![]() |
Gürgün Karaman |
“Karanlık bir gece, dalgaların korkusu ve böylesi bir girdap ortasında, Bizim hâlimizi nereden bilsin sahilde yükü hafif olanlar?”
Hâfız’ı bir cümlede anlatmak gerekirse, aşkın ayetlerini gündelik dilin kıvrımlarında okuyan ve yazan bir arif derim. Şiirinde duygu ile düşünce aynı anda çalışır; kalbi yükseltirken aklı keskinleştirir. Onu okurken yalnız bir lirizme değil, zarif bir düşünme biçimine girersiniz. Gül ve bülbülün, kadeh ve sâkînin, sabâ rüzgârı ve feleğin arasından hakikate açılan bir kapı aralanır. Bu kapıdan geçmek, tek bir yorumu değil, anlamın katmanlarını birlikte taşımayı gerektirir. Hâfız’ın dünyasında şarap hem meclisin neşesi hem de ilahî sarhoşluğun simgesidir; rindlikle zâhidlik aynı beyitte tartıya çıkar; insanın talihi yıldızların dilinde konuşur ama asıl imtihan “şimdi ve burada”dır. Akıl Defteri Aşk Ayeti: Alevilik adlı üç ciltlik eserime onun bir mısrasındaki terkibi vermiştim: Divanın 24. gazel 24’te. Gazelde şu beyit geçiyor: “Ey akıl defterinden aşkın âyetini öğrenen, / Korkarım bu inceliğin hakikatini bilemeyeceksin.”
.jpg)
Hâce Şemseddin Muhammed Hâfız-ı Şîrâzî, XIV. yüzyılın Şîrâz’ında doğup büyüdü. Kur’an’ı ezberlediği için Hâfız lakabını aldı; İran’da yüzyıllardır Lisânü’l-Gayb, yani “gaybın dili” diye anılır. Ününü gazelleriyle yaydı; bu gazellerde dünyevî aşk ile ilahî aşk yan yana titreşir, iki kanat birlikte çırpar. Hafız'da sembolik dil ve diyalektik işleyiş bambaşkadır. Yeri geldiğinde meyhane bir harâbât, yani benliği yıkan bir eşik olur. Pîr-i Mugân, sıradan bir kadeh sunucusu değil, iç aydınlanmanın rehberidir olur. Câm-ı Cem, masalın pırıltısı değil, basiretin aynası olur. Hâfız’ın şiiri bu yüzden ikili bir okumaya çağırır. Beyti hem dünyevî hem de irfanî katmanda yokladığınızda, mısraların içine saklanmış ikinci bir kapı daha açılır. Tek anlam dikte etmez; okurun ufkunu sonsuzluğun sınırlarına kadar genişletir.
Hâfız’ın aklı, karşıtlıklarla düşünür. Rind ile zâhidin çekişmesi, estetik bir süs değil, etik bir soruşturmadır. Rind, içtenliğin ve özgürce yaşamanın temsilidir; zâhidlik ise şekle takılıp ruhu ıskalayan şekilci bir dindarlığı işaret eder. Bu karşıtlıklar, okura şu ince dersi fısıldar: İnsanın kemali, bedeni/biçimi tamamlamakla değil, hakikatin ağırlığını taşıyan bir zarafet kurmakla ilgilidir. Çünkü "İnsan, bedenden fazlasıdır. (Sühreverdî). Hâfız’da talihin dili de dikkat çekicidir. Felek, Zühre ve Kamerin gölgesi, talihin iniş çıkışlarına bir sahne kurar; fakat şair her seferinde aynı noktaya döner: İnsan, kısa zamanda ganimet bilmesi gereken bir imtihanın içindedir. Bu yüzden “ganimet bil” çağrısı, hevesin değil, farkındalığın çağrısıdır.
Hâfız’ın şiirini okumanın pratik bir yolu, açılış mısraını anahtar kabul etmektir. Şair çoğu kez ilk mısrada hem temayı hem tonu kurar. Sonra mazmunları görünür kılmak iyi gelir. Sâkî, sabâ, zülf, ben, câm, bülbül ve gül, felek ve yıldızlar… Bu imgelerin her biri anlamı taşıyan küçük menteşeler gibidir. Onları işaretleyip şiir boyunca izlediğinizde gazelin iç mimarisi belirginleşir. Ardından ikili okuma başlar. Aynı beyti önce dünyevî anlamıyla, sonra tasavvufî çağrışımlarıyla içinizden tekrar etmek, Hâfız’ın nefesini yakalamanın en güvenli usulüdür. “Ey sâkî, doldur kadehi” dendiğinde, bu cümle hem meclisin neşesine çağrıdır, hem de ilahî feyzin gönle dökülmesi için bir niyazdır. Bu ikilik, bir çelişki değil, şiirin hayatla akrabalığıdır.
