EVRİM
SÜRECİNİN İPLERİ ALLAH’IN ELİNDE OLABİLİR Mİ?
LİSELİ
GENÇLERLE BİR SOHBET
Esat
ARSLAN
11
Aralık 2024
10
Cemaziyelahir 1446
Bismillahirrahmanirrahim
I.
Evrim-yaratılış tartışmalarına mütevazı bir katkı olmayı amaçlayan bu deneme en başta hayatın anlamını sorgulayan liseli gençlerle bir sohbettir. Bu yazıda bir liseli gencin anlayamayacağı hiçbir teknik terim kullanılmamıştır. Fakat sanıyorum bu tartışmada konum alan pek çok bilim adamı, filozof ve ilahiyatçıya da söyleyebileceği birkaç cümlesi vardır. Zihinsel yeteneklerimi yarıya indiren bir iğnenin etkisinde yazıldığı için, bu makalenin sahip olabileceği kuru dili ve büyük kusurları okuyucunun affetmesini rica ediyorum.
Son yirmi
beş yıldır dünya ölçekli büyük bir kırılma yaşıyoruz. Ve ulus devletten küresel
topluma geçiyoruz. Bu kırılmanın etkisini en yoğun olarak yaşayan insanlar siz
gençlersiniz. Biz büyüklerin bütün müfredatı ve kültürü ulus devlet çağına ve
sanayi kapitalizmi koşullarına göre şekillenmişti. Size gençler ise en başta
elinizin altındaki akıllı telefonlar aracılığıyla çocuk yaştan itibaren küresel
ölçekli üretilen bilgiye erişim olanağına sahipsiniz. Biz büyüklerin ancak otuz
beş-kırk yaşlarında ulaşabileceği kafa karıştırıcı bilgilere siz gençler daha
on-on beş yaşlarında erişebiliyorsunuz. Ve eğer dindar bir aileden gelmiş
bireylerseniz bizim geçmiş bir çağa göre şekillendirmiş olduğumuz dini bilgi
birikimi siz gençlere hitap etmiyor. Biz büyükler siz gençlerin hızına
yetişemiyoruz.
III.
Siz
gençlerin hayatın anlamı ve insanın dünyadaki yeri hususunda karşı karşıya
olduğunuz en büyük sorgulama alanlarından biri evrim-yaratılış tartışması. Bu
tartışma medyada bilimsel hakperestlik ile dini yobazlık arasında bir tartışma
olarak tezahür ediyor. Ama aslında sorun çok daha derinde. Dini dünya görüşünde
evreni ve içindekileri Allah yaratmıştı. Allah canlılar alemini bir krallık
şeklinde var etmiş ve insanı kendi sıfatlarıyla donatmıştı. İnsan evrende Allah’ın
gözbebeğiydi ve onu sonsuz bir yaşam bekliyordu. Eğer ahlaklı davranırsa
cennete, yanlış davranırsa cehenneme gidecekti. Yani dini dünya görüşüne göre
evren ve insan kutsaldı.
Evrim
bilimi ise bu dünya görüşünü darmadağın etti. Evrim kuramına göre insan evrenin
kenarında kıyısında bir yerde tesadüfen ortaya çıkmış; açlık, kıtlık, çatışma
ve ölüp yok olmaya mahkum sefil bir yaratıktı. Hayatın ve evrenin bundan öte
bir değeri yoktu.
Evrim
kuramını kanıtlayan sayısız delil olmasına rağmen dindar insanların evrim
kuramına bu kadar hararetle karşı çıkmasının arkasında yatan esas sebep, bu
bilimsel kuramın insana hakaret ettiğine duyulan inançtı. Fakat evrim kuramını
destekleyen o kadar çok kanıt vardı ki, yaratılış kuramını savunan insanlar her
tartışmada evrimcilere karşı mevzi kaybettiler. Ve bu tartışma bugünün küresel
din dışı eğilimimizi hayli besledi.
IV.
Aslında
evrim-yaratılış tartışmasının Hıristiyan Kilisesi dünyasıyla sınırlı bir
tartışma olarak kalması gerekiyordu. Bunun sebebi de şu: Hıristiyan kilisesi
kutsal kitabı olan Tevrat’ı düz anlamıyla okur. Ve Tevrat’a göre evren yedi
günde yaratılmıştır. Evren yedi bin yıllık bir ömre sahiptir. Ve insan, dünyad,a
Tanrı tarafından, sihirbazın şapkadan tavşan çıkarması gibi bir anda
yaratılmıştır. Bu yüzden evrim kuramı doğruysa bu gerçek Kilise Hıristiyanlığı
için bir felakettir. Oysa Robert Winston’un Tanrı’nın Öyküsü adlı kitabında
aktardığı üzere Yahudiler Tevrat’ı sembolik bir kitap olarak okurlarmış. Yani
Yahudilere göre, Tevrat’taki yaratılış hikayesi düz anlamıyla ele alınmamalı,
bu hikayenin hangi evrensel hakikatlerin sembolü olduğunun anlaşılması
gerekliymiş. Bu yüzden, diyor Winston, Yahudiler evrim kuramıyla herhangi ciddi
bir sorun yaşamadılar.
İslam’ın
bilim ürettiği klasik çağlarında da Müslüman bilim adamları bir yandan
Kuran’daki Adem kıssasına inanırlarmış bir yandan da insanın evrim yoluyla hayvandan
geldiğine… Bu iki inanç birbiriyle çelişmezmiş. Çünkü klasik çağımızdaki
Müslüman bilim adamları Kuran’daki Adem kıssasını insanın hakikatine dair
sembolik bir hikaye olarak ele alırlarmış.
Fakat ne
yazık ki Hıristiyan kilisesinde meydana çıkan bu kavga sanki tüm dinleri
ilgilendiriyormuş gibi evrensel bir din-bilim çatışmasına döndü. Bu ülkemizde
de böyle oldu. Dindar entelektüeller evrime savaş açmayı görev bildiler.
