Bu makale 123 kez okundu.
Kİşİsİz Kİmlİk: İnsan İle maskesİ arasındakİ boşluk – Giorgio Agamben
![]() |
Giorgio Agamben / İtalyan fİlozof |
Başkaları tarafından tanınma arzusu insan
olmaktan ayrılamaz. Bu tanınma öylesine esastır ki, Hegel’e göre, herkes hayatı
pahasına onu elde etmeye hazırdır. Aslında söz konusu olan basitçe kendini
sevme ve tatmin meselesi değildir: daha çok, yalnızca başkalarının tanıması
aracılığıyla insanın kendini kişi olarak inşa edebilmesidir.
Persona’nın [kişi] kökeni “maske” anlamına
gelir ve birey maske aracılığıyla bir rol ve sosyal kimlik edinir. Roma’ da,
her birey kendisinin bir gens’e, bir soya bağlı olduğunu ifade eden bir adla
tanımlanıyordu, ancak bu soy da her soylu ailenin evinin avlusuna koyduğu
mumdan bir ata maskesiyle belirtiliyordu. Kısa bir adımla persona, tiyatro ve
sosyal hayatın ritüellerinde bireyin yerini tanımlayan “personalitil’ya
[kişilik] dönüşüverir. Persona en nihayet özgür insanın hukuki yeterliği ve
politik saygınlığını belirtmeye başlar. Kölenin ne atası, ne maskesi ne de adı
bulunduğuna göre, bir “persona·sı da, yani hukuki yeterliği de bulunamazdı
(servus non habet personam). Bu durumda tanınma mücadelesi maske mücadelesi
demektir, ama bu maske toplumun her bireyde tanıdığı “kişilik”le rastlaşır (ya
da kimi kez sessiz suç ortaklığıyla bireye yakıştırdığı “personaggio” -temsili
şahsiyet-ile).
Kişi olarak tanınmanın binlerce yıldır en
kıskançlıkla korunan, en önemli mülkiyet olması şaşırtıcı değildir. Başka
insanlar önemli ve gereklidirler, bunun başlıca nedeni beni tanıyabilmeleridir.
“Başkalarının” hassas göründüğü iktidarın da, başarının da, zenginliğin de son
tahlilde, sadece bu kişisel kimliğin tanınması bakımından anlamı vardır.
Rivayete göre Halife Harun Reşid’in Bağdat’ta tebdil gezmekten hoşlanması gibi,
şehrin sokaklarında dilenci kılığıyla dolaşmak elbette mümkündür. Ama adın,
başarının, zenginliğin ve iktidarın “benimdir” diye tanındığı bir an hiç
olmasaydı, bazı azizlerin tavsiye ettiği gibi, ömür boyu tanınmamış olarak
yaşasaydım, o durumda kişisel kimliğim ebediyen yitip gitmiş olurdu. Ancak
bizim kültürümüzde “kişi-maske”nin sadece hukuki bir anlamı yoktur. Ahlaki
kişinin oluşumunda da belirleyici bir katkısı olmuştur. Bu ilkin tiyatroda, ama
aynı zamanda etiğini aktör ile maskesi arasındaki ilişki üzerine kurmuş olan
stoik felsefede de gerçekleşmiştir. Bu ilişki çift taraflı bir gerilimle
tanımlanır: Bir yandan oyuncu yazarın kendisine verdiği rolü ne seçmeye ne de
reddetmeye heveslenebilir. Öte yandan rolüyle bir kalıntı bırakmaksızın
özdeşleşemez de. “Hatırla” diye yazıyor Epiktetos, uzun veyahut kısa bir
piyeste müellifin sana verdiği rolü oynayacak bir aktörsün. Eğer senin bir
dilenci rolü oynamanı münasip görmüşse elinden geldiği kadar iyi oynaman
lazımdır. Eğer bir topalın yahut prensin veyahut ayaktakımından birinin rolünü
oynamanı muvafık görürse, yine başka türlü hareket edecek değilsin. Zira
verilen rolü iyi oynamak sana düşer. Lakin bu rolü seçmek başkasına aittir.
Bununla birlikte oyuncu (onu paradigma olarak alan bilge gibi) rolüyle tamamen özdeşleşmemelidir, rolü kendi kişiliğiyle karıştırmamalıdır. “O gün çok yakın” diye uyarıyor yine Epiktetos “o gün oyuncular maskelerinin ve kostümlerinin bizzat kendileri olduğunu sanacaklar” (Dissertationes. ı, xxıx, 41). * Ahlaki kişi, böylece, sosyal maskeye hem bağlanmakla hem de ondan uzaklaşmakla kendini kurar: maskeyi çekincesiz kabul eder ve aynı zamanda aralarına neredeyse fark edilmeyecek kadar mesafe koyar. Belki hiçbir yerde, bu ikircikli jest ve insanla maskesi arasında açılan etik boşluk, oyuncu ile maskesi arasındaki sessiz diyaloğu temsil eden Roma resim ve mozaiklerindeki kadar açık bir şekilde görülmez. Oyuncu burada maskesinin önünde ayakta dururken ya da otururken tasvir edilmiştir, maskesi sol elindedir ya da bir kaideye yerleştirilmiştir. Gözlerini maskenin kör gözlerine dikmiş olan oyuncunun idealize edilmiş tavn ve dalgın ifadesi aralarındaki ilişkinin özel anlamına tanıklık eder. Bu ilişki modern çağın başlarında Commedia dell’Arte oyuncularının-il Sivello olarak bilinen Giovanni Gabrielli, Arlecchino olarak bilinen Domenico Biancolelli, yine Arlecchino olarak bilinen Tristano Martinelli’ninportrelerinde kritik eşiğine-ve düşme noktasına-ulaşır. Artık oyuncu, elinde tutarken gösterildiği halde maskesine bakmamaktadır. İnsan ile “kişi” arasında klasik temsillerde son derece silik olan mesafe, oyuncunun seyirciye yönelttiği kararlı ve sorgulayıcı bakışın canlılığıyla vurgulanmaktadır.
xıx. yüzyılın ikinci yarısında polisin
kullanmaya başladığı tekniklerde, kimlik kavramını kesin bir dönüşüme uğratan
beklenmedik bir gelişme meydana gelir. Bu noktadan itibaren kimliğin aslen
tanınmayla ve kişinin saygınlığıyla ilgisi kalmaz. Onun yerine başka türde bir
tanınmayı sağlama ihtiyacına cevap vermektedir: polis memurunun sabıkalı
suçluyu tanıması. Nüfus kütüklerine, veritabanlarına titizlikle kaydedilmeye
alışkın bizler ne fotoğrafı ne de kimlik belgelerini bilen bir toplumda kişisel
kimliği saptamanın ne kadar zor olabileceğini tasavvur edemeyiz. Sonuçta, xıx.
yüzyılın ikinci yarısında kendilerini “toplumun savunucuları” olarak görenlerin
başlıca meselesi oldu bu: “İtiyadi suçlu,” xıx. yüzyıl burjuvazisinde saplantı
haline gelen figürün görünüşü ve giderek yayılması. İngiltere’ de olduğu gibi
Fransa’ da da ilk suç (cezası hapisti) ile suçun tekrarını (kolonilere sürgün)
net bir şekilde ayıran yasalar çıkarıldı. Bir suç üzerine tutuklanmış kişiyi
kesin olarak teşhis edebilme ihtiyacı bu noktada yargı sisteminin işlemesi
bakımından şart halini aldı. Paris emniyetinde bir meçhul bürokrat olan
Alphonse Bertillon’u 187o’li yılların sonuna doğru antropometrik ölçüler ve
eşkal fotoğrafı üzerine kurulu bir suçlu teşhis sistemi ortaya koymaya iten de
bu ihtiyaç oldu. Sistem, birkaç yıl içersinde bütün dünyada Bertillonage olarak
ünlendi. Herhangi bir nedenle tutuklanma ya da gözaltına alınma durumunda
kalmış herhangi biri derhal çeşitli ölçümlere tabi tutuluyordu: kafatası,
kollar, el ve ayak parmakları, kulaklar ve yüz. Şüphelinin cepheden ve
profilden fotoğrafı çekiliyordu ve iki fotoğrafı, mucidinin portrait parle
adını verdiği sisteme göre teşhis için yararlı tüm bilgileri içeren “Bertillon
kartı” üzerine yapıştırılıyordu.
