Esat Arslan |
I. A
Spinoza’nın
Ethica’sının benim gözlerimle görülmüş özeti bu. Bu özeti sadece Spinoza’yı
tanıtmak için vermedim. Dediğim gibi bu makalede derdim sonsuz sayıda mükemmel
sıfata sahip bir Mutlak Benlik olarak Tanrı kabul edilmediği sürece Spinoza’nın
Ethica’sı kavranamaz olduğunu söylemek. Yani bir materyalist ve tanrıtanımaz
olarak Spinoza’dan parça parça şeyler öğrenebilirsiniz, fakat Mutlak Benlik olarak
Tanrı’yı kabul etmediğiniz sürece Spinoza’yı anlayamazsınız ve Spinoza’nın
varisi ünvanı almayı hak edemezsiniz, adınız Deleuze ve Negri bile olsa. Yani
Kant gibi Spinoza da tanrıtanımazlığın, agnostisizmin ve materyalizmin
soykütüğüne kaydedilemez. Spinoza hakiki dindarlığın tarihine yazılması gereken
bir düşünürdür.
Şimdi
tartışmama geçebilirim.
Spinoza insanbiçimli bir tanrıya inanmıyordu. Yani Tevrat’ın öğrettiği gibi öfkelenen, pişmanlık duyan, bir kavmi seçip ona iltimas geçen vs insanbiçimli bir tanrıya… Fakat bu onun tanrıtanımaz olmasından ya da Tözü ve Natura Naturans’ı ruhsuz, bilinçsiz hissiz bir nesne olarak kavramasından dolayı değildi. Onun insanbiçimli bir tanrıya inanmamasının sebebi, onun insan üstü bir Mutlak Benliğe inanmasından dolayıydı. İzah edeyim.
Ethica’da Tanrı’yı tanırken kullanılan bazı anahtar ibareler var. Birincisi kendimizdeki sınırlı beden yoluyla Tanrı’nın bir sıfatının Sonsuz Mekan olduğunu ve bizim bedenimizin Bu Sonsuz Mekan’ın bir tecellisi olduğunu biliriz. İkincisi kendimizdeki sınırlı düşünce yoluyla Tanrı’nın Sonsuz Aklı olduğunu bizim sınırlı aklımızın onun Sonsuz Akl’ının tecellisi olduğunu biliriz. Yine kendimizdeki var kalma çabası, etkinlik çabası, conatus ve arzu yoluyla Tanrı’nın Sonsuz Kudret’inin (potentia) ne olduğunu ve bizim sınırlı etkin arzumuzun Tanrı’nın Sonsuz Kudret’inin bir tecellisi olduğunu biliriz. Yani Tanrı’nın kudreti O’nun mutlak arzusudur. Yine kendimizdeki akli sevgi yoluyla Tanrı’nın kendi kendine olan Sonsuz Sevgi’sini ve bizim sınırlı sevgimizin onun Sonsuz Sevgi’sinin bir tecellisi olduğunu biliriz. Yine kendimizdeki etkinlik sonucu duyduğumuz haz ve kendinden memnuniyet yoluyla Tanrı’nın Sonsuz Hazz’ını kendinden memnuniyet duygusunu ve bizim sınırlı haz ve kendinden memnuniyet deneyimimizin onun Sonsuz Hazz’ının ve kendinden memnuniyet duygusunun sınırlı bir tecellisi olduğunu biliriz. Tanrı’nın Spinoza’da sonsuz sıfatı olduğunu ve bu sıfatların akli duygular yoluyla keşfedildiğini söylemiştim. Bunları daha da açacağım fakat demek istediğim, vurgulamam gerekirse, Spinoza’nın Tanrı’sı cansız kansız ruhsuz benliksiz bir nesne değil, insanüstü Mutlak bir Benlik’tir ve insanda aklın doğurduğu öznel ve insanbiçimli duygular da bu sonsuz sıfatların sınırlı tecellileridir.
