker Kılıç’ı burada cazip hale getiren şey, onun nöro bilim alanındaki bilgiyi felsefi bir düzleme taşımasından kaynaklanıyor. Elbette ki bu yaklaşım takdire şayandır. Fakat burada sorulması gereken temel soru “Kendinize ait özgün bir felsefi, bilimsel ya da bilim felsefesi sistemi var mı?” Eğer yoksa –ki bu programda yok- Batı felsefe ve bilim felsefesinin tarihsel verisini ve biyografisini aktarmak ve bu aktarımı yaparken Doğu’yu yani İslam ve Müslüman Medeniyetini bu veri ve biyografi ile mahkûm etmek bilim ahlakıyla örtüşür mü? Zaten bu çağda bu “veri ve biyografilere” ulaşmak sadece bir internet taraması ile elinizin altında olmaktadır. O halde bu tarz programlarda neden daima İslam Medeniyeti (doğu) mahkûm edilmektedir? Ve bu mahkûm etmenin arka planında yatan politik-psikolojik motivasyon nedir?

Sayın Türker Kılıç’ın kendi uzmanlık alanındaki bilgiyi hem bilimsel hem de bu bilgiyi bir bilim felsefesi örgüsü içinde aktarması saygıyı ve takdiri hak ediyor. Lakin burada mesele “felsefenin ve bilimin sosyolojisi”nden önce, “felsefenin ve bilimin coğrafyası”na ve ait olduğu medeniyete geldiğinde buram buram ideolojik bir koku yayılmaya başlıyor ekrandan etrafa. Bu ideolojik kokuya maruz kalanlar da bu manipüle edici kokuyu hakikat zannediyor. Ama zan, hakikati temsil etme yetenek ve yeterliliğine sahip olmadığı için hakikatten bir pay taşımaz ve bir gerçeklik kümesi inşa edemez. Sadece konjoktürel ve ideolojik egoyu tatmin eder. Tabi, burada programın tamamını tahlile tabi tutmak mümkün değil, çünkü 1 saat 42 dakikalık program bu makalenin sınırlarında değildir. Sadece can alıcı bazı vurguları bu makalenin sınırlarında tutup eleştirel düzlemdeki manipülasyonun ne olduğuna dair tespitimizi dile getireceğiz. Programdaki en önemli bir başka noktayı da bu makalenin sonunda ifade edeceğiz.

Programın hem bilimsel/ilmi hem felsefi açıdan en can alıcı noktası, programın 28. dakikasından itibaren Sayın Türker Kılıç’ın “Hepimiz Newton, Descartes ve Bacon’ın [deterministik (bu parantez içi ifade bize ait)] çocuklarıyız.” vurgusudur. Sayın Kılıç, yeni bilimin “bağlantısallığı” keşfettiğini ve varlığın “lineer ve deterministik” (katı bir sebep-sonuç ilişkisi) bir ilişkiye dayanmadığını, tam taksine varlığın “bağlantısal” yani “dairesel/döngüsel” bir ilişkiye ve bu ilişkideki “bağlantısallığın” matematiksel modellere sahip olduğunu vurgulayarak modern felsefe ve bu felsefelerden beslenen ideolojileri de bilimciliği de yerle yeksan ediyor. Yine burada bilimin bu bağlantısallıktaki matematiksel modellemelerin varlıktaki “amaçsallığı” da açıklayamadığını (arı kovanındaki kovanın amaçsallığı örneğini vererek) dikkatleri buraya çekiyor. “Bilim ‘Yaşam nedir?’ sorusuna yanıt veremiyor.” diyerek adeta “bilimcilik” putunun boynuna baltayı indiriyor. Ama Fatih Altaylı’nın bunu kavradığını sanmıyorum ki kendisi de Sayın Türker Kılıç’a “Beynime şişler sokup çıkarıyorsunuz!” diyerek bunu itiraf ediyor.