En son
söylemem gereken şeyi baştan söylemek istiyorum. Evrime inanın. Yani insanın
maymun benzeri yaratıklardan, onların da daha basit canlılardan türediğine…
Doğa bize evrim hususunda sayısız kanıt sunuyor. Sadece iki kanıtı dile
getirmek istiyorum: (1) insan genleriyle şempanze genlerinin yüzde doksan beşi
birbirinin aynıdır. Yani muhtemelen şempanzelerle aynı soydan geliyoruz. (2) İnsan
embriyosu ana rahminde geliştiğinde önce balık embriyosuna, sonra sürüngen
embriyosuna, sonra maymun embriyosuna benzer ve en sonunda insana benzer bir
şekil alır. Bu da işaret eder ki insan önce balıktan, sonra sürüngenden, sonra
da maymun benzeri yaratıklardan evrimleşti.
Fakat
evrime inanmakla beraber muhakkak evrimi yöneten gücün Allah olduğuna da
inanın. Daha sonra detaylandıracağım üzere her biri birer şaheser olan tüm bu
canlıları İlahi bir Sanatkar’dan başkası –evrim süreçleri yoluyla da olsa-
yaratmış olamaz.
Benim
buradaki tutumum ABD’deki ılımlı dindarların görüşüdür. ABD halkı çok
dindardır. Kimi fanatik derecesinde… ABD halkının yüzde kırkı evrim kuramını
kökten reddeder. Ve Tevrat’taki Adem kıssasını harfiyen kabul eder. ABD
halkının yüzde onu ise Tanrı’yı tümden reddeder. Ve evrim kuramına inanır. ABD
halkının yaklaşık yarısı ise evreni Allah’ın yarattığına inanır, elbette ki
evrim süreçlerini işleterek… Sanıyorum bu tartışmada tutulacak en makul yol
budur.
Yazının devamında neden bu inanca sahip olduğumu ve neden bu inancın bu tartışmada tutulacak en makul yol olduğunu açıklayacağım.
VI.
Tartışmaya başlamadan önce bir biyolog ya da ilahiyat profesörü olmasam da bu tartışmaya mütevazı bir katkıda bulunabileceğimi söylemek istiyorum. Beş yaşımdan itibaren evrim-yaratılış tartışmasının ta göbeğinde büyüdüm. Okumayı öğrendikten sonra babamın bana aldığı dini ve bilimsel kitapları okur ve hem ilk insan olarak Adem babamıza hem de maymundan evrimleştiğimize inanırdım. Daha sonra yedi yaşımda İslamcı arkadaşlarım “senin dedelerin maymun muydu?” diye dalga geçince evrime inanmayı bıraktım. On dört yaşımda Nurculara katıldım. Onlar da evrim düşmanıydı. Fakat on sekiz yaşımda çok iyi bir biyoloji öğretmeni olan Nejat Hocam bana evrim kuramının mantığını çok sağlam bir biçimde anlatınca, yine evrim kuramına inanmaya başladım. Evet beni Allah yaratmıştı, ama evrim süreçleriyle… Daha sonra Bilkent Üniversitesine girdim. O dönem Bilkent’te Moleküler Biyoloji bölümü yeni açılmıştı ve o bölümdeki dindar arkadaşlarımın hocaları evrim kuramına dayanarak ateizm propagandası yapıyorlardı. O bölümde okuyan arkadaşlarımın bu hususta kafası çok karışıktı. Benim görüşlerimi dinleyince ufukları açılırdı. Daha sonra 2006 yılında üç aylığına dini inançlarımı tamamen kaybettim ve “ben nereden geldim, nereye gidiyorum, ben nasıl var oldum?” sorularına yanıt olarak evrimsel biyoloji kitapları okudum. Fakat sorgulayıcı bir kafayla okuduğum için Tanrı’yı kabul etmeyen bir evrim kuramının hiçbir şeyi açıklayamayacağını fark ettim. Sonrasında biyoloji ve evrim okumalarımı sürdürdüm. Üniversite ders kitapları ve derinliği olan popüler bilim kitapları okuduktan sonra bu imanım iyice pekişti: “Evet evrim yoluyla var oluyorduk. Fakat evrim sürecini işleten ipler Allah’ın ellerindeydi.”
VII.
Benim
evrim-yaratılış tartışmasına katkı yapabilir kılan ikinci husus doğa
filozoflarını gücümün yettiği kadarınca okumuş olmam. Çağdaş üniversite sistemi
uzmanlaşma üzerine kurulu. Ve çok iyi bit biyolog da olsanız, sizin sahanıza
dair anlamlı cümleler eden filozofları, örneğin Aristo’yu, Leibniz’i, Kant’ı,
Hegel’i, Schopenhauer’i, Nietzsche’yi, Bergson’u, Deleuze’u vs öğrenme şansınız
yok. Bense Allah’ın bir ihsanı olarak bu filozofları hayli etüt etmiş
durumdayım. Ve bu filozofların canlı ve organik yaşam hakkında söylediklerini
öz olarak bilmek sizi profesyonel biyologlarla kıyaslanınca daha yaratıcı ve esnek
düşünmeye hazır kılıyor. Zaten ünlü bilim filozofu Thomas Kuhn’un dediği gibi
bilimde devrim yapan düşünceler genelde kurumların kenarında duran insanlardan
geliyor.
Beni
evrim-yaratılış tartışması hususunda anlamlı sözler etmeye ehil kılan
hususlardan belki de en önemlisi ise, ömrünü din-bilim çatışmasını çözmeye
adamış ve bu hususta oldukça orijinal fikirler geliştirmiş Bediüzzaman’ı etüt
etme şansı bulmuş olmam.