“Spinozacıyım” diyen tanrıtanımaz ve materyalistler Spinoza’nın Tanrı’sını doğa bilimleriyle keşfettiğimiz doğa ve tabiatla özdeşleştiriyorlar. Yani fizik, kimya, biyoloji, astronomi, meteoroloji, ekoloji, jeoloji vs bilimlerinin nedensellik yasalarının keşfettiği haliyle doğanın bütününe Tanrı adını veriyorlar ve Spinoza’nın da bunu savunduğunu sanıyorlar. Bunlardan Deleuze gibi en aklı başında olanları doğanın bu bütünlüğüne ‘kozmik bilinç’ adını veriyorlar ve bu kozmik bilinci Tanrı yerine koyuyorlar. Oysa bu kozmik bilinç de Tanrı değildir. Tanrı’nın bir tecellisidir ve en fazlasından Platon’un ya da Plotinus’un ‘dünya ruhu adını verdikleri yaratılmış bilince verilmesi gereken bir addır. Tüm bunlar Spinoza’yı tahrif etmekten başka anlama gelmez. Zira daha önce izah ettiğim gibi fizik, kimya, biyoloji, astronomi, meteoroloji, ekoloji, jeoloji vs bilimlerinin nedensellik mantığı uyarınca keşfettiğimiz doğa, Spinoza için Natura Naturans (Doğuran Doğa) olarak değil, Natura Naturata (Doğurulmuş Doğa) olarak Tanrı’dır. Yani bu doğa Cevher olarak sonsuz mükemmel sıfatlarıyla Tanrı değildir. Bu bilimlerin keşfetmiş olduğu haliyle Doğa, Tanrı’nın kendisi değil tezahürüdür. Yani Natura Naturata’dır. Ve Tanrı’yı ve onun sıfatlarını keşfettiğini ve müşahede ettiğini söylediğimiz üçüncü tür bilgiye değil, nedenselliği keşfeden akli ikinci tür bilgiye dair vukufiyet kazandırırlar.
Spinoza’da nedenselliği araştıran akli bilimler zamanda öncelik sonralık sırasına göre evreni inceler. Natura Naturata’nın ilmi budur. Natura Naturans ise ezeli ve ebedi olanın, zaman üstü olanın şimdi ve buradaki zamandışı etkinliğidir. Natura Naturans-Natura Naturata ilişkisini anlamak için işin özüne dokunan bir temsil vereyim. Gökteki Güneş’in ezeli ve ebedi olduğunu varsayın. Yani Natura Naturans olarak Tanrı. Güneşin hararetine Tanrı’nın kudreti, Güneşin ışığına Tanrı’nın aklı, ışıktaki renklere de Tanrı’nın sıfatları deyin. Bu güneş Töz ve Cevher olarak, Natura Naturans olarak Tanrı’dır. Şimdi yeryüzünde zaman içinde akıp giden bir nehir farz edin. Bu da Natura Naturata olarak, Tanrı’nın tezahürü olarak evren olsun. Bu nehir akarken üzerinde sürekli kabarcıklar oluşur. Ve tüm bu kabarcıklarda güneşin harareti, ışığı ve renkleri farklı biçimlerde tecelli eder. Bu nehrin akışını, nehir üzerindeki kabarcıkların oluşumunu ve nehrin üzerindeki kabarcıklarda güneşin tecellisini iki nedensellik mantığıyla izah edebiliyoruz. Birincisi, zamanda önce gelen an, zamanda sonra gelen anın oluşumunu bir neden sonuç ilişkisi yoluyla belirliyor. Bu Natura Naturata olarak evrenin doğa bilimi yasaları yoluyla analiz edilmesidir. Fakat aynı nehir ve üzerindeki kabarcıklar, bir de zamanda önce-sonra diye bir analize tabi tutulmadan güneşin hararetinin, ışığının ve renklerinin tecelli edişi olarak analiz ediliyor. Bu analiz ise Natura Naturans’ın Natura Naturata üzerinde bir cevher olarak sonsuz sıfatlarıyla tecellisinin analizinden ibarettir. Yani zamanüstü olanın şimdi ve burada’ya olan zamandışı tecellisi.
Yani Spinoza’da çifte nedensellik kuramı vardır: biri zamanda önce-sonralığa ve doğabilimsel nedensellik ilkesine göre işleyen yatay nedensellik. Diğeri ise ezeli ve ebedi olanın, zamanüstü Tanrı’nın şimdi ve burada işleyen zamansız tezahürü, yani dikey nedensellik. Bu iki nedensellik türü ayrı ayrı ele alınmadan Spinoza’nın ne metafiziğinde, ne bilgi kuramında ne de psikoloji ve mutluluk kuramında söylediği hiçbir şey anlaşılamaz.