Aynı yıllarda Francis Galton (Charles
Darwin’in kuzeni) Henry Faulds’un (İngiliz koloni idaresinde bir bürokrat)
düşüncelerini geliştirerek-bir parmak izi sınıflandırma sistemi üzerinde
çalışmaya koyuldu. Sabıkalı suçluların teşhisinde hata ihtimali ortadan kalkacaktı
böylelikle. İlginçtir ki Galton, Bertillon’un antropometrik-fotoğrafi
yönteminin ateşli bir taraftarıydı ve İngiltere’ de de benimsenmesini
savunyordu. Ama bir yandan da parmak izlerini istatistiksel yolla
değerlendirmenin özellikle sömürge doğumlulara uygun olduğunu ileri sürüyordu.
Avrupalı bir göz yerlilerin fiziksel özelliklerini ayırt edemez, birbirleriyle
karıştırırmış. Bu usulün alelacele uygulandığı bir diğer alan da fuhuş oldu.
Çünkü antropometrik usullerin kadınlara uygulanması, rasgele cinsel ilişkileri
artırma endişesini beraberinde getiriyordu; uzun saçların ölçü almada zorluk
çıkarması da caba. Muhtemelen bu türden ırksal ve cinsiyet önyargılarına bağlı
düşünceler, Galton yönteminin sömürge ortamının ötesine ya da ABD durumunda
Afrika ya da Asya kökenli vatandaşların ötesine uygulanmasını geciktirdi. Ama
xx. yüzyılın ilk iki onyılına gelindiğinde sistem bütün dünyaya yayılmıştı ve
1920’li yıllardan itibaren Bertillonage’ın yerini almaya ya da onunla birlikte
kullanılmaya hazırdı. İnsanlık tarihinde kimlik artık ilk kez toplumsal
“kişiliğin” ve onun başkalarınca tanınmasının bir fonksiyonu olmaktansa
kendisiyle hiç ilgi kurulamayacak biyolojik verilerin fonksiyonu durumuna
gelmişti. İnsanlar kendilerine mahrem ve paylaşılmazcasına ait ama herhangi bir
şekilde özdeş olamayacakları bir şeye kimliklerini teslim etmek üzere yüzyıllar
boyunca tanınabilirliğin temeli olan maskeyi çıkarmıştı. Artık, “başkaları,”
ahbaplarım, dostlarım ya da düşmanlarım tanınmamı garantilemiyor. Gene de
taktığım sosyal maskeyle rastlaşmayı engelleyecek etik dirayetim bile böyle bir
tanınmayı garantilemiyor. Kimliğimi ve tanınabilirliğimi tanımlamak artık bir
polis karakolunda bir kağıt üzerine mürekkepli başparmağımın bırakış olduğu
anlamsız arabesklere kalıyor. Yani benimle zerrece alakası olmayan, kendisiyle
ya da kendisi üzerinden başka bir şeyle hiçbir durumda özdeşleşemeyeceğim ve
mesafe de alamayacağım bir şey bu: çıplak hayat, saf bir biyolojik veri.
Antropometrik teknikler suçlular için
düşünülmüştü ve uzun süre de onların devredilemez ayrıcalıkları olarak kaldı.
ı943’te bile ABD Kongresi tüm vatandaşlar için parmak izli kimlik kartları
kullanımını hedefleyen Citizens Identif ication Act’i reddetmişti. Ama
suçlular, yabancılar ve Yahudiler için icat edilmiş ne varsa eninde sonunda
bütün insanlara eksiksiz uygulanacaktır kuralı uyarınca; sabıkalı suçlular için
geliştirilmiş teknikler xx. yüzyıl boyunca bütün vatandaşlara yayılmaya
başlamıştır. Kimi kez parmak izinin de eşlik ettiği eşkal fotoğrafı dünyanın
her ülkesinde kademeli olarak zorunluluk halini alarak kimlik kartının (bir tür
yoğunlaştırılmış “Bertillon kartı”) bütünleyici parçası haline geldi. Fakat en
ileri adım ancak günümüze gelindiğinde atıldı ve halen devam ediyor. Optik
tarayıcıyla çabucak parmak izi almak ve retinanın ya da irisin modelini
çıkarmak gibi biyometri teknolojilerindeki gelişme sayesinde biyometrik
aygıtlar polis karakollarından ve göçmen bürolarından dışarı çıkıp günlük
hayatımıza nüfuz ediyor. Bazı ülkelerde öğrenci yemekhanelerinin, liselerin ve
hatta ortaokulların girişleri çoktandır öğrencilerin ellerini dalgınca
koydukları bir optik biyometri aygıtıyla düzenleniyor (günümüzde çılgın bir
gelişme gösteren biyometrik sektörün endüstrileri vatandaşların küçük yaşlardan
itibaren bu tür kontrollere alışmasını tavsiye ediyor). Fransa’ da ve diğer
Avrupa ülkelerinde, teşhis unsurlarını (parmak izi ve dijital fotoğraf) ve
ticari anlaşmaları kolaylaştırmak için imza örneğini içeren elektronik bir
mikroçiple donatılmış yeni biyometrik kimlik kartı (ıNES) hazırlanıyor. Siyasi
iktidarın yönetme yordamlarına (laf yönetimselliğe gelince nedense liberal
paradigmalarla devletçi paradigmalar ağız birliği ederler) doğru sürüklenişinin
önlenemez bir parçası olarak Batı demokrasileri, kamu sağlığını idare etmek
kadar güvenliği sağlamak ve suçu önlemek amacıyla da her vatandaşın DNA
arşivini kurmaya hazırlanıyor.
Bütün vatandaşlarının genetik ve
biyometrik bilgilerini elinde tutan bir iktidarın mutlak ve sınırsız kontrole
sahip olmasında yatan tehlikelere pek çok yerden dikkat çekildi. Bu bilgileri
elde bulundurmanın gücüyle-kıyaslanamayacak kadar yetersiz belgeler üzerinden
gerçekleştirilen-Yahudi kıyımı (ve düşünülebilecek her türlü soykırım) köklü ve
inanılmaz hızlı olurdu. Hatta, gözlerden tamamen uzak uygulandığından, öznenin
vücut yapısı üzerinden biyometrik ve biyolojik teşhis süreçlerinin sonuçları
elbette çok daha ağır olur. Tümüyle biyolojik olan bilgiler üzerinden ne gibi
bir kimlik oluşturulabilir? Kişisel bir kimlik değil tabii ki. Çünkü bu, toplumsal
grubun diğer üyelerinin tanımasına ve bunun yanı sıra bireyin sosyal maskeyi
ona indirgenmeden takabilmesine bağlıydı. Eğer son tahlilde kimliğim artık
hiçbir şekilde irademe bağlı olmayan ve Üzerlerinde herhangi bir kontrolümün
olmadığı biyolojik olgularla belirleniyorsa kişisel etik gibi bir şeyin
kurulması problematik olur. Parmak izlerim ya da genetik kodumla ne gibi bir
ilişki kurabilirim? Bu tür olguları nasıl benimseyebilirim ya da onlarla arama
mesafe koyabilirim? Yeni kimlik kişisiz bir kimliktir, bunda algılamaya alışkın
olduğumuz etik alanın anlamı kaybolmuştur ve sil baştan düşünülmesi gerekir. Bu
oluncaya kadar, yüzyıllar boyunca Batı etiğini yöneten kişisel etik ilkelerde
genel bir çöküş beklemek yerinde olur.
İnsanın çıplak bir hayata indirgenmesi
bugün öylesine sorgusuz sualsiz kabullenilmiştir ki artık devletin
vatandaşlarında tanıdığı kimliğin temelinde bulunmaktadır. Ne bir adı ne uyruğu
olan, artık sadece koluna kazınmış bir numaradan ibaret olan Auschwitz sürgünü
gibi, meçhul kitle içinde kaybolmuş ve potansiyel bir suçluya indirgenmiş
çağdaş vatandaşı da, biyometrik verilerinden, ve en nihayet busbulanık ve
anlaşılmaz olmuş bir tür antik kaderden DNAsından başka tanımlayabilecek hiçbir
şey yok. Yine de insan, insani olanı süresiz bir şekilde geride bırakabilense,
insanlık dışı olanda hala hep bir tür insaniyet varsa, o zaman etiğin varlığı,
Batılı insaniyetin neşe ve dehşet karışımı bir duyguyla karaya oturduğu
post-tarihsel eşiğin aşırı uçlarında dahi mümkün olmalıdır. Her düzenek gibi
biyometrik teşhis de, aslında, açıkça itiraf edilmemiş bir mutluluk arzusunu
yakalıyor. Bu durumda kişi olmanın ağırlığından, kişinin bununla birlikte
taşıdığı ahlaki ve bir o kadar da hukuki sorumluluktan da kurtulma isteğinden
söz ediyoruz. Kişi (gerek trajik gerek de komik kılıklardaki) aynı zamanda
suçun taşıyıcısıdır ve dolayısıyla bunun gerektirdiği etik zorunlu olarak
çilecidir, çünkü bir ayrılma üzerine kurulmuştur (bireyin maskesinden, etik
kişinin hukuki kişiden). Yeni kişisiz kimliğin bir birleşmedense maskelerin
sonsuzca çoğaldığı yanılsamasını kabul ettirmeye çalışması bu ayrılığın
aleyhine işlemektedir. Bireyler saf bir biyolojik ve toplumdışı kimliğe
mıhlanma noktasına getirildikleri anda, onlara bütün maskeleri, internette
rastladığı kendilerine ait olamayacak artık ikinci mi olur, üçüncü mü olur ne
kadar hayat varsa kendine mal etme marifeti vaat edilmiş de olur. Buna bir
makine tarafından tanınmanın gelgeç ve neredeyse küstah hazzını da
ekleyebiliriz. Değil mi ki başka bir insan tarafından tanınmanın ayrılamaz
parçası olan duygusal sonuçlara katlanılmıyor. Metropolisin insanları
birbirlerine karşı samimiyetini yitirdikçe, birbirlerinin gözlerinin içine
bakamaz hale geliyorlar, aygıtla-ne ki onların retinalarına derinlemesine
bakmayı öğrenmiş olan bir aygıtla-sanal samimiyet geliştirerek teselli
buluyorlar. Bütün kimliği ve bütün gerçek aidiyeti kaybettikçe, Büyük Makine
tarafından, sonsuz ve ufacık varyantlarında-metro girişindeki turnikeden
ATM’lere, bankaya girerken ya da yolda yürürken onu iyiliği için gözetleyen
kameradan garajının kapısını açan aygıta, ta ki onu olduğu gibi her zaman ve
her yerde şaşmadan tanıyacak müstakbel mecburi kimlik kartına kadar-tanınmaktan
memnun oluyorlar. Eğer Makine beni tanıyorsa, en azından görüyorsa, buradayım;
eğer ne uyku ne de uykusuzluk bilen ama ebediyen tetikte olan Makine yaşadığımı
teyit ediyorsa yaşıyorum; eğer Büyük Bellek benim sayısal ya da dijital
verilerimi kaydettiyse unutulmam.
Bu haz ve kesinliklerin sahte ve hayali
olduğu ortada, bunları her gün bizzat yaşayanlar en iyi bilir. Tanınma nesnesi
bir kişi değil de sayısal bir veriyse tanınmanın anlamı gerçekten nedir? Beni
tanıyor gibi görünen aygıtın ardında başka insanlar oturmuyor mu acaba? Belki
beni tanımak değil de sadece kontrol etmek ve suçlamak istiyorlardır. Peki
ortada ne bir gülümseme ne bir jest varken, ne nezaket ne de sükut varken, sırf
biyolojik bir kimlik aracılığıyla nasıl iletişim kurulabilir? Bununla birlikte,
tarihin hiçbir zaman geçip gitmiş bir duruma geri dönemeyeceğini öngören kural
uyarınca, yakınmadan ve umut da etmeden, kişisel kimlik kadar kişisiz kimliğin
de ötesinde, insani varlığın yeni figürünü aramaya hazırlanmalıyız. Ya da belki
aramamız gereken yaşayan varlığın figüründen ibarettir, biyometrik facies’in
ötesinde olduğu kadar maskenin de ötesindeki o yüz. Henüz bu figürü
göremiyoruz, ama sezgisi rüyalarımızda olduğu kadar zihin karışıklıklarımızda
da, sağduyumuzda olduğu kadar bilinçdışımızda da bizi birdenbire ürkütüyor.
Giorgio Agamben
Kaynak: Çıplaklıklar
0 Yorumlar