Bediüzzaman
evrim kuramının dini inancı oldukça sarstığı bir dönemde yaşadı. Tüm evrenin
Allah’ın yaratısı olduğunu savundu ömrü boyunca. Fakat evrim kuramına hiç savaş
açmadı. Onun din-bilim tartışmalarında belki de tüm kavgayı bitirecek orijinal
bir cümlesi vardır. Tefsir ederek söyleyeyim: “bilimsel söylem kainat
kitabındaki cümlelerin anlamına ve bu cümlelerin bir önceki ve bir sonraki
cümleyle ilişkisine bakar. Dini söylem ise kainattaki bir cümlenin, örneğin bir
canlının, kainat kitabının dışında duran ve tüm kitabı yazan sanatkarı olan
Allah hakkında nelere işaret ettiğine bakar. Bu sebeple dini söylem ile
bilimsel söylem arasında özsel bir çatışma olamaz. Elbette ki her iki söylem de
kendi sınırını doğru tespit edebilirse…”
Nurcuların aksine Bediüzzaman evrim bilimiyle barışık bir dini söylem inşa eder. “Evrende başkalaşım, dönüşüm ve tekamül esastır” der. Kainatı bir ağaca benzetir ve insanın –evrim ağacındaki gibi- kainatın bir meyvesi olduğunu savunur. Ve kenarda kıyıda duran kısa bir eseri hariç ana eserlerinden hiçbirinde evrim kuramına aykırı bir cümle etmez. Onun için yeni türlerin oluşumu Allah’ın doğaya koyduğu yeknesak kanunlarda bir kırılmadır. Fakat Bediüzzaman bu kırılmaların canlı sistemlerin içinde mi yoksa dışında mı olduğuna dair kesin cümleler etmez. Yani eserlerinden Bediüzzaman’ın evrim kuramını kabul mü ettiği yoksa ret mi ettiğini anlamak imkansızdır. Onun evrim kuramına tek itirazı evrim kuramının canlı dönüşümlerinde temel dinamik olarak canlıların kıt kaynaklar uğruna çatışması prensibini koymuş olmasıdır ki, Bediüzzaman’a göre evrende çatışma değil, yardımlaşma esastır. Bu düşünce, sanıyorum, çağının ilerisine geçen bir düşüncedir. Zira ekosistem keşfedildikten sonra canlı türleri arasında yardımlaşma ilkesinin canlılar arasında çatışmadan daha temel bir evrim dinamiği olduğunun farkına vardık. Ünlü kuramsal biyolog Stuart Kaufmann da canlıların evriminin çatışmadan ziyade canlıların birbirine yeni yaşam olanakları sunarak ilerlediğine dikkat çekti.
VIII.
2006
yılında dini inancımı tamamen yitirdiğimi ve varoluşumu açıklamak için ateist
evrimci kitaplara daldığımı söylemiştim. O dönem elime ilk geçen kitap evrim
adına ateizmin bayraktarlığını yapan Richard Dawkins’in Kör Saatçi adlı
kitabıydı. Kitabın akıl yürütmesindeki saçmalığı el yordamımla keşfettiğimde
evrimsel biyolojinin tüm ateist yorumlarını çökerten bir hususu, benden önce de
aslında büyük filozoflarca defalarca keşfedilmiş bir hususu, keşfettiğimin
farkında değildim.
Kitaptaki
argüman üzerinden izah edeyim. Evrim tartışmalarında görmemizi sağlayan göz
organı çok özel bir yere sahiptir. Merceğiyle, retinasıyla, kornea tabakasıyla,
sinir hücreleri ve kaslarıyla vs göz son derece karmaşık bir tasarımdır ve
parçalardan biri bile eksik olursa göz işlevini yerine getiremez. Bu yüzden
yaratılışçılar şöyle der: “Madem ki göz görebilmek için tüm bu karmaşıklığa bir
seferde sahip olmak zorundadır, göz evrim süreci yoluyla, yani miniminnacık
adımların aradan geçen binler yıl boyunca birikmesi yoluyla vücuda gelemez.
Demek göz organı bir anda Allah tarafından yaratılıyor.”
Bir evrimci
için bir karmaşık tasarım olan gözün bir seferde evrim yoluyla ortaya çıkması
normal vites arabanın bir şimşek çarpması yoluya tümden dönüşerek otomatik
arabaya evrilmesi gibidir ki, evrim kuramı böyle bir seferlik kökten
dönüşümleri, yani mucizeleri, reddetmek üzere kuruludur.
Richard
Dawkins ise bu kitabında göz organının yüzde yüz görmeden yüzde elli görmeye,
oradan da yüzde on beş görmeye görmeye, oradan da yüzde bir görmeye, oradan da
yüzde sıfır sıfır sıfır nokta bir görmeye indirgenebileceğini ispat etmeye
çalışır. Yani Dawkins’e göre göz organı miniminnacık evrimsel adımlarla aşama
aşama inşa edilebilir.
Buna örnek
olarak da içinde ışığa duyarlı bir çukur açılmış bir hücreye son derece basit,
şeffaf miniminnacık bir göz merceğinin basit bir mutasyonla eklenebileceğini ve
böylece bu canlıda yüzde sıfır sıfır sıfır nokta bir görmenin ortaya
çıkabileceği iddiasını getirir. Yani gözün karmaşık tasarımını oluşturan tüm
parçalar basit ve şeffaf göz merceğinden başlayarak canlıya adım adım
eklenebilir ve canlı nihayetinde yüzde bir görmeden yüzde yüz görmeye miniminnacık
adımların yüzbinlerce yıl birikmesi yoluyla ulaşabilir. Yani göz organını
açıklamak için mucizelere ihtiyaç yoktur.
Dawkins’in
göz oluşumu hususunda sunduğu akıl yürütmeye şöyle itiraz etmiştim: “bir
canlıya, örneğin bana, dışarıdan bir hamleyle bir gözlük eklemek çok kolaydır.