Yani
bu iki katmanlı yapının Natura Naturans kısmını ve dikey nedensellik kısmını
gözden kaçırıp sadece yatay nedenselliğe odaklanan ve Natura Naturata olarak
Doğa’ya Tanrı adını veren tanrıtanımaz materyalistler Spinoza’dan hiçbir şey
anlamamışlardır.
Söylemeye gerek yok sanırım: Spinoza’da Natura Naturata’nın kendi iç işleyişindeki yatay nedensellik bilgisine Spinoza ikinci türde bilgi adını veriyor. Natura Naturans’ın Naturata üzerindeki zamanüstü tecellisini keşfetme yeteneğine ise Spinoza sezgisel ve üçüncü türde bilgi adını veriyor. Yani eşyayı ve olayları, onun meşhur tabirleriyle, sonsuzluğun ufku altında, sub specia eternitatis görme yeteneğine….
Peki
bu üçüncü tür bilgiyi nasıl edineceğiz? Yani Tanrı’nın düşünce ve mekan gibi
sıfatları dışındaki sıfatlarını nasıl keşfedeceğiz? Spinoza buna da yanıt
veriyor: bedenimizin değil de aklımızın oluşturduğu ve bizi tüm edilginlikten
sıyırıp tamamen etkin hale getiren duygular yoluyla. Yani insandaki akli sevgi
nasıl Tanrı’nın sonsuz Sevgisini keşfetmemize ve doğada ve yaşamımızda müşahede
etmemize izin veriyorsa, kendi var kalma çabamızı, yani conatus’umuzu/arzu’muzu
tam olarak etkin hale getirdiğimizde nasıl Tanrı’nın potentia olarak kudretini
keşfediyor ve doğada ve kendi yaşamımızda müşahede ediyorsak Tanrı’nın diğer
sıfatlarını da aklımızın etkin ve özgür duyguları yoluyla keşfedeceğiz. Çünkü
aklın doğurduğu bu etkin duygular tanrısal sıfatların sınırlı tecellilerinden
ibaret olacak. Bu keşiften sonra doğayı ve kendi yaşamımızı ve tanrısal
sıfatların cilveleri olarak müşahede etmeyi öğreneceğiz. Yani doğayı ve
kendimizi kavrayışımızı radikal bir biçimde dönüştürecek içimizdeki tüm
kederden ve nefretten sıyrılacak dış dünyayı ve nesneleri Tanrı’nın tezahürü ve
tecellisi olarak görebilmeyi ve sevebilmeyi öğrenecek ve hem kendimizi hem de
dünyayı içindeki her varlıkla beraber sevebilmeyi öğreneceğiz.
II. A
Spinoza Tanrı’yı ve onun sonsuz sayıda sıfatını keşfetmenin sadece yöntemini öğretiyor. Bu sıfatların dökümünü yapmıyor. Doğayı bu sıfatlarla müşahede ettiğimizde ne göreceğimizi hiç söylemiyor. Hele ki bu müşahedenin yaratacağı mutluluk, kutluluk ve ruh huzuru duygusunun nasıl bir deneyim olarak yaşandığını hiç ama hiç detaylandırmıyor. Bu aşama bizim Spinoza’dan Bediüzzaman’a geçiş yapmamızı zorunlu kılan aşamadır. Zira Bediüzzaman külliyatının büyük bölümü Spinoza’nın üçüncü türden ve sezgisel bilgi dediği ve Tanrı’nın sıfatlarıyla doğaya ve içindeki eşyaya bakmanın ne menem bir şey olduğunu öğretmeye, göstermeye ve hissettirmeye adanmıştır.
Spinoza Bediüzzaman bağlantısını kurmak için önce biraz konu dışına çıkalım, soluklanalım ve okuyucuyu Bediüzzaman’ı anlamaya hazırlayalım. Zira bu kadar kuramsal tartışma bizleri çok yordu. Farkındayım.