Hâfız’ın dilinde musikî anlamın ortağıdır. Kafiye, redif, iç ahenk ve simetri, söyleyişi yalnızca süslemek için değil, düşünceyi taşımak için çalışır. Bu yüzden güzel bir sesle okumak, sırf kulak zevki değil, anlama tekniğidir. Ses, kelimenin içini açar, kelime sese mânâ taşır. Hâfız’ı yüksek sesle okumayı deneyen okur, mısraların iç ritminin düşünceyi nasıl şaha kaldırdığını kısa sürede fark eder. Şiirin iç musikîsi, şairin akıl defterinin çizgilerini görünür kılar. Hâfız’ın gazellerinde yer adları da birer işaret taşına dönüşür. Şîrâz, Ruknâbâd, Musallâ gibi somut mekânlar, şiirin gerçek topografyasını hatırlatırken aynı anda ruhun menzillerine dönüşür. Sabâ rüzgârı mevsimlik bir esinti değil, haberi taşıyan görünmez aracı olur. Bülbül ile gül, âşık ile mâşukun kadim hikâyesini tekrar ederken, her tekrarda yeni bir tını bulur. Muhtesip figürü, rindin karşısında dar görüşün gölgesini taşır; pîr-i Mugân ise zorlama bir düzen koymaz, gözün göremediğini gönle sezdirir.
Bu şiir dünyasının Avrupa’daki en parlak yankılarından biri J. Wolfgang von Goethe’de duyulur. Goethe, Doğu’ya merakı ve Fars şiiriyle tanışması sayesinde Hâfız’ı keşfeder; onu yalnızca “okuduğu” bir şair olarak değil, ruh ikizi gibi benimser. Hâfız’ın gazelerindeki özgür neşe ile vakar, dünyevî lezzet ile metafizik derinliği aynı anda taşıyan denge, Goethe’nin kendi şiir arayışında bir pusulaya dönüşür. Bu buluşmanın en somut meyvesi, Doğu ile Batı’yı bir masada buluşturan West-östlicher Divan’dır (Doğu-Batı Divanı). Goethe bu eseriyle, Alman şiirine gazelin nefesini, sâkî ve meyhane sözvarlığının simgesel hazinesini, rind–zâhid karşıtlığının ironisini taşır. Divan’daki “Hâfız’a mektuplar” tadındaki hitaplar, Hâfız’ı bir üstad gibi değil, eşit bir dost, bir “ikiz ruh” olarak görmenin işaretleridir; şair, kendi “Hatem” personasıyla Hâfız’la karşılıklı bir sohbet kurar. Şarap, kadeh, gül ve bülbül motifleri Divan’da artık Avrupa dillerinde konuşur; ama Hâfız’ın asıl tesiri taklitte değil, ruhta belirir: çok-anlamlı mecazın disiplini, ironinin zarafeti, hevesle hikmetin aynı mısrada buluşması. Goethe, bu sayede yalnız Doğu’yu “estetik bir egzotizm” olarak değil, düşünce ve duygu için eşit bir ufuk olarak kurar. Divan’ın “Suleika” bölümünde aşkla konuşan ses, Hâfız’ın aşk dilinin Avrupa’ya çevrilmiş hâli gibidir; “Sâkî”ye seslenen şiirlerde ise meyhane artık bir sarhoşluk mekânı değil, varlık bilincinin açıldığı bir dergâha dönüşür. Goethe’nin Hâfız’dan aldığı en kalıcı ders, formdan önce bir tutumdur: dünyaya hem akılla hem aşkla bakmak, hayatı ne yalnız hazza ne yalnız vazifeye indirgemek, iki ucu birlikte taşımak. Bu yüzden Hâfız, Almanların en büyük şairine ilham vermekle kalmaz; şiirin Avrupa’da da çoğul bir mekân olabileceğini kanıtlar.
Bugünün okuru için Hâfız’ın kıymeti burada daha da belirginleşir. Tek cevaba kapanmayan bir yorum terbiyesi verir; anlamı çoğaltırken ölçüyü kaybetmez. Ne katı ahlâkçılığa sığınır, ne başıboş hevesi över; zarafetle özgürlüğün dengesini kurar. Dil tasarrufunu öğretir; az sözle geniş mana kurmanın sanatını gösterir. Bir de modern yorgunluğa iyi gelen bir nefes açar. Rindliğin neşesi, yoksunluğu haysiyetle taşımak, talihi göğüslerken umudu kaybetmemek, Hâfız’ın şiirinde sadece estetik etki değildir; yaşam bilgisidir.
Bir beyiti örnek almak anlamın nasıl çoğaldığını gösterir: “Karanlık bir gecede, korkunç dalgalar ve girdaplar içinde bizim hâlimizi nereden bilsin, yükü hafif sahil ehli?” Burada görünen anlam gayet açıktır; fırtınadakiyle kıyıdakinin dünyası farklıdır. Derindeki çağrışım daha öğreticidir; deniz dünya, fırtına varlık imtihanı, sahil konfordur. Hâfız, iç yolculuğun zahmetini yaşamamış olana hüküm vermemeyi öğütler. Empati, yargıyı erteler; bilgi, tecrübeyle tamamlanır.
Hâfız’ı okurken elinizde bir akıl defteri bulundurun, ama sayfalarını gönlün şarabıyla ıslatın çünkü orada aşk mayalanmaktadır. Onun şiiri ne yalnız dinî ne de yalnızca dünyevî bir mekândır; ikisini birbirine açan bir köprüdür. Her gazel, küçük bir aşk ayeti gibi kanat çırpar; doğru okunduğunda hem içimizde hem dışımızda yeni ufuklar belirir. Hafız'ın bize ince çağrısı şudur: Kendini ve dünyayı tek bir gözle değil, iki kanatla gör; akıl ve aşk. Bu iki kanat, Hâfız’ın dilinde birbirini taşır. Biri olmadan öteki eksik, ikisi bir arada olduğunda insan tamdır. Şiir de ancak o zaman kendi hakikatini söyler. Bu hakikatte şair, Tanrı'nın nefesidir.
0 Yorumlar