Yani gözüme basit bir gözlük takmak benim için çok ama çok küçük bir adımdır.
Ama eğer bu gözlüğün benim vücudumun içinden gelen bir hareketle oluşmasını
istersem vücudumdaki tüm organların ve sistemlerin bu gözlüğü ortaya çıkarmak
için seferber olması gerekir. Yani ışığa duyarlı bir çukura sahip bir hücreye
dışarıdan bir mercek eklemek çok kolay bir iştir. Fakat bu hücrenin kendi
içinden gelen bir hareketle bu merceği oluşturmasını istediğimizde, bu hücrenin
tüm parçalarıyla kendini merceği oluşturmak üzere dönüştürmesi gerekir ki
böylesi bir durum bir yıldırım çarpmasıyla normal vites bir arabanın tek bir
seferde tümden dönüşerek otomatik bir arabaya dönüşmesiyle eşdeğerdir. Yani bu
bir mucizedir ve evrim kuramıyla açıklanamaz.”
Göz merceğiyle ilgili gerçekleştirdiğim bu akıl yürütmeyi bir hücreyi oluşturan ve hücreye yeni bir işlev kazandırması gereken tüm organellerin ve proteinlerin evrim süreci yoluyla miniminnacık adımlarla oluşması iddiasına uyguladığımızda evrim kuramının materyalist yorumu tamamen çöküyordu. Yani örneğin bir hücreye ona yeni bir işlev kazandıracak en basit bir proteinin eklenmesi hücrenin tüm eski parçalarının yeni işleve göre kendini yeniden ayarlamasını mecbur kılıyordu ki, bu hücrenin evrimini sağlayan ve son derece basit olduğu iddia edilen tüm mutasyonların aslında son derece karmaşık işlemler olduğunu söylemek demekti.
IX.
Evrim süreci basitten karmaşığa giderek canlıya yeni işlevler eklenmesi sürecidir. On adet işlevi olan bir canlıya on birinci bir işlev yüklemek… Fakat bir canlıya yeni bir işlev yüklemek matematiksel bir toplama yapmaya benzemez. Matematiksel toplamada on tane bir rakamının yanına bir tane daha bir rakamı eklersiniz ve on bir sayısına ulaşırsınız. Canlıdaysa tüm işlevler birbirine organik bağlarla bağlıdır. Buna işlevsel entegrasyon denir. Yani on işlevi olan bir canlıya yeni bir işlev eklemeye çalıştığınızda bu yeni işlev eski işlevlerle etkileşime girmek ve bir yandan eski işlevlerin unsurlarını dönüştürmek, bir yandan da kendisi eski işlevlere göre dönüşmek zorundadır. Ta ki canlının organik bütünlüğü korunabilsin. Evrimin tanrıtanımaz yorumunu çökerten husus budur. İnsan evrim yoluyla meydana çıkıyor olsa da, canlıdaki işlevleri ve bu işlevleri görmeyi sağlayan unsurları, örneğin proteinleri, işlevsel entegrasyon altında tutan kuşatıcı bir ilim, bilgelik (hikmet), irade ve kudret olmak zorundadır ki biz bu kökene Allah diyoruz.
X.
Çok daha
sonrasında biyoloji ve evrim hususunda okumalarımı derinleştirdikçe biyoloji
biliminin ve evrim kuramcılarının canlılardaki işlevsel entegrasyonun kaynağı
ve evrimin her adımında bu entegrasyonunun nasıl korunuyor olduğu hususunda
–Allah’a referans vermedikleri sürece- acz, hayret ve sessizlik içinde
kaldıklarını gördüm.
Bir örnek vereyim: Yüksekokullar için yazılmış çok iyi bir anatomi ve fizyoloji ders kitabından parmağımda açılan kanayan bir yaranın nasıl bedenimce tedavi edildiğini etüt ettim. Parmağımda kanayan küçük bir yara açıldığında vücudumdaki tüm organlar –üreme organları dahil- yarayı tedavi etmek için bir seferberliğe başlar. Ve yara tamamen kapanana kadar bu seferberlik sürer. Yani bu süreçte bedenimin tüm organları parmağımın varlığına hizmet eder. Bu ders kitabı örneğin böbrek üstü bezlerin yarayı kapamak için nasıl hormon salgıladığını, bu hormonun nasıl kana karıştığını, kandaki bu hormonun parmağa nasıl ulaştırıldığını, bu hormonun diğer organlardan gelen unsurlarla nasıl etkileşime girdiğini, vs yani tüm mekanizmaları anlatıyordu. Kitap aynı mekanizma anlatma süreçlerini yarayı kapamak için harekete geçen pankreastan yaraya kadar ulaşan süreçlere de uyguluyordu. Yani yaranın kapanmasına hizmet eden tüm mekanizmaları ayrı ayrı etüt edebiliyorduk kitabı okuyunca. Fakat kitabın sessiz kaldığı husus yara açıldığında tüm organlardaki ayrı ayrı mekanizmaları ortak bir hedefe kitlenmiş gibi işlevsel entegrasyon altında tutan ilim, irade, kudret, rahmet ve bilgelikti. Mekanizmaları bilim yoluyla biliyorduk, fakat bu mekanizmaların iplerini elinde tutan kaynak hakkında Allah’a referans vermeyen bilim yoluyla hiçbir şey konuşamıyorduk.
XI.