On dört yaşımdan beri Bediüzzaman’ı deli gibi okurum. On dört-yirmi iki yaş arasında bir nur cemaatinde bulundum fakat cemaatimin yobazlığı yüzünden yirmi iki yaşımda travmatik bir biçimde cemaatten koptum. Fakat Bediüzzaman’a olan tutkum hiçbir zaman azalmadı. Şu anda hatırı sayılır bir entelektüel olmuş durumdayım. Kuramsal bilimlerin ve sanatların her sahasında çok fazla sayıda çok ciddi kitaplar okudum. On dört yıldır kitap okumaktan başka bir şey yapmıyorum. Ve Bediüzzaman’a olan tutkuma hiç zarar vermiyor. İnsanlar bazen şok yaşıyor “bu kadar kitap okumuş olmana rağmen, bu ateist çağda, nasıl hala Allah’a sımsıkı bağlı kalabiliyorsun?” diye… Bunu büyük oranda Bediüzzaman’ın eserlerine borçluyum.
On dört yaşımdan beri iki grup insan –ki iki grup da bana üstatlık yapmış ciddi entelektüel derinliği olan büyüklerimdi- beni hep Bediüzzaman’dan uzaklaştırmaya çalıştı. Bunların ilk grubu eline bir tane bile Bediüzzaman kitabı almamış, alıp okumaya çalışacak olsa da Bediüzzaman’ın kendine has üslubu sebebiyle hayli zorlanacak laik entelektüellerdi. Onlar bana hep şunu söylerdi: “senin gibi zeki ve birikimli bir entelektüel nasıl olup da medrese skolastiğinden ibaret olan bu Said’e bağlanabilir?” Beni Bediüzzaman’dan uzak tutmaya çalışan ikinci grup insanlarsa, yani İslamcı entelektüel büyüklerimse ellerinde tek bir fizik, kimya, biyoloji astronomi, meteroloji, ekoloji ya da jeoloji kitabı almamış, felsefede ve metafizik düşüncede cereyan eden tartışmalardan hiç haberi olmayan ama İslami birikime ve siyasete vakıf insanlardı. Onlar da Bediüzzaman’ın “Ben Mehdi’inin müjdecisiyim” beyanına ve onun batıni bir ilim hatta belki de bir hurafe olan ebced ve cifir hesabına inanmasına içerleyen ve Bediüzzaman’ın talebelerinin siyaseten ne kadar yanlış yolda olduğunu gören insanlardı. Bir de Bediüzzaman’ın sürekli doğanın güzellikleri üzerinden Tanrı’yı anlatmaya çalıştığı için Auguste Comte gibi bir ‘pozitivist’ sanan İslamcı entelektüeller var –ki bu üçüncü grubun eleştirisi Kuran’dan ne kadar bihaber olduklarını gösterir. Zira Kuran da Allah’ı anlatırken ve metafizik yaparken hep doğal dünyadaki güzellikleri anlatır. Yani Bediüzzaman ne kadar pozitivistse Kuran da o kadar pozitivisttir. Bu sebeple bu üçüncü grubu hiç kaale almıyorum.
İlk
grup laik entelektüellere söylemek istediğim husus şu: bu grup büyük
entelektüel deyince Kant’a, Spinoza’ya, Marx’a adıyla referans veren ve
konuşurken büyük entelektüllerin adını dilinden düşürmeyen insanları büyük
entelektüel sanıyorlar. Oysa bu tip entelektüller ikinci sınıf
entelektüllerdir. Ben de, bu yazıdan anlaşılacağı üzere ikinci sınıf bir
entelektüelim. Gerçek anlamda büyük entelektüelse, geçmiş hikmet mirasını
dimağında soğuran, sonra orijinal ve tamamen kendine ait bir düşünce
geliştiren, bu düşünceyi kendine has bir kavram sistemi ve üslup aracılığıyla
kaleme döken ve temel eserlerinde geçmiş büyük düşünürlerin yankısı duyulsa da,
ana kitaplarında asla ve kat’a geçmiş büyük düşünürlere ve onların kitaplarına referans
verme ihtiyacı duymayan düşünürdür. Hegel’in, Kant’ın, Heidegger’in bütün büyük
filozofların eserlerine bakın. Hepsinin ortak özelliği budur.