Programın 45.40 dakikasından itibaren Spinoza meselesi devreye giriyor. Sayın Kılıç, aynı dönemde yaşayan bazı insanların birbirlerini nasıl “yarattıklarını, etkilediklerini” ifade ettikten sonra “Mevlana, İbn-i Arabi ve Sadreddin Konevi”ye atıfta bulunarak Spinoza biyografisine bir giriş yapıyor. Spinoza’nın doğduğu muhitin genel bir panoramasını sunuyor. Bu panoramada, aynı dönemin insanları olan “Descartes, Newton, Huygens, Leibniz, Rembrandt vb.” birçok isim daha yer alıyor ve bu insanların birbirlerini nasıl yarattıklarını vurguluyor. Bu insanların ele aldığı temel konu ise ışık. Descartes, Amsterdam’da C. Huygens kardeşlere Kartezyen matematik üzerine dersleri veriyor ve daha sonra Spinoza da bu derslere katılıyor. (Bizim açımızdan mesele tam da burada bir bilim insanı için kritik ve ideolojik bir hal alıyor.) Sayın Kılıç, Spinoza’nın, ders aldığı Descartes’i eleştiren bir kitap yazdığını belirtir belirtmez Fatih Altaylı hemen devreye girerek “Batı medeniyetini medeniyet yapan bu zaten. Doğuda böyle bir şey yapılamaz çünkü.” diyor ve Sayın Türker Kılıç da F. Altaylı’nın bu tuzağına düşerek onu onaylıyor.

Burada dürüst olmayan tutuma kendi programlarından iki örnek vereceğiz: Birincisi -Sayın Türker Kılıç anlatıyor- Robert Hooke, hücreyi tanımlayan ilk kişi olarak bilim tarihine geçecek kadar önemli bir pozisyonda yer alıyor. Fakat dönemin karizmatik bilim insanı olan Newton, R. Hooke’tan hiç hazzetmiyor. Ve birlikte çalıştıkları bir ortamda olsa gerek, ortamdaki şöminenin üst tarafında yer alan ve R. Hooke’ün tek resmi olan tabloyu dahi yakıyor. Ama ne Altaylı ne de T. Kılıç bunu bir bağnazlık/gericilik/yobazlık olarak tanımlamıyor. Fakat iş Doğu/İslam Medeniyeti olduğunda hemen “dogmatik, gerici, bağnaz” damgası vurulabiliyor (Tabi Türker Kılıç da Fatih Altaylı da asla bu ifadeleri kullanmadılar. Ama programda iki defa doğuyu mahkûm etmenin ne anlam ifade ettiğini de okuyucunun takdirine bırakıyorum). İkinci örnek ise Amsterdam’ın iki yöneticisi ve bu bilim insanlarına büyük destek sağlayan David kardeşler, siyasi çekişmeler sonucunda vahşice öldürülüyor, cesetleri parçalanarak ateşte pişiriliyor. Yine ne Sayın Kılıç ne de F. Altaylı bu duruma herhangi bir damga vurmuyor. Mesele batı olunca bunun adı “siyasi rekabet”, doğu olunca “vahşet” oluyor!

Programda Türker Kılıç,  batıyı anlatırken Fatih Altaylı da keyfine keyif katıyor. Türker Kılıç,  Spinoza'nın biyografisini kendi biyografisinden daha iyi biliyor gibi! Batı bilim ve düşünce geleneği üzerine kısa bir turdan sonra mesele Spinoza'ya ve onun Tanrı'sına geliyor. Onlar için Spinoza bir peygamber. Çünkü Spinoza onların beklentilerine uygun bir "Tanrı tasarımı" sunuyor.  Zaten Türkiye’deki sözde felsefeci ve bilim insanlarını cezbeden de bu tasarım. Bu Tanrı, tasarımsal olduğu için tam da ilkel egoyu tatmin ediyor. Spinoza'nın Tanrı'sı, cazibesini aklın ürünü olmaklığından alıyor. Akıl ve egonun kendi üretimi olan bir "tasarımsal tanrı" egemenlik alanı tesis ediyor akıl için. Bu açıdan Spinoza'nın tanrısı,  aklın "Bir Tanrı olacaksa onu da ben yaratırım!" kabilinden bir kibirle karşımıza çıkıyor (Bu mevzu başka bir bahis konusu.) Asıl konuya dönecek olursak T. Kılıç, Spinoza'nın yirmi iki yaşında iken modern felsefenin başlangıcı kabul edilen Descartes'in, Spinoza tarafından bir kitap yazılarak eleştirildiğini ve bu bağlamda batıda eleştirel düşüncenin ne kadar takdire şayan olduğunu yine ağzından Batı, pardon bal akarak anlatıyor. Programın 40. dakikasından itibaren başlayan bu sohbette Fatih Altaylı'nın eline tam da istediği fırsat geçmiş oluyor.  Zaten pusuda bekleyen kurt gibi avını parçalamak onun en büyük hüneri. Türker Kılıç, Spinoza'nın yirmi iki yaşındayken karizmanın zirvesinde olan Descartes'i eleştiren bir kitap yazdığını ifade edince F. Altaylı avına hızlı bir hamle yapıp "Doğuda böyle bir şey yok." diyor ve Türker Kılıç da onu kesin bir şekilde onaylıyor. 