Aynı acziyet ana rahminde gelişen tek hücreli embriyonun farklılaşma süreçlerini anlama çabasında da tezahür ediyordu. Ana rahminde döllenen tek hücreli canlı bir süre boyunca çoğalır ve kendine özdeş hücreler üretir. Fakat bir an gelir ve sihirli bir şey olur. Zigottaki ayrı ayrı hücreler bir yerden emir almış gibi her biri ayrı protein salgılamaya başlar ve kimi kemik hücresi, kimi beyin hücresi, kimi mide hücresi olacak şekilde dönüşmeye başlar. Burada da bu dönüşüm süreçlerini oluşturan mekanizmalar ve mekanik neden-sonuç ilişkileri hakkında konuşabiliyor, fakat bu mekanizmaları işlevsel bütünlük arz edecek şekilde koordine eden el hakkında Tanrı’ya referans vermeyen bilim yoluyla anlamlı tek cümle edemiyorduk. Evelyn Fox Keller’ın çığır açıcı Genin Yüzyılı adlı kitabında söylediği gibi: dışarıdan bir tasarımcı olduğunda böylesi sistemler kurulabiliyordu. Fakat canlının içinden gelen bir hareketle böylesi oluşumlar inşa edilemiyordu.
Bir örnek
daha vermem gerekiyorsa… En basit formuyla ilk hücrenin zarının nasıl oluşmuş
olabileceği hususunda bile zır cahildik. Hücre zarının özelliği, sanki hücrenin
içinde olup bitenlerden tamamen haberdarmış gibi hücreyi dış tehditlerden aktif
bir biçimde koruması, hücrenin metabolizması için ihtiyaç duyulan maddeleri
aktif bir biçimde hücrenin içine alması ve hücreye zarar verebilecek maddeleri
aktif bir biçimde hücrenin dışına çıkarabilme yeteneğiydi. Hücre bu yetenekleri
nasıl kazanabiliyor ve nasıl koruyordu. Bu konuda da zır cahildik. Stuart
Kaufmann’ın ilk hücrenin oluşumu üzerine spekülasyonlarını dile getirdiği
Fiziğin Ötesimde Dünya adlı kitabını etüt ettiğinizde bu acziyet kendini hemen
belli ediyordu.
Bu hususta
daha çok örnek verebilirim. Söylemek istediğim şu: an basit formunda bile olsa
bir organizmanın işlevsel entegrasyonunun nasıl oluştuğu, nasıl korunduğu,
nasıl çalıştığı ve evrim sürecinin her basamağında daha yüksek bir formda nasıl
inşa edildiği hususlarında modern biyolojinin iki yüz yıllık yoğun çabalarına
rağmen hala zır cahiliz. Bu işlevsel koordinasyonun bileşenlerini oluşturan
süreçleri birbirinden yalıttığımızda görünen mekanik neden-sonuç ilişkilerini
etüt edebiliyoruz. Fakat bu işlevsel entegrasyonun kendisi bizim için bir
muamma olarak kalıyor.
Elinize bir
anatomi kitabı alın. Aynaya bakın ve gözünüz, elleriniz, kafanız, kulaklarınız,
elleriniz, ayaklarınız, vs vs nasıl olup da canlıya hizmet ediyor diye sorun. Bir
anatomi kitabı alın ve mideniz, ciğerleriniz, beyniniz kalbiniz, vs vs nasıl
olup da ayrı işlevler üstlenip canlıyı ayakta tutuyor diye sorun. Bu işlevsel
koordinasyon nasıl kuruluyor, nasıl korunuyor ve nasıl çalışıyor? Modern
bilimin tüm başarılarına rağmen ünlü biyolog Claude Bernard’ın dediği gibi bu
hususta tamamen zırcahiliz. “sistemi bütünlüğünden yalıtıp ayrı ayrı süreçleri
etüt ettiğimizde herşey mekanik neden-sonuç zincirlerine göre oluşuyor. Ve bu
hususları anlayabiliyoruz. Ama sisteme bir bütün olarak baktığımızda sanki
dışarıdan bir el sürekli bu sistemi ayakta tutuyor. Bu sorunun cevabını vermek
biz biyologları tümden aşıyor.”
Rodin’in
ünlü heykelini bilirsiniz: heykelin merkezinde sevişen bir çift vardır. Ve
Tanrı’nın elleri bu sevişen çifti şefkatle sarmalamıştır. Canlılarda da durum
sanki bu heykeldeki gibiydi: canlıyı sarıp sarmalayan ve bizim bilim yoluyla
hakkında konuşma yeteneğimiz olmayan koruyucu bir elin kuşatıcılığı altında
yaşıyorduk canlılar olarak…
Bu acziyet bizi bütün bilimsel açıklamayı reddetmeye ve hemen Tanrı’ya bağlanmaya sevk edebilir. Oysa ben hem bilimi hem dini beraberce sahiplenmemiz gerektiğine inanıyorum. Ben böyle acziyetlerle karşılaştığımda Tanrı’nın yüceliğini ve celalini anarım. Fakat bu acziyetleri aşıp da bu muammalara bir yanıt verebildiğimiz zamanlarda Tanrı’nın anlaşılır bir evren yaratan güzelliğini ve cemalini anarım. Her iki durumda da Tanrı’ya inancım sarsılmaz. Celalini gördüğümde mucizeler…. Cemalini gördüğümde ise binlerce neden-sonuç zincirinden şahane varlıklar inşa ederken çıplak ellerini göstermemeyi becerebilen sanatkarlık…. İster açıklayabilelim, ister açıklayamayalım evrendeki her şey yüce ve güzel bir sanatkarın delilleridir benim için…
XIII.
Modern zamanlardan önce, yani Descartes ve Galileo’dan önce, Aristo’nun hakim olduğu zamanlarda, canlılardaki işlevsel entegrasyon bizi aciz bırakan bir muamma olarak görülmüyordu. Zira Aristo’nun evreni zaten canlı ve organikti. Tanrı evrenin ruhuydu. Ve böylesi bir evrende işlevsel bir entegrasyona sahip tikel canlıların meydana çıkması en tabii durumdu.
Fakat
Galileo ve Descartes modern bilimin temellerini atarken evreni bir bilardo
masasına benzettiler. Bilardo masasında amaç gözetmeden ve bir işlevi olmadan
hareket eden bilardo topları vardı. Hareketli bir bilardo topu duran bir
bilardo topuna çarptığında onu harekete geçiriyor, bu bilardo topu da yine amaç
gözetmeden başka bir bilardo topuna çarpıyor ve hareket böylece devam
ediyordu. Modern zamanlarda evrendeki
her varlığın bu bilardo topları gibi hareket ettiğinde inanıldı. Fakat bu
modelde bir çatlak vardı. Canlılar ve organizmalar bu modele göre
açıklanamıyordu.
Bu sebeple
yaşamın temeline işlevsel entegrasyonu koyan Kant, canlı organizmaların evrenin
içinde Tanrı’nın mühürleri olarak kavranması gerektiğini söyledi. Kant’a göre
Descartesçı-Galileci evrende, bilim adamları, en basit bir canlı otun bile
oluşumunu açıklamaktan aciz kalacaklardı. Ve modern biyolojinin Darwin’den
beridir geçen iki yüz yılında Kant haklı çıktı. İlk hücreyi oluşturamıyoruz.
Ana rahmindeki ceninin gelişimi hususunda zır cahiliz. Bir canlıya evrim
yoluyla en basit bir göz merceği takmak için bile canlının tüm alt-sistemlerini
tek hamlede dönüştüren büyük mucizelere muhtacız.
Kant bu
tartışmasında organizmaları sadece Tanrı’nın mührü olarak görme yeteneği
kazanabildiğimizi söylemedi. Aynı zamanda bu organizmaları temaşa ederek
Tanrı’nın sıfatları hususunda da bilgi sahibi olabileceğimizi, Tanrı’yı bu
yolla içimizde hissedebileceğimizi de öne sürdü. Fakat Kant canlı
organizmalarda tezahür eden bu tanrısal sıfatların ne olduğu hususunda detaya
asla girmedi.
Benim anladığım kadarıyla Bediüzzaman evrende tezahür eden Tanrısal sıfatları ifşa ederken Kant’tan devraldığı mirasa dayanıyordu. Bediüzzaman’dan hareketle organizmalara baktığımızda onlarda hangi ilahi sıfatların tezahür ettiğini görürdük? Birkaç tanesini hemen sayayım: (1) canlıyı işlevsel entegrasyon yoluyla koruyup kollayan rablik ve rububiyet, (2) canlının her uzvuna sayısız işlevler takan hikmet ve bilgelik (3) canlının etrafındaki varlıkları canlıya hizmetkar eden rahmet (4) canlıya güzel bir biçim veren cemal ve ilahi güzellik (5) canlının her uzvunu ölçülü ve dengeli bir biçimde yaratan adalet (6) canlıyı en başta etrafındaki kabuğu yoluyla dış tehlikelerden koruyan hıfz, hafiziyet ve koruyuculuk (7) canlıya hayatta kalması için besin sağlayan rezzakiyet ve rızık vericilik, vs… Benim belagatim yeterli değil ama bir canlının vücudunda tezahür eden sayısız sıfatı zevk etmek istiyorsanız muhakkak Bediüzzaman’ın 30. Lema’sını etüt etmelisiniz.
XIV.
Canlılardaki
işlevsel koordinasyon Descaretsçı-Galileci evren tasarımı için ilelebet bir
muamma olarak kalacak olsa da, Kant, biyologlara bu işlevsel koordinasyonun
bileşenleri olan mekanik neden-sonuç ilişkilerini etüt etme çabasını sürekli
ilerletmeyi tavsiye etti. Bediüzzaman’ın da kainatta tezahür eden ilahi
sıfatları zikir ederkenki derdi, okurunu bilimden soğutmak değil, onu dindar
kalarak bilim yapmaya ve doğaya aşık olmaya sevk etmekten ibaretti.
Burada
şöyle bir soru açılıyor: bir yandan Allah’a ve onun yaratıcılığına inanırken
bir yandan da doğa yasalarına, doğadaki mekanik neden-sonuç ilişkilerine
dayanan doğa bilimini yapmaya nasıl devam edeceğiz? Yani Allah’a imanla doğa
yasalarına, evrim kuramına, mekanik neden-sonuç ilişkilerine imanımız nasıl beraberce
ve ahenk içinde devam edecek? Nasıl şizofren olmadan Allah’a imanla evrime
imanı ahenk içinde tutacağız zihinlerimizde?
Filozof
Schelling, Allah bizim kavrayışımızın çok ötesinde son derece yüce bir varlık
olduğu için, Allah-evren ilişkisini felsefi bir yolla değil de sembolik,
metaforik ve edebi bir yolla kavramamız gerektiğini söyledi. Ben burada
Allah-evren ve Allah-evrim arasındaki ilişkiyi zihnen ahenk halinde tutacak
birkaç sembol ve metafor zikretmek istiyorum. Bunların üçünü de Bediüzzaman’da
okumuş ve onun kişisel dehasının eseri sanmıştım. Fakat meğerse o da bu
metaforları kadim bilgelerden öğrenmiş. Ve kendine mal etmiş.
Platon
Tanrı’yı güneşe, mekanik neden-sonuç ilişkileriyle hareket eden evreni ise bir
nehire benzetti. Nehirde ve nehrin üstündeki kabarcıklarda sürekli güneş
yansıyordu. Güneşi Tanrı’ya, nehri tabiata, ve nehirdeki kabarcıkları kainatta
ortaya çıkan canlılara benzetirsek bir yandan bu kabarcıklarda yansıyan güneşin
Allah’ın tecellileri olduğunu söyleyebiliriz. Bir yandan da nehirdeki bir
kabarcıkların mekanik etki-tepki yoluyla önceki kabarcıklardan türediğini
söyleyebiliriz. Böylece Tanrı-evrim çelişkisi sona erer.
Sufiler
evreni bir aynaya benzetti. Bu aynanın Tanrı’ya bakan yüzü şeffaftı. Aynanın
arkası ise lekelerle ve isle ve pasla doluydu. Ki aynanın Tanrı’ya bakan
yüzünün şeffaf olması ve Tanrı’yı aksettirmesi için aynanın arka yüzünün isli
paslı olması gerekiyordu. Sufiler aynanın şeffaf yüzüne melekut, aynanın
karanlık yüzüne mülk adını verdiler. Melekutta her şey Tanrı’nın dolaysız
tecellisiydi. Mülk’teki is ve pas ise ondaki neden-sonuç ilişkileriydi. Ve
Tanrı’nın aynanın şeffaf yüzünde tecelli edebilmesi için aynanın arkayüzünün
is, pas ve leke içinde olması gerekiyordu. Yani evrende Allah tecelli ediyordu.
Fakat bu tecellinin arkayüzünde mekanik neden-sonuç ilişkileri, yani evrim
vardı.
Rönesans
düşünürleri kainata Allah’ın yazdığı bir kitap olarak bakıyorlardı. Eskiden
çizgili defterler olmadığı için yazarlar boş sayfanın altına çizgili bir levha
çeker ve böylece yazılarını eğip bükmeden düz bir hat şeklinde yazarlarmış.
Rönesans döneminde bu levhaya mistar, yani cetvel adı verilirmiş. İşte evren de
böylece Tanrı’nın yazdığı bir kitap olarak kavranabilir. Doğa yasaları ve evrim
kuramı ise Tanrı’nın evren kitabını yazarken düzeni gözetmek için kullandığı
bir mistar ve cetvel olarak…
Sanıyorum
bu ve böylesi metaforlara müracaat edersek, Tanrı’ya ve onun yaratıcılığına
iman ile doğa bilimlerine, doğa yasalarına ve evrim kuramına inanç arasındaki
tüm çelişki sona erer. Ve bir yandan Tanrı’ya inancın ve bir yandan bilime
inancın tüm meyvelerinden istifade edebiliriz.
Evrim
kuramıyla ilgili yaratılışçıların getirdiği eleştirilerden en önemlisi belki de
tanrıtanımaz evrimcilerin insanı evrende tesadüfen ortaya çıkmış, sefil bir
hayat sürmeye mahkum ve son olarak yok olup hiçliğe karışacak bir mahluk olarak
görmeleri… Evrim kuramından önce insanların Büyük Varoluş Zincirine inandığını,
bu inanca göre insanın Tanrı vekili olarak kutsal bir yere sahip olduğunu ve
insanı ölümsüz bir hayatın beklediğini söylemiştim. Evrim kuramı ise bu inancı
yerle bir etmişti.
Ben bu
tartışmada doğru bir konum alabilmek için Tanrı’ya referans vermeyen evrim
kuramının bir açmazından daha bahsetmek istiyorum: bilincin ortaya çıkış ve
gelişimi hikayesi…
Materyalist
kalarak bilincin oluşumunu açıklayabilmemiz mümkün değil. Aristo zamanında
maddenin ve evrenin bir ruhu olduğuna inanılıyordu. Fakat bugünkü doğa
bilimleri maddeyi, mekanik neden-sonuç ilişkilerini, fizik ve kimya yasalarını
materyalist temellerde algılıyorlar. Yani onlara göre fiziki doğanın bir ruhu,
bilinci, aklı, iradesi vs yok. Öyle olunca da evrim sürecinde hiç ama hiç
bilinci olmayan örgütlü bir maddeden aklı, iradesi, hafızası, hayal gücü,
muhakeme gücü ve yaratıcı yetenekleri olan ve amaçlar güdebilen bir bilincin ve
benliğin nasıl ortaya çıkabilmiş olduğu hususu tam bir muamma. Ünlü zihin
filozofu Dan Chalmers’ın dediği gibi bilinç hususunda kolay sorunun yanıtını
biliyoruz: “Bilinçle beyin arasında bir etkileşim var mı? Evet var.” Ama zor
soru hakkında anlamlı tek cümle edemiyoruz: “Beyindeki fizikokimyasal
etkileşimlerden ve ruhsuz mekanik neden-sonuç ilişkilerinden bilinç nasıl
türüyor? Bu konuda anlamlı tek cümle etme yeteneğine sahip değiliz.”
Hafızası,
hayal gücü, muhakemesi, iradesi ve yaratıcılığıyla insan bilincinin ortaya
çıkışını ve gelişimini ancak ve ancak kozmik ve tanrısal bir bilincin tecellisi
olarak kavrayabiliyoruz. Ve kozmik bilincin bir tecellisi olarak insanı diğer
tüm varlıklardan ayıran husus, maddi doğadan kendini ayrıştırabilmesi, doğayı
bilim yoluyla bilebilmesi ve kendini ve doğayı kralmış gibi dönüştürebilme
yeteneği… Yani insan genlerinin yüzde doksan beşi şempanzeyle aynı olmasına
rağmen, şempanzeden farklı olarak, insan yeryüzünün tamamına sanki yeryüzünün
kralıymış gibi müdahale edebiliyor ve onu istediği gibi şekillendirebiliyor. Bilincin
ancak ve ancak Tanrı’nın bir tecellisi olarak kavranabildiğini ve insanın
evrendeki bu özel yeri hesap edildiğinde, insan evrim yoluyla ortaya çıkmış
olmasına rağmen evrende ve Tanrı katında çok özel bir yere sahip. Yani evrim
kuramı öncesindeki statik Büyük Varoluş Zinciri harfiyle savunulamasa da
zamanda şekillenen evrim ağacının bildiğimiz son meyvesi olan insanın Tanrı
katında ve evrende hala çok özel bir yer tuttuğunuz söyleyebiliyoruz. Fiziksel
olarak evrenin kenarında kıyısındayız. Ve evrenin oluşumundan çok daha sonra
meydana çıktık. Fakat bir romanın tüm ağırlık merkezi nasıl romanın sonlarında
kıyıda köşede bir paragrafta dile getiriliyorsa ve bir ağacın en önemli parçası
olan meyvesi nasıl ağacın en uç noktasında ve mevsimin en sonunda ortaya
çıkıyorsa, biz insanlar da evrenin öylece bir ağırlık merkezi ve son
meyvesiyiz. Ve bu da insanı oldukça özel kılıyor. Yani statik değil ama dinamik
bir Varoluş Zincirine hala inanabiliyoruz.
Evrim
kuramı öncesinde Büyük Varoluş Zincirine inananların insana sonsuz bir yaşam
bahşedildiğini ve ahlaklı davranırsak cennete yoksa cehenneme gideceğimizi
savunduklarını söylemiştim. Bu düşünce hala geçerliliğini koruyor.
İnsanı sonsuz bir yaşamın beklediğine duyulan inancı besleyen daha önemli bir kanıt ise biraz önce organizmalarda tezahür eden ilahi sıfatlar… Canlılarda tezahür eden rahmet sıfatı onları ilelebet yok oluşa terk edemez. Canlılarda tezahür eden hikmet sıfatı canlıları ilelebet yok edemez. Canlılarda tezahür eden rububiyet sıfatı canlılara sonsuz bir önem ve yaşam vermiş olmak zorundadır. Canlılarda tezahür eden adalet sıfatı zalimi izzetinde, mazlumu zilletinde yok oluşa terk edemez. Vs. Burada kuru bir dille anlatabiliyorum fakat tabiatta ve canlılarda tezahür eden ilahi sıfatların insanın sonsuz varoluşuna nasıl kanıt sunduğunu gözleriyle görmek isteyen okur, muhakkak, Bediüzzaman’ın Haşir Risalesini etüt etmelidir.
XVI.
Son derece beceriksizce de olsa en başta evrim-yaratılış tartışmalarında kafası karışmış liseli gençlere hitap etmeye çalışan bu yazının nihai amacı dini söylem ve bilimsel söylem arasında yeni bir barış yaratmaktan ibarettir. Ben de Bediüzzaman gibi aklın nurunun felsefi bilimler, kalbinin ışığının dini ilimler olduğuna inanıyorum. Fakat bilim kapitalizmin, savaş sanayiinin ve teknolojinin hizmetinde çok yozlaştı. Oysa teknoloji üretmeye hizmet edebilse de, bilimin nihai amacı doğanın harikalarını temaşa etmek ve dünyanın büyüsünü hissetmekten ibaretti. Felsefeden, akıldan ve felsefi bilimlerden kopan din ise, çağımızda hurafe ve düşmanlık üretmekten başka bir şey yapmıyor. Oysa temiz bir Tanrı inancı evrensel sevginin, evrensel merhamet ve adaletin ve hayatın tüm musibetlerine rağmen mutluluk gözbebeklerini koruyabilmenin esas kaynağıdır. Batı’da yapıldığının tersine İslam’ın bilim ürettiği çağlarda din ve bilim birbiriyle barışık gelişiyordu. Tanrı’ya ve Adem babamıza inanan bilim adamları insanın evrim yoluyla meydana çıktığına da inanıyordu. Bu bakışa tekrar ulaşabilirsek İslam medeniyeti olarak insanlığa çok şey katacağımıza inanıyorum. Kutsalı ve dünyeviyi birbirinden radikal bir biçimde koparmış Batı dünyası da yaşadığı maddi konfora rağmen manen bir sefalet içinde yaşadığını hissedebiliyor. İslam medeniyeti olarak insanlığın bazı temel gerçekleri yeniden düşünmesini sağlayabiliriz. İnsan yaşamının birbirinden radikal bir biçimde koparılmış alanlarını yeniden bütünleştirebilir ve hayatta ahengi ve kutsanmış bir mutluluğu yeniden tadabiliriz. Bu yazıyı böylesi bir mutluluk hayali yazdırıyor.
XVII. EK
Bu makalede
evrim kuramının tanrıtanımaz yorumunun tıkandığı iki noktaya, materyalist evrim
kuramı içim muamma olarak kalmaya mahkum iki hususa işaret ederek fikirlerimi
geliştirdim: (1) işlevsel entegrasyon muamması ve (2) bilinç muamması. Oysa ben
Kara Kitap adlı çalışmamda, her iki muammanın da bilim yoluyla
açıklanabileceğini savunmuştum. Yapmamız gereken sadece iki değişiklikti: (1) biyoloji
tartışmalarında hiç gündeme gelmeyen kuantum mekaniğinin zorunlu sonuçları olan
kuantum dolanıklık yasasını ve gelecekteki kararların geçmişi etkileme
yeteneğini devreye sokmak ve (2) evrendeki mekanik neden-sonuç ilişkilerini
Spinoza’nın da savunduğu gibi tanrısal bir arzunun ve tanrısal bir düşüncenin tikel
tecellisi olarak görmeyi başarabilmek. Canlıya bu perspektifle bakıldığında,
organizma Bergson’un da savunduğu gibi bir yaşam atılımına (elan vitale) ve
insan bilincine benzer bir bilince sahip olur ve sürekli karmaşıklaşacak
şekilde kendini dönüştürebilir. Canlılığın oluşumuna ve evrim süreçlerinin
işleyişine dair benim bakışım Tanrı’yla barışık ve içinde açıklanamaz muammalar
taşımayan bir evrim kuramı geliştirmeye izin veriyor. Kuramsal olarak
tamamlanmış bir proje olmasa da, Kara Kitap’ta anlattıklarım evrim kuramının
muammalarıyla ilgilenen okura yeni ufuklar sunabilir. Kitabımı, tüm kusurlarına
rağmen, yayımlandığından beri aradan on yıl geçmiş olsa da, bugün bile tavsiye
edebiliyorum.
Saygılarımla…
0 Yorumlar