Bediüzzaman’ın da çok orijinal bir düşüncesi, kendine ait bir kavram sistemi ve oldukça çetrefilli bir üslubu var. Ve eserlerinde hiçbir büyük düşünüre referansla konuşmaz. Laik entelektüllere Bediüzzaman’ı bir köy hocası zannettiren bu. Oysa tarihçesine bakarsanız, Bediüzzaman’ın daha on altı yaşında medrese külliyatını hatmetmiş olduğunu, daha on altı yaşında Sühreverdi’nin İslam felsefesinde devrim yaratan Hikmetü’l-İşrak adlu kitabını ezberlemiş olduğunu göreceksiniz. Bediüzzaman on altı yaşından otuz bir yaşına kadar ise, yani on beş yıl boyunca, Van Valisi Tahir Paşa’nın büyük bir kütüphaneye sahip konağında en azından Fransızca’yı öğrenmiş olarak, yabancı dildeki kitapları okumak üzere Batılı düşünceye dalmış olduğunu göreceksiniz. Ve o konakta İstanbul’un iyi üniversitelerinde okumuş bürokratlarla sürekli temas halindeydi. Ve bu on beş yıllık süreç içinde modern üniversitelerde o güne kadar öğretilen tüm kitapları, medrese geleneğinde öğretilen tüm klasikleri ve tasavvuf irfanının tüm klasiklerini hazmetmiş durumdaydı.
Bediüzzaman
Kürdistan’da bir üniversite kurmak amacıyla İstanbul’a geldiğinde kimse
kendisini ciddiye almayınca, kamuoyunda projesi için dikkat celbetmek
maksadıyla tüm İstanbul entelijansiyasına meydan okudu ve şunu söyledi: “Modern
üniversitelerde, medreselerde ve tasavvuf dergahlarında öğretilen her konuda
her sorunuza cevap vermeye hazırım.”
Bediüzzaman 1923 yılında projesi siyasal olarak başarısız olunca ve Kemalist pozitivizmin doğa bilimleri namına İslami mirasa saldıracağı anlaşıldığında, her medeniyetin köklerini kuran metafizik, kozmoloji ve doğa felsefesi konularına yoğunlaştı. Ve geçmiş tüm birikimini Kuran’ın gölgesinde yeniden değerlendirmeye alarak daha önce görülmemiş bir metafizik, kozmoloji ve doğa felsefesi düşüncesi inşa etti. O da Kant gibi, Hegel gibi Heidegger gibi temel eserlerinde hiçbir filozofa referans vermedi fakat her büyük düşünürün eserini derinlemesine okuduğunuzda temaşa edeceğiniz gibi, onun eserlerinde de kendi çağına kadarki tüm metafizik, doğa felsefesi ve kozmoloji düşüncesinin yankıları hissedilir. Kant’ın Spinoza’nın, Nietzsche’nin, Hegel’in, Plotinus’un, Bergson’un, vs vs hepsinin ama hepsinin Bediüzzaman’ın eserlerinde yankılandığını söyleyebilirim Bediüzzaman’ın tek bir kitabını bile “basit bir medrese hocasıdır” zannederek eline almaya tenezzül etmeyen Türkiye’nin ve Batı’nın en seçkin entelektüellerine…
Beni Bediüzzaman’dan
uzak tutmaya çalışan İslamcı entelektüellerin Bediüzzaman eleştirilerine
gelince… Bu insanların İslam medeniyet birikimi var ve bu birikim çok güçlü.
Fakat bu insanların İslam dünyasında ve Batı’da metafizik, kozmoloji ve doğa felsefesinde
ortaya çıkan gelişmelerin İslam’ın Tanrı, kozmoloji ve doğa felsefesi
düşüncesinde ne kadar ciddi sarsıntılar yaratılmış olduğunun hiç ama hiç
farkında değiller. Dediğim gibi bu
insanların yoğunlaltığı mesele İslam medeniyetinin bugüne intikalindan doğan problemler.
Yani örneğin Eşari’nin, Şafii’nin bugün yarattığı problemler. Fakat bu insanlar
İslam akidesini sarsan Auguste Comte’ü bile birkez olsun elllerine almış
değiller. Bu entelektüellerin ne felsefe eğitimi geçmişi var; ne Allah’a, ahirete,
Kuran’a ve Hazret-i Muhammed’e materyalist ve pozitivist temellerde yapılmış
saldırıların ne kadar yıkıcı olduğunun farkındalar; ne de Bediüzzaman’ın Batılı
düşünceyi ve eleştirileri ne kadar soğurmuş ve bu eleştirilere ne kadar
doyurucu yanıtlar vermiş olduğunun farkındalar.
Bediüzzaman’ın “Mehdi’nin müjdecisiyim” sözünün ve onun ebced ve cifir hesaplarına bulaşmış olmasının Nurcu geleneğe hayli zarar verdiğinin farkındayım. Hele ki talebelerini siyasetten ve siyasetin gerçeklerinden uzak tutmuş olmasının Nur cemaatlerinin siyasi bilincini alabildiğine bozmuş olduğunun da farkındayım. Fakat Bediüzzaman, Osmanlı paramparça olduğunda ve herkes Mehdi’yi beklerken Mehdi’nin gelmeyeceğini anladığında, yaşadığı yıkımdan ancak ve ancak kendini Mehdi’nin müjdecisi olarak konumlandırarak kurtulabilirdi. Bu belki de bir hezeyandı fakat onun hayata ve İslam düşüncesine pozitif katkı sunmasına vesile olan bir hezeyan. Ebced ve cifir hesaplarıyla ilgili risalelerse…. Bu metinleri Bediüzzaman külliyatından çıkardığınız zaman Bediüzzaman’ın diğer eserleri herhangi bir zarar görmüyor. Yani bu hatalar yüzünden Bediüzzaman’ın mirasını tümden reddetmektense yanlışı ve doğruyu ayırıp doğrularını hayata taşımak çok daha insaflı bir ve İslam’ın geleceğine hizmet edecek bir davranış olur. Bediüzzaman’ın siyasi bilincine gelince… Bediüzzaman temel siyasi düşüncelerini 1925’ten sonra değil, 1923’ten önce dile getirir. Ve bu eserlerde çağımızın demokratik cumhuriyet idealiyle barışık, insan haklarına saygılı ve farklı dinler arası barışı tesis edebilen, hala çağdaşlığını koruyan ve İslam’a ciddi bir açılım potansiyeli sağlama kapasitesine sahip bir İslami siyasi düşünce geliştirir. Nurcu geleneğin siyasi düşüncesinin problemli olması Bediüzzaman’ı doğru anlamış olmaları değil, Bediüzzaman’ın siyasi ütopyasını dile getirdiği 1908-1923 arası eserlerini hakkıyla ve ciddiyetle okumamış ve hayata dökmemiş olmamalarından dolayıdır.
Kısa konuşacak olursak, Bediüzzaman yanlışlarından arındırılmak koşuluyla gerek İslami düşünceye, gerekse de dünya metafizik, doğa felsefesi ve kozmoloji geleneğine aslında ciddi bir katkıdır. Bu iddiama bu makalede bir nebze işaret bırakacağım. Ve eğer nur cemaatleri bir ellerinde Bediüzzaman’ı tutarken öbür ellerinde Spinoza’yı, Kant’ı, Bergson’u, Marx’ı vs tutmuş olsalardı ancak ve ancak o zaman Bediüzzaman’ın nasıl olup da Türkiye’nin evrensel düşünceye bir katkısı olduğunu anlayacaktık.
Bu
ülkede cumhuriyet kurulduğundan bu yana evrensel ölçekte iş çıkarmış topu topu
iki insan gördüm: Orhan Pamuk ve Bediüzzaman. Ve ne yazık ki biz bu iki isimden
birincisini linç ettik, ikincisine ise bir merak edip, dönüp de bakmıyoruz
bile…
III. A
Konuyu
kasıtlı olarak dağıttım. Fakat derdim İyi bir Spinoza okuru olmanın; yaşamı ve
evreni Spinoza gibi deneyimlemenin ve Spinoza’nın Tanrı’yı sıfatlarıyla bilme,
Natura Naturans’ın Natura Naturata üzerindeki, ezeli ve ebedi Tanrısal
Cevher’in şimdi ve buradaki zamanüstü etkisini müşahede etme, yani varlığı Spinoza’nın
deyimiyle sonsuzluğun ufku altında, sub specia eternitalis olarak deneyimleme
ve bu yolla mutluluk, kutluluk ve ruhsal huzur kazanma ve tanrısallığa katılma
yeteneği kazanmanın yolunun; yani Spinoza’daki üçüncü tür bilgiye erişme
yolunun; yani Spinoza’nın sadece bir yöntem olarak sunduğu düşünceyi bir
içeriğe kavuşturmanın yolunun Bediüzzaman okumayı zorunlu kıldığını söylemekten
ibaretti. Deleuze’ün kavradığından daha üstün bir biçimde kavramıştır
Bediüzzaman Spinoza’yı.
Şimdi bu bölümde derdimi teşrih edeyim. Makalemin okurunu Spinoza’yı Bediüzaman’a getirecek kadar hazırlamış durumdayım. Şimdi esas meseleye geliyoruz. Bir yandan elimde Palme Yayıncılıktan çıkan Ekolojinin Temel İlkeleri adlı ders kitabı var. Yani Spinoza’nın ikinci tür bilme, yani doğayı Natura Naturata’daki zaman içi nedensellik yoluyla bilme dediği yolla ekosistemi anlatan bir doğa bilimi kitabı. Diğer yanda ise elimde Bediüzzaman’ın Allah’ın Altı Sıfatı adını verdiği Otuzuncu Lema’sı var. Yani doğayı Spinoza’nın üçüncü tür bilme dediği, yani sezgiyle ve tanrısal sıfatlar yoluyla bilme ve evrede Tanrı’yı müşahede etme yeteneği sağlayan bir kitap. Şimdi Spinoza’dan öğrendiklerimizi, Ekolojinin Temel İlkeleri ders kitabını ve Bediüzzaman’ın Allah’ın Altı Sıfatı adlı risalesini harmanlayalım. Bakalım önümüze nasıl bir deneyim ufku açılacak.
Ekolojinin
Temel İlkeleri adlı ders kitabı sadece ve sadece ekosistemde zamanın düzeni
içinde açığa çıkan neden-sonuç ilişkilerini tartışıyor ve hiç ama hiç Tanrı’ya
referans vermiyor. Yani tam bir Spinozacı ikinci türde bilme ve Natura Naturata
kitabı. Yani yatay nedensellik ilişkisinin teşrihi bu kitap. Bediüzzaman’ın
risalesiyse hiç ama hiç zamanın akışında ortaya çıkan neden-sonuç ilişkilerine
referans vermiyor. Okuru bu nedensellik süreçlerini biliyormuş farz ediyor. Ve
ekosistemi anlatırken “şuraya kadar doğal neden-sonuç ilişkileri, şuradan sonra
ise Tanrı müdahale etmiş gibi bir mucize göstermiş” cümlesi kurmuyor. Tamamen
Natura Naturans’ın Natura Naturata üzerindeki, bir Cevher olarak Tanrı’nın ve
sıfatlarının şimdi ve burada nasıl tezahür ettiğine odaklanıyor. Yani ezeli ve
ebedi güneşin zaman nehrinde akan kabarcıklar üzerindeki tecellilerini
anlatıyor. Yani bu eser dikey nedensellik ilkesini teşhir ediyor. Kısa
konuşursak Bediüzzaman’ın eseri tam bir Spinozacı üçüncü tür bilme kitabı.
Zaten Bediüzzaman Spinoza’ya hakim olmasa tam da Spinoza’nın üzerine basa basa
söylediği gibi ekosistemi ‘sonsuzluğun ufku altında’/’sub specia eternitatis’
görmeyi başaramaz. Ve Tanrısal nedenselliği güneşin nehir üzerindeki aksi gibi
değil de, “zamanın şurasına kadar doğal nedensellik var. Zamanın şurasında ise Tanrı
mucize gösterir gibi müdahale etmiş” gibi bir cümle kurar. Bediüzzaman bu
risale boyunca bu hataya hiç düşmüyor.
Başlayalım. Ekosistemde her yıl trilyonlarca canlı ölüyor. Ortalığın enkaz ve çöplük gibi olması ve ekosistemin kokuşması lazım. Fakat ekosistemde öyle neden sonuç ilişkileri var ki, bütün enkaz bir şekilde temizleniyor ve ekosistemde tertemizliğini koruyor. Yani Bediüzzaman’ın deyimiyle ekosistemde Tanrı’nın Kuddus ismi tecelli ediyor.
Ekosistemde
tüm canlılar birbirini yiyerek yaşıyor. Birbirini yiyerek yaşayan bu canlıların
olduğu bir ortamda, bazı türlerin tükenmesi ve ekosistemdeki dengelerin kısa
süre içinde bozulması lazım. Oysa bu ‘birbirini yiyerek beslenme mekanizması’
öyle şahane neden-sonuç ilişkileriyle kurulmuş ki türler arası düzen ve denge
bir dengede kalıyor. Hiçbir tür yok olmuyor ve her tür yaşamını devam
ettiriyor. Yani ekosistemde Allah’ın Adl ismi tecelli ediyor.
Ekosistemdeki her unsurun bir işlevi var. Bulut, yağmur, rüzgar, troposfer, stratosfer tabakaları, nitritleştirici bakteriler, nitratlaştırıcı bakteriler, bitkiler, hayvanlar, azot, oksijen, karbondioksit vs… Hepsi neden-sonuç ilişkileriyle öyle şahane bir işlevsel sistemle birbirine bağlanmış ki, ekosistem içindeki unsurlarla bir bütün olarak hayatiyetini devam ettiriyor. Yani bu ikinci tür bilgiden üçüncü tür bilgiye geçeceksek ekosistemde Tanrı’nın Hakem ismi tecelli ediyor.
Ekosistemdeki
unsurları arası ilişkiler neden-sonuç mekanizmalarıyla öyle şahane bir bütünlük
ve birlik oluşturacak şekilde kurulmuş ki, buradan üçüncü tür bilgiye, yani Tanrısal
sıfatları müşahede yoluna geçeceksek, Tanrı’nın burada Ferd isminin tecelli
ettiğini görüyoruz.
Ekosistemdeki neden-sonuç ilişkileri öyle şahane işliyor ki sonbaharda neredeyse tüm türler yok olmuşken ilk baharda tüm türler bir şekilde yeniden yaşama kavuşuyor. Yani burada Tanrı’nın hayatı koruyan ve kollayan Kayyum ismi tecelli ediyor.
Ekosistemde
her canlı türünün ihtiyaç duyduğu rızık türü birbirinden farklı. Ve ekosistemde
öyle şahane neden-sonuç ilişkileri işliyor ki her türe her türün hayatını devam
ettirecek şekilde rızkı veriliyor. Yani ekosistemde Tanrı’nın Rezzak ismi
tecelli ediyor.
Ekosistemde neden-sonuç ilişkileri öyle şahane kurulmuş ki sanki bir rahmet eli bir anne gibi ekosistemdeki tüm canlıları koruyup kollayıp besliyor. Yani ekosistemde Tanrı’nın Rahim ismi tecelli ediyor.
Ekosistemde her canlının rızkı ayrı, elbisesi, ayrı, kendini düşmanlardan koruyacak silahı (bir gülün bile kendini korusun diye dikenleri var) ve ekosistemin devam etmesi için gerekli yaşam süresi ayrı… Ekosistemdeki neden-sonuç ilişkileri öyle şahane kurulmuş ki canlıların tüm bu ihtiyaçları mükemmelen karşılanıyor. Yani sonsuzluğun bakış açısından bakacaksak, ekosistemi üçüncü tür bilgiyle bileceksek, ekosistemde Allah’ın Rabb ismi tecelli ediyor.
Son
olarak söylemek gerekirse… Ekosisteme uzaydan bakınca görülen muhteşem
güzellikte görüntü… Ekosistemde neden-sonuç ilişkileri öyle şahane kurulmuş ki
insan bu güzelliğe aşık oluyor. Yani Spinozacı dille ekosistemde Tanrı’yı
müşahede edeceksek, ekosistemin Tanrı’nın ezeli ve ebedi güzelliğinin ve
Cemal’inin yansıması olduğunu söylemek zorunda kalıyoruz.
Devam Edecek...
0 Yorumlar