Tabi Teke Tek Manipülasyon devam ediyor yer yer.  Ama bu manipülasyonların hepsine burada girmeyeceğim. Sadece yukarıda aktardığım manipülasyonu deşifre edeceğim.  Gerek özelde bu programda olsun, gerek geniş çerçevede olsun, gerekse Türkiye’deki diğer medya yayınlarında olsun Ahmet Arslan, D. Cündioğlu,  Mustafa Öztürk,  Hasan Aydın, Sadık Usta vb. simalar ve bunlara karizma kazandıran popüler medya kanalları bu isimlere geniş alanlar açarak onlara belli bir karizma ve popülerlik bahşetmektedir. Bu isimlerin revaçta olmasının birçok parametresi olmakla birlikte en temelde cereyan eden üç durum var: Birincisi, Türkiye toplumu reddi miras üzerine kendisini var eden yüz yıllık modern dönemiyle geçmişine silgi çeken ve bu anlamda sürülmeye müsait bir tarladır. İkincisi ise bu ülkenin çocukları kendi geçmişlerinden ağır derecede utandırılmıştır. Üçüncüsü ise bu utanç, onlarda ağır bir aşağılık kompleksine sebep olurken onları bu avcıların pençesine düşürmektedir. 

Deşifreye (ki deşifre hakikatin bulanıklaştırılmasına karşı hakikatin yani tarihsel veya güncel bir olay veya olgunun berraklaştırılmasıdır) dönecek olursak Türker Kılıç'ın Descartes-Sipnoza anlatısı üzerinden doğu düşünce geleneği -ki buradaki doğudan kasıt İslam ve Müslümanlardır- gerçekten eleştirel ahlaktan/karakterden yoksun ve bu yoksunluktan dolayı da dogmatik, despot, gerici ve yobaz mıdır? Türker Kılıç'ın anlatısını pusuda bekleyen kurdun atlaması ve Türker Kılıç'ın da buna "acil" onay vermesi doğunun bu saydığımız özelliklerle hastalıklı olduğunu ve nihayetinde bu hastalığın müsebbibinin de İslam ve İslam medeniyeti olduğunu imlemektedir. Peki hakikat bu mudur? Kendi medeniyetinden, tarihinden ve bu tarihin mirasından utandırılmış olan bu ülkenin çocukları için hakikat budur! Ama bu hakikat "bilimcilik, karizma, akademik unvan, medya ve popüler" olanın saptırmasından başka bir anlam ifade etmez. Gerçekten ehl-ilim ve dürüst bilim insanları için bu iddianın hiçbir geçerliliği yoktur. Şimdi bu geçerliliğin olmadığını kısaca serimleyelim ve sonda söyleyeceğimiz hakikati burada baştan belirtelim: Doğunun, düşünce gelenekleri açısından, sistematik eleştirel düşünce geleneği ve sistematik eleştirel düşünce ahlakı Teke Teke Manipülasyon’a (!) da Batı’ya da bir milyon gömlek fazla gelir. Bunu test etmek için sadece İslam/Müslüman düşünce geleneklerine kısa bir tur atmak yeterli ve yol gösterici olacaktır: İslam Düşünce Gelenekleri olan bilim, felsefe, kelam, mantık, fıkıh ve irfanda (tasavvuf) bu sistematik eleştirel düşünce o kadar kök salmıştır ki deyim yerindeyse bugün için bile boyumuzun ölçüsünü alır. 

Bu iddiamıza, İslam/Müslüman düşünce tarihinden birkaç maksimum örnek vereceğiz. Erbabının malumudur,  Gazali-İbni Rüşd çekişmesi meşhurdur İslam düşünce tarihinde. Gazali'nin bilim-felsefe eleştirisi olan "Tehafütü'l Felasife" adlı eseri (Felsefenin Tutarsızlığı) kelimenin gerçek anlamıyla sistematik bir eleştiri eseridir. Aynı şekilde İbn-i Rüşd'ün de Gazali'ye karşı yazdığı Tehafüt et-Tehafüt de (Tutarsızlıĝın Tutarsızlıĝı)  aynı kaliteye sahiptir. Gazali-İbni Rüşd arasındaki bu tartışma güçlü bir gelenek oluşturup bugüne kadar devam etmektedir. Gazali sonrası "muteahirun dönem" şeklinde adlandırılan dönemin zirvesindeki sayısız yıldızdan biri olan Fahreddin Razi'nin, Şeyh'ür Reis Ebu Ali İbn-i Sina'nın temel felsefe eseri olan İşarat'a yazdığı "Şerhu'l İşarat" da bu sistematik eleştiri geleneğimizin bir diğer maksimum örneğini teşkil eder. Öyle ki üstad İbrahim Dinani, F. Razi'nin bu şerhine "Cerhu'l İşarat" der. Yani Razi, bu eleştiri eserinde, eleştirinin çıtasını o kadar yükseltir ki eser "şerh" (eleştirel yorum) olmaktan çıkar "cerh" ?(yaralayan eleştirel yorum) olur! Bir diğer maksimum örneğimiz ise Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethinden sonra imparatorluğun paradigmasını belirlemek için yaptırdığı çalışmadır. Fatih,  İbn-i Rüşdçü olan Alaaddin Tusi ile Gazalici olan Muslihiddin Hocazade'ye "Tehafüt" yazmaları görevini verir. İki düşünür de kendi tezlerini savunup karşı tezi eleştiriye tabi tutarak altı ay sonunda bu tezlerini Fatih'e sunarlar. Fatih Sultan Mehmet, görevin sonunda iki düşünürü de ödüllendirir ve Gazalici tezi savunan Muslihiddin Hocazade'yi galip kabul eder.  Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Davud-u Kayser-i'den tutun Kutbüttin Şîrâzî'ye, Molla Abdurrahman Cami'ye, Molla Sadra'ya ve günümüze varıncaya kadar sayısız örnekler mevcuttur. 

Makalenin başında önemli bir noktayı daha vurgulayacağımızı belirtmiştik. O da “bütün-parça, parça-bütün” ilişkisi üzerinden Sayın Türker Kılıç’ın “Özgür irade yoktur ama biz irademizin özgürlüğünü arttırabilme kapasitesine sahibiz.” mealindeki analizidir (1:26:30). Bu bağlamda Sayın Kılıç, Spinoza’dan şu örneği verir “Bir üçgen için geometri ne ise, bir insan için de evren odur.” Yani parça bütün ilişkisini ifade eden bir mantık yürütme argümanı, benzetme. Oysaki bu benzetme argümanında mantık bilimi açısından temel bir hata var: O da birbirleriyle hiçbir benzerliği olmayan iki şey arasında benzerlik kurmak mantıkta tutarlı değildir ve felsefi açıdan hiçbir geçerliliği yoktur. Sadece benzetme sanatı yapılmıştır, yani bu ifade felsefe bağlamında geçersizdir. Sayın Kılıç, Spinoza’dan ikinci bir örnek daha veriyor  “Bir taşı havaya attığınız zaman yere düştüğünde o taş, düşmenin kendi seçimi olduğunu zanneder.” Sayın Kılıç eğer Batı bilim-felsefe geleneklerine hâkim olduğu kadar kendi coğrafyasının bilim-felsefe geleneklerine de hâkim olsaydı aslında Spinoza’ya ders verecek düzeyde olan Sühreverdi’yi de görürdü. Peki, Spinoza ve muhitinin tartıştığı bu konuları Sühreverdi ve muhiti (1155-1191) onlardan beş yüz yıl önce bunları tartışıyordu desek! O zaman da bu iddiamıza sadece Sühreverdi üzerinden burada sadece birkaç örnek verelim:


Varlığın tamamı nurdur/ışıktır. (Sühreverdi’nin felsefe-bilim sisteminde “nur” hem duyuların konusu olan nurdur. Hem de duyuların konusu olmayan nurdur. Duyuların konusu olmayan nur, varlığın bir bilgi akışıdır ve mutlak soyuttur. Varlık, nurun yani salt bilgi ve bu bilginin farklı düzeylerdeki akışı sonucundaki çökelmiş somut gerçekliğidir. (Işık konusu)

Işık, gerekli deneysel koşullar oluşturulduğunda çökeltilerek maddeye dönüştürülebilir. (Işık konusu)

3.    Varlık evreninin tamamı ağsı/desenik bir yapıda birbirine bağlıdır. (Bağlantısallık)

4.    Bir taşın aşağı doğru olan hareketi, sırf tabiatı sebebiyle değildir. (Bağlantısallık)

5.    Su akar, yatak ona meyleder. (Bağlantısallık)

Sühreverdi’nin “ışık konusu” sadece bir “konu” değil aynı zamanda bir bilim ve bilim felsefesi ve bir felsefi sistemdir. Ama mesele Spinoza’da sadece bir “konu”dur. Sühreverdi “İşrak Felsefesi”nde mantık, kimya, fizik, metafizik vb. birçok bilim dalıyla bu sistemi geniş bir bilim-düşünce yelpazesinde inşa eder. Geniş bilgi için Sühreverdi'nin Hikmetü'l İşrak eserine başvurabilirsiniz.

Son olarak programın 1:29:05’teki anlatısından itibaren Fatih Altaylı’nın hedefinde yine “doğu” vardır. Sayın Türker Kılıç gelişmeler hakkında konuşurken her zaman olduğu gibi pusuda bekleyen Fatih Altaylı araya girip “Aslında Doğu Medeniyeti ile Batı Medeniyeti’ni ayıran bu.” derken Sayın Kılıç da “Tabi, haklısınız.” diyerek yine onu onaylıyor. Bu durum bilimsel ve akademik kariyeri ne olursa olsun Türk aydının kendi tarihsel mirasından ne kadar uzak olduğunun maksimum bir göstergesidir. Mesele bilim olunca da bilimsel objektiflik, bilim etiği ve ahlakı da bunu gerektirir. Ama mevzubahis “doğu” olunca tüm bilimsel etik kurallar bir kenara bırakılır. Tek kelimeyle hala payımıza “la havle” çekmek düşüyor ve korkarım bu durum kısa ve orta vadede aynı minvalde devam edecektir.

Kısaca İslam/Müslüman düşünce gelenekleri olan bilim, felsefe, mantık, kelam, fıkıh,  tasavvuf gibi disiplinlerin tamamında bugünkü eleştirel düşüncenin dahi ulaşamadığı sistematik bir eleştirel düşünce ve bunun ahlakı vardır. Bunun dillere destan örnekleri de "şerh, haşiye, tâlikat" gelenekleridir. Yeter ki özelde bu ülkenin insanı ve genelde Müslüman toplumların bu geleneklerle buluşması için gerekli alanlar açılsın. Buradaki temel handikaplar, İslam/Müslüman düşünce geleneklerindeki "eleştirel düşünce" geleneğinin olmayışı değildir. Hakikat şudur: Farklı motivasyonlarla hareket ederek "reddi mirasta" bulunan ve batıdan borç aldıkları demirden faşist Aydınlanma Felsefesini ve bunun bilimsel söylemini "bilimcilik/felsefecilik" yaparak göklere çıkarıp bu felsefeyi eleştirel bir elemeye tabi tutamayanların acziyeti ve bu acziyetin sonucunda ortaya çıkan "kendi geçmişinden bi-haber, kendi geçmişlerinden utanma, aşağılık ve yetersizlik kompleksi, mağlubun galib olanı taklidi, tarihsel ve kültürel şizofreni" ve en nihayetinde "karakter ve kimlik bunalımı"dır. Bu kimlik aslında ne doğuludur- çünkü doğuya yabancılaşmış ve doğuyu bilmemektedir-;  ne de Batılıdır -batıyı eleştirecek kalibreye ve kaliteye de sahip olmadığı için taklitçidir-. Ve güneş aheste aheste batıp başka diyarlarda doğup gün aydınlandığında bu tutum sahipleri için geriye kalan tarihi utançtan başka bir şey olmayacaktır.  Başka diyarlara bahar gelip de gülistanda çiçekler açarken bunların payına geriye kalacak tek şey ise atalarından kalan gülistanı tarumar etmenin acı tadı olacaktır. Bunların payına düşen tek şey medyatik, akademik, popüler olanın vermiş olduğu karizmanın şehveti, bizim payımıza düşen şey ise geçmişimizle gurur duymak ve bunu çağa taşıyacak cehdimiz ve şükrümüzün ifası olacaktır. 

"Su akar, yatak ona meyleder."


Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement