ALBERT CAMUS’DEN HAREKETLE
İSLAM’IN VAROLUŞ ŞUURUNU DÜŞÜNMEK
Esat ARSLAN
29 Aralık 2024
28 Cemaziyelahir 1446
Bismillahirrahmanirrahim
I.
Bu
satırları Pamir için yazıyorum. Pamir bir dostumun on iki yaşındaki çocuğu. Çok
zeki, sosyal ve neşeli bir çocuk. Yakın zamanda felsefeye merak salmış.
Youtube’dan felsefe videoları izliyor, felsefe kitapları okuyormuş deli gibi.
Ve en çok sevdiği filozofun Albert Camus olduğunu söylüyormuş En mantıklı
filozofmuş Camus. Çünkü hayatta her şey çok saçma ve abes yani absürtmüş.
Pamir’in
daha on iki yaşında Camus’ye merak salması beni çok korkuttu. Elbette ki bu
yaştaki bir çocuğun ciddi şeylere merak salması ve haylazlık ve tembellik
yapmaktansa felsefe gibi yüksek kültür eserleriyle uğraşması beni sevindirir.
Ama Camus “felsefenin tek gerçek sorusu vardır: intihar” diyen ve hayatın özünü
saçmalıkta ve abeslikte yani absürtlükte gören bir filozof. Daha on iki yaşında
bunları düşünmeye başlamak ileride bu çocuğun hayatında felaketler açar mı diye
inanın çok korktum. Bir de Pamir’in ailesi dört kuşaktır Müslüman bir aile.
Albert Camus ise tam bir tanrıtanımaz. Bir Müslümanın Camus’ye hakim olması
beni çok sevindirir ama bir Müslümanın felsefe okuyup da İslam’dan çıkması beni
çok korkutan bir husus. Zira temiz bir İslam hayatın her alanına ışık tutan ve
insana zorlu hayat macerasında hayli kuvvet veren bir dünya görüşü.
Ben
de bunun üzerine en başta Pamir okusun diye bu denemeyi yazmaya karar verdim. Ne
kadar başarabilirim bilmiyorum, ama bu yazıda on iki yaşında bir çocuğun
anlayamayacağı hiçbir kelime kullanmamaya çalışacağım. Ama sanıyorum bu
denemenin gerek Camus uzmanlarına gerekse de ilahiyat profesörlerine
söyleyebileceği bazı sözleri olacak.
II.
Camus’yle
bir tartışmadan ibaret olan bu metinle Camus’ye savaş açmayı düşünmüyorum.
Aksine ben de Camus’yü okumuş ve onun felsefesini anlamış pek çok insan gibi
Camus’nun tanrıtanrımaz bir aziz olduğuna inanıyorum. Camus doğru dinin ayan
beyan sunulmadığı bir çağda, bozulmuş Hıristiyanlığın hakim olduğu bir çağda
yaşadı. Eserlerinde de görebileceğiniz gibi bu bozuk Hıristiyanlığın mensupları
evrendeki kötülükleri “Tanrı’nın günahlarımıza cezasıdır bu azap” olarak
görerek bu kötülüklerle savaşmayı reddeden bir dini anlayışa sahiplerdi. Böyle bozuk
bir inancı aklı başında, vicdan sahibi her insan reddeder. Ayrıca Camus hayatın
anlamını evrendeki kötülüklere karşı mücadelede bulan bir düşünür. Bu ideal ise
tam olarak İslam’daki cihad düşüncesinin özeti. Yani Camus kendini cihada
adamış bir düşünür. Bu sebeplerle ben Camus’yu İslam’daki “Lailahe illallah”ın
ilk kısmını söylemiş, yani ‘lailahe’ ‘Tanrı yoktur’ demiş, ama henüz ‘illallah’/’Allah’tan
başka’ kısmına varamamış cennetlik bir dostumuz olarak görüyorum. Ve her
Müslümanın Camus’den öğreneceği çok şey olduğuna, İslam’ı Camus’nun gözlükleriyle
yeniden görmenin şart olduğuna inanıyorum. Yani Camus’yle tartışırken derdim,
Camus’nün düşüncelerini tahrip etmek değil, Camus’nün gölgesinde İslam’ın
bizlere nasıl farklı ufuklar sunduğunun bir muhasebesini yapmak.
III.
Bu
tartışmaya Camus’nün iki temel fikriyle başlamak istiyorum: (1) Absürt
düşüncesi, (2) tabiat-tarih zıtlığı. Bu iki düşünce Camus’nün tüm felsefesinin
mihenk taşı olma vasfına sahip. Bu sebeple tartışmaya başlamadan önce bu iki
fikri kısaca tanıtmak istiyorum.
Absürt
fikri Camus’nün tüm felsefesini üzerinde yükselttiği temel fikirdir. Basitçe şu
anlama geliyor: bir yanda insanın özlemleri var. Bir yanda ise insanın
özlemlerine karşı sağır ve dilsiz olan akıldışı bir dünya… Absürt, bu insan ile
bu dünyanın ilişkisinin özü niteliğinde. Camus’nun sorduğu soru şu: “Madem ki
bu dünya özlemlerime karşı sağır ve dilsiz. Madem ki bu dünyada hiçbir özlemimi
gerçekleştiremeyeceğim. Bu dünyada yaşamamın bir anlamı var mı? İntihar, bu
sorunun en doğru yanıtı değil mi?
Camus’deki
tabiat-tarih zıtlığı ise kısaca şöyle: Camus’ye göre tabiat, yani yıldızları,
güneşi, ayı, atmosferi, ekosistemi, denizleri, nehirleri, dağları, bitkileri ve
hayvanlarıyla fiziki tabiat güzelliktir, iyiliktir, ölçüdür, dengedir ve
cömertliktir. İnsanın yarattığı tarih ise her türlü kötülüğün, aşırılığın,
dengesizliğin, köleliğin ve zulmün kaynağıdır. Yani Camus’de tabiat güzelliğin,
tarih ise çirkinliğin sembolüdür. Camus tarihteki kötülüklerin insan eseri
olduğunu söyler. Fakat tabiattaki güzelliğin olası kaynağı hakkında hiçbir şey
söylemez. Ben bu tartışmayı sürdürürken tabiattaki güzelliğin olası kaynağı hakkında
yeni fikirler beyan edecek ve bu kaynak doğru anlaşılırsa Camus düşüncesini
nasıl yeniden yapılandırmamız gerektiğin hususunda bazı öneriler getireceğim.
Şimdilik sadece Camus’de tabiat-tarih zıtlığının mihenk taşı bir fikir olduğunu
beyan etmekle yetinelim.
IV.
Camus’ye
göre absürt, hayatın en temel gerçeğidir. Yani özlemlerimize karşı sağır ve
dilsiz olan bir dünyada yaşıyoruz. Camus’ye göre bu gerçekten kaçmamalı, bu
gerçekle yüzleşmeli ve absürtle hesaplaşmanın bir yolunu bulmalıyız. Camus’ye
göre bu gerçeği sadece bir tanrıtanımaz kabul edebilir. Camus’ye göre inanan
bir dindar absürdü hissetmez. Çünkü ona göre, bir dindar absürtten korktuğunda
kendine hayatına sanal bir anlam sunan sahte bir Tanrı ve ölüm sonrasında
gideceği sahte bir cennet yaratır. Ve bu dünyanın gerçeklerinden kaçar, cennet
adına bu dünyanın güzelliklerinden vaz geçer ve gerçek kurtuluşu ölüm sonrasına
erteler. Oysa Camus’ye göre gerçek olan sadece bu dünyadır. Kurtuluş olacaksa
bu dünyada olacaktır. Ve insan absürdün dehşet vericiliğinden kurtulmak adına
bir Tanrı’ya ve ölüm sonrası cennete sığındığında yaptığı iş, korkunca annesine
sığınan bir çocuğa dönüşmekten ibaret olur. Oysa absürtle yüzleşmek olgun ve
cesur insanların işidir. Yani tanrıtanımazların…
V.
Ben
burada Camus’nün absürt fikrini detaylandıracak ve gerçek bir Müslümanın bu
duyguyla nasıl baş ettiğini izah edeceğim. Camus Hıristiyan dünyada doğmuş bir
düşünür. Ve bozulmuş Hıristiyanlıkta bu dünya ve bu dünyanın güzellikleri
şeytan işi pislik olarak kabul ediliyor. Ve Hıristiyanlık Tanrı’ya kanıt olarak
insana aklın düzenini aşan tabiatüstü mucizeleri sunuyor. Oysa İslam’ın Tanrı,
doğa ve dünya anlayışı bozulmuş Hıristiyanlıktan çok farklı. Benim iddiam odur
ki eğer Camus İslam dünyasında ortaya çıkmış bir düşünür olsaydı kendi temel
düşüncelerinde bazı farklılıklar olurdu. Ben bunları bir bir izah etmek
istiyorum. Sonda söylemem gereken şeyi baştan söylemek gerekirse, gerçek İslam
absürtten bir kaçış değil, Camus’nün de yapmaya çalıştığı gibi absürtle gerçek
bir hesaplaşma ve onu aşma çabasıdır.
VI.
Camus’ye
göre insanı absürt fikrine götüren üç kaynak var. Bunlardan birincisi kişinin
bazı bazı hissettiği absürt duygusu. Bu duygunun bazı bileşenleri var.
Bunlardan ilki, insanın bazen yaşadığı, hayatın monotonluğunu, mekanikliğini ve
tekdüzeliğini hissedip “hayatımın bir anlamı var mı?” sorusunu sorduğu
zamanlar.
Benim
iddiam odur ki gerçek bir Müslüman bu duyguyu yaşamaz. Zira onun günde beş
vakit kıldığı namaz ve her yıl bir ay tuttuğu oruç, onu bu monotonluktan,
mekaniklikten ve tekdüzelikten çıkarır. Ve kişi, bu ibadet anlarında, gündelik
hayatını kendisine sonsuz hayat verecek Tanrı’nın ve kutsalın huzurunda yeniden
anlamlandırır ve yeniden değerlendirir. Namaz ve oruç hayatın monotonluğunun
birer parçası değildir. Aksine her ikisi de bu monotonlukta bir kırılma ve
metafizik dünyayla temasa geçilip gündelik hayatın metafizik gölgesinde sağlamasının
yapıldığı anlardır. Bu yüzden gerçek anlamda namaz kılan bireyler, gündelik
yaşamlarına taze bir şevkle dönerler. Oruç da böyledir. On iki aylık
monotonlukta bir kırılma yaşayan bireyler, oruç ayında geçmiş yıllarını
kutsalın huzurunda yeniden anlamlandırır, kendilerine yeni yılları için ulvi
hedefler koyar ve oruç ayından sonra normal hayatlarına taze bir ruhla geri dönerler.
Ömür boyunca bir kere yapılması farz olan Hacc’da da durum böyledir. Hacc
seferinde insanlar geçmiş tüm ömürlerini ve Hacc sonrası yaşamlarını Allah’ın
huzurunda gözden geçirir ve tüm geçmiş ve gelecek hayatlarına taze bir anlam ve
değer katmış olarak Hacc sonrası hayatlarına genç bir ruhla dönerler.
Camus’ye
göre absürd duygusunun ikinci kaynağı, insanın ne yaparsa yapsın geleceği
özlemlerine göre değiştiremeyeceğini anlamasıdır. Bir Müslüman bu duyguyu da
yaşamaz. Zira İslam’da Allah’a dua vardır. Yani eylemlerimizle ve sözlerimizle Allah’tan
bir talepte bulunuruz. Ve Allah’ın bizim arzularımızı bildiğine ve bizleri
bizden daha çok düşündüğüne inanırız. Bismillah diyerek bir eyleme
giriştiğimizde Allah ya bize istediğimiz şeyi aynen verir ya da bu eylemin
sonucunu başka türlü takdir eder. Biz Müslümanlar eylemle yaptığımız duanın
sonucu aynen çıktığında Allah’a teşekkür eder, duamızın sonucu bizim
istediğimizden farklı çıktığında ise “Vardır Allah’ın bir bildiği… O bizi
bizden daha çok gözetiyor. Bizim hakkımızda hayırlısı buymuş” deriz. Ve sonuç
ne çıkarsa çıksın bu durum bizim yaşam neşemizi ve hayata ve Allah’a tevekkül duygumuzu
yok etmez.
Camus’ye
göre insanda absürt duygusunu doğuran üçüncü sebep insanın bu dünyada kimsesiz
ve sahipsiz olduğunu hissetmesidir. Yani insanın başka insanlara, kendine ve
dünyaya yabancı olduğunu hissetmesi…. İnsanın bu dünyada yapayalnız olduğunu
hissetmesi… Gerçek bir Müslüman bu duyguyu da hissetmez. Her şeyden önce bir
Müslümanın ruhunda onu rahmetle sarıp sarmalayan bir Allah vardır. İkinci
olarak bir Müslüman, hiç görüşmemiş, hiç sohbet etmemiş olsa bile yeryüzündeki
tüm salih kulları ve ahlak sahibi insanları kardeşi bilir. Üçüncü olarak bir
Müslüman Cuma ve Bayram namazlarında kendini bir ümmetin ferdi olarak hisseder.
Ve dördüncü olarak bir Müslüman için ölmüş güzel insanlar yok olup gitmemiştir.
Onların ruhları hala bizlerle temastadır. Bir Müslümanın ruhu, ölmüş güzel
insanların ruhlarıyla sürekli diyalog halindedir. Yani gerçek bir Müslüman,
kendini varoluşsal olarak yapayalnız hissetmez. Ve İslam’ın bayram ziyareti,
ölüm taziyesi, düğün yemeği, Ramazan iftarı daveti gibi sosyal kurumları bu
varoluşsal cemaat duygusunu sürekli canlı tutar.
Bir
Müslüman anıları, hayalleri, ilişkileri, karakteri vs ile kendisine karşı da
bir yabancılaşma hissetmez. Camus için olduğu gibi Bir Müslüman için de insanın
benliği ve nefsi arasında bir fark vardır. Ve Müslüman nefsini kendi
benliğinden ayrı bir varlık olarak görse de vazifesi nefsini terbiye etmektir. Bir
Müslümanın benliği ile nefsi arasındaki ilişki bir yabancılık ilişkisi değil,
bir çeşit oğluna ahlaki eğitim veren bir babayla çocuğun ilişkisi gibidir.
Bir
Müslüman dünyaya karşı yabancılık hissi de yaşamaz. Bunu biraz sonra daha
detaylı inceleyeceğiz. Kısaca şunu söyleyeyim: Bir Müslüman için güneşi,
yıldızları, ayı, atmosferi, denizleri, karaları, nehirleri, bitkileri ve
hayvanlarıyla fiziki tabiat Allah’ın insan için yarattığı kutsal bir evdir. Bir
Müslüman için tarih ise insanın iyilik ve kötülükle imtihan edildiği ve onun
ahlaki eğitimi için tasarlanmış bir tiyatro sahnesidir. Bir Müslüman için
tabiatı ve tarihiyle dünya askeri bir misafirhanedir. Yani bir Müslüman bu
dünyada kendini bir yabancı gibi değil, bir misafir gibi hisseder. Tüm güzel
nimetler Allah için Müslüman tatsın diye yaratılmıştır. Fakat bir yandan da
Müslüman Allah’ın ordusunda bir askerdir. Yani Müslüman, yeryüzündeki misafirliğinin
yanında, kendini bu dünyada kötülüklerle savaşmakla yükümlü onurlu bir asker
olarak hisseder.
Camus
için insanda absürt duygusunu uyandıran dördüncü kaynak ölüm gerçeğidir.
Hepimizi bekleyen kader her şeyin hiç olacağı ölümdür. Ve ölümle yüzleşince
hayatta değer verdiğimiz her şey anlamını yitirir. Sonu ölüm ve hiçlikse ahlaki
değerlerin, çocuk yetiştirmenin, kariyer yapmanın, ülkeme hizmetin, bilimin, sanatın
vs ne değeri kalabilir ki? Bir Müslüman da sürekli ölümle yüzleşir. Fakat onun
ölümle yüzleşmesi Camus’ninkinden ve bir tanrıtanımazınkinden farklıdır. Bir
Müslüman ölüm sonrası yaşama inandığı için bu dünyadaki tüm değerleri ahiret
kıstasıyla yeniden değerlendirir. Örneğin ölüm gerçeğiyle yüzleşmiş bir
Müslüman için servet, güç ve prestij elde etme çabası tüm değerini yitirir. Ya
da masa-kasa-nisa tutkusu… Fakat bu Müslüman için her çeşidinden salih amel
büyük bir değer kazanır. Örneğin güzel ahlak sahibi bir çocuk yetiştirmek,
devlet adamı olup ülkesine hizmet etmek, servetini hayırlı işlerde kullanmak,
insanları mutlu edecek bilimsel keşifler yapmak ya da sanat eserleri yaratmak…
Tüm bunlar sadece bu dünyada değil, ölümden sonra da meyve verecek birer salih
amel olarak bir Müslümanın gözünde kalıcı bir anlam ve değer kazanır ölümle
yüzleşince…
VII.
Kısa
konuşursak… Bir tanırtanımazın absürt duygusunu yoğun olarak yaşadığı, her şeyin
anlamını yitirerek dehşete düştüğü ve tek gerçek seçeneğin intihar olduğunu
düşündüğü yerde, bir Müslüman neşesini, iyimserliğini ve Allah’a güvenini
korur. Gerçek bir Müslüman, absürdün dehşetini yaşamaz. Bunun absürtten bir
kaçış mı olduğunu, Müslümanın bu tavrının dünyanın gerçeğinden kaçmak anlamına
mı geldiğini, bir Müslümanın kurtuluşu ölüm sonrası hayata mı ertelediğini,
Müslümanın bu dünyanın kötülüklerine teslim mi olduğunu ve onun bu dünyanın
güzelliklerinden yüz mü çevirdiğini daha sonra detaylıca göreceğiz. Şimdilik
Camus’yü ve bir tanrıtanımazı absürt fikrine ulaştıran ikinci temayı ele
alalım. Camus’ye göre bizi absürde ulaştıran ikinci düşünce felsefenin, bilimin
ve aklın dünyayı anlamlandırmakta ve açıklamakta başarısız olduğu gerçeğidir.
Camus’ye
göre dünyayı anlamak ve açıklamak, dünyaya insanın mührünü vurmak ve insanın
dünyadaki yerini anlamak demektir. Fakat akıl da, bilim de, felsefe de bu
hususta başarısız olur. Bunun birkaç sebebi vardır. Her şeyden önce bilim
sürekli varsayımlara dayanır. Yani nihai açıklamaya ulaşamaz. Ve bilimin
keşfettiği elektron, yerçekimi kuvveti gibi olguların insanın varoluş
sorularıyla, yani insanın dünyadaki yeri sorusuyla bir alakası yoktur. Ve
dünyayı açıklamaya çalışan bilim adamları ve filozoflar sürekli birbirleriyle
çelişmişlerdir. Ve evrenin kaynağındaki birliği açıklamaya çalışan filozoflar,
evrendeki çokluğu açıklamakta aciz kalmışlardır. Kısa konuşursak dünya
akıldışıdır.
Bir
ateist olarak Camus bu sebeple aklın, bilimin ve felsefenin evreni anlamakta ve
açıklamakta başarısız kalmaya mahkum olduğunu söyler. Yani evren akıldışıdır.
Peki ya bir Müslüman Camus’nün tüm bu anlattıklarını nasıl değerlendirir?
Her
şeyden önce Camus’nün fiziki tabiatı güzellik, iyilik, ölçü, denge ve
cömertlikle özdeşleştirdiğini söylemiştim. Camus’ye göre tüm kötülüklerinin
kaynağı insanların yarattığı tarihti. Fakat Camus fiziki tabiatın tüm bu güzel
sıfatlarının olası kaynağı hakkında hiçbir şey söylemiyor. Yıldızları, güneşi,
ayı, atmosferi, ekosistemi, denizleri, dağları, nehirleri, bitkileri ve
hayvanlarıyla güzel, iyi, ölçülü, dengeli ve cömert olan fiziki tabiat, kendi
kendini yaratmadığını göre onu yaratan bir kaynak olmalı. Bir Müslüman bu
kaynağa Allah adını veriyor. Gerçekten güzel, iyi, ölçülü, dengeli ve cömert
bir doğayı yaratan, insan aklının da kaynağı olan bu yaratıcı güç ancak ve
ancak tüm evreni kuşatan akıl sahibi bir Benlik olmalı. Adı Allah olan bu
benlik, doğada tezahür eden tüm güzelliklerin kaynağı olduğu için kendisi cemal
(güzellik) sahibi, adil (ölçü koyan), merhametli (iyiliğin yaratıcısı) hikmet
sahibi (her şeyi dengeli yaratan) ve Rızık verici (cömert) olmalı. Ve Allah
insanın sınırlı aklının ve sınırlı özgür iradesinin de kaynağı olduğu için
kendisi kuşatıcı bir akla ve özgür iradeye sahip olmalı.
Yani
evren ve dünya bir Müslüman için akıldışı değil, insanı kuşatan ve aşan kozmik bir
aklın mahsulüdür. Ve Allah tüm evreni insanın kutsal bir evi olacak surette
yaratmıştır. Çünkü evrendeki her şey insan varlığına hizmet eder. Yani inanan
bir Müslüman için evren ve evrende insanın yeri hususları travma yaratan
sorunlar değildir. Onların İslam’da aklı doyuran bir cevabı vardır.
Buradan
bakınca… Bilim adamlarının doğa hakkındaki keşifleri insanın evrendeki yerini
ve onun varoluşsal sorunlarını çözmese de, doğa bilimleri bir Müslüman için
Tanrı’nın sanatsal üslubunun keşfidir. Ve bir sanatkarın üslubunu keşfetmeye
çalışmak insana müthiş doyum verir. Birbiriyle çelişen filozoflar bir Müslüman
için tanrısallığın sınırlı kaşifleri olarak kıymet kazanır. Örneğin bir
Müslüman için Schopenhauer Tanrı’nın irade sıfatının sınırlı bir keşfi,
Nietzsche Tanrı’nın kudret sıfatının, Bergson ise Tanrı’nın hayat sıfatının
sınırlı bir keşfidir. Yani bir Müslüman için filozofların birbiriyle çelişen
düşünceleri bir bulmacanın olmazsa olmaz parçaları olarak kıymet kazanırlar. Onlar
birer hurafe değildir Müslüman için. Bir Müslüman için bilimdeki yeni keşifler
ise Tanrı’nın aklının sürekli taze bir biçimde keşfedilmesi çabasından
ibarettir. Evrenin tüm gizemlerini çözmüş olsaydık evren çok sıkıcı bir yer
olurdu. Bizi ayakta tutan, evrenin gizemlerini keşif heyecanının ilelebet
sürecek oluşudur.
Kısa
konuşursak aklın, bilimin ve felsefenin evreni anlamlı bir bütün olarak
resmetmekteki yetersizliği, bir Müslümanı aklı reddetmeye ve evreni akıldışı
bir yer olarak görmeye sevk etmez. Aksine bir Müslüman kendini evrende ana
rahminde onu merhametle besleyen annesini tanımaya çalışan bir çocuk gibi
hisseder. Evreni aklımızla anlamlı bir bütünlük olarak resmedemiyoruz, çünkü
annemiz olarak Tanrı bizi kuşatmıştır. Kuşatılan kuşatanı hakkıyla kavrayamaz.
Ama bu evrenin akıldışı olduğu anlamına gelmez. Aksine evren bizim aklımızı
kuşatan kozmik bir aklın mahsulüdür.
Sadece
tabiat-insan ilişkisini konuşacaksak Allah-insan arasındaki ilişki bir annenin
rahmindeki çocukla ilişkisi gibi hissedilir bir Müslüman tarafından… Yani bir
sevinç ve tevekkül kaynağıdır, bir travma değil…
Tabiatı
konuşunca durum bu… Kötülüklerle dolu tarihin bu evrendeki yerini ise daha
sonra ele alacağız.
VIII.
Camus
absürt duygusunu ele aldıktan ve dünyanın akıldışı bir yer olduğunu ifade
ettikten sonra, insanın absürt karşısında dehşete düştüğünü söyler. Özlemlerime
yanıt vermeyen bana yabancı akıldışı bir dünyada yaşamanın anlamı nedir? Tüm
değerler, ölümden ve hiçlikten başka bir sonucu olmayan bu dünyada yerle bir
olmaz mı? İntihar tek gerçek çözüm değil mi?
Camus’ye
göre intihar çözüm değil, bir kaçıştan ibarettir. İnsan intiharda absürde
teslim olmuş ve absürdün taraflarından biri olan kendini yok etmeyi seçmiştir.
Oysa Camus’ye göre absürtten gerçek kurtuluş, onunla hesaplaşmak, onunla yaka
paça olmak ve bu dünyayı reddetmeden kurtuluşu bu dünyada bulmaktır.
Camus’ye
göre din, Tanrı ve ahiret inancı da absürtle gerçek bir hesaplaşma değil,
intihar gibi absürtten bir kaçıştır. Din seçeneğinde yok edilen taraf fiziki
intihardaki gibi benlik değil, dünyadır. Yani fiziki intiharda absürdün insan
tarafı yok edilirken, din seçeneğinde absürdün dünya tarafı yok edilir. Neden?
Camus’ye
göre, absürdün dehşeti karşısında dine, Tanrı’ya ve ahirete sığınmak bu
dünyadaki kötülüklere ‘suçumuzun cezasıdır’ diye teslim olmak, kurtuluşu bu
dünyada değil ahirette aramak ve bu dünyanın güzelliklerinden vaz geçmekten
ibarettir. Tanrı inancı, Camus için, absürdden duyduğu korkuyla annesine
sığınan çocuğun acziyetinden ibarettir. Oysa absürtle yüzleşip onunla
hesaplaşmak olgun ve cesur insanların işidir.
Şimdi
Camus’nün din hakkındaki eleştirilerinin İslam karşısında nerede durduğunu bir
bir ele alalım.
Her
şeyden önce Camus’ye göre Tanrı’ya inanmak saçmadır çünkü Tanrı’yı görmüyoruz.
Bir Müslüman ise görmediği Tanrı’ya inanmaz. Zira o Tanrı’nın kendisini görmese
de, tabiattaki eserleri aracılığıyla sürekli Tanrı’yı, O’nun yaratıcılığını ve
sıfatlarını müşahede etmektedir. Meşhur Sistine Chapel’e girdiğimizde
Michalengelo’nun şahsını görmeyiz. Fakat duvarlardaki muhteşem resimler
aracılığıyla Michalengelo’nun sanatkar ruhunu iliklerimize kadar hissederiz.
Bir Müslümanın güzel, iyi, ölçülü, dengeli ve cömert tabiatı ve tabiattaki
varlıkları müşahede ve tefekkür ettiği zaman hissettiği durum aynıdır. Müslüman
için tabiatta Tanrı tezahür eder, başka bir şey değil…
Camus
için Tanrı fikrinde ikinci sorun Tanrı’ya imanın ancak ve ancak insanın aklını
reddederek kavuştuğu bir sonuç olmasıdır. Oysa bir Müslüman evrene baktığında
tüm evreni kuşatan kozmik bir aklı müşahede eder ve kendi sınırlı aklının da bu
kozmik aklın bir tecellisi olarak kutsal bir değere sahip olduğuna inanır. Yani
Müslüman, aklı reddederek değil, akılla barışık ve aklın gereği olarak Tanrı’ya
iman eder.
Camus
için Tanrı’ya ve ahirete imandaki üçüncü sorun bu imanın dünyanın
güzelliklerinden vaz geçmeye götürmesidir. Oysa bir Müslüman için dünyanın tüm
güzel nimetleri insan için yaratılmıştır. Bu dünya bir Müslüman için Tanrı’nın
ev sahipliğinde bir misafirhanedir. Ve misafirin görevi kimsenin hakkına
tecavüz etmeden dünyanın tüm güzelliklerinden istifade etmektir.
Camus’ye
göre Tanrı inancındaki üçüncü sorun Tanrı fikrinin insan özgürlüğüyle
bağdaşmamasıdır. Oysa bir Müslümana göre Tanrı insanı yeryüzünde kendi halifesi
olarak yaratmış ve ona kendi katından bir özgür irade vermiştir. Bir Müslüman
için esas sorun, eğer evrenin kaynağı akıl sahibi ve özgür iradeye sahip bir
varlık olmasaydı insanların da akıl ve özgür iradeye sahip olma ihtimalinin
olmaması hususudur. Ancak ve ancak Tanrı akıl sahibi ve özgür olduğu içindir
ki, biz de onun cüzi bir tecellisi olarak akıl sahibi ve özgürüzdür, diye
inanır bir Müslüman.
Camus’ye
göre Tanrı inancında dördüncü sorun mutlak İyi olan bir Tanrı fikrinin
evrendeki kötülüklerle bağdaşmamasıdır. Oysa bir Müslüman için İyi Tanrı
yeryüzündeki kötülüklerle bağdaşır. Çünkü insanın özgür iradesi iyi ile kötü
arasında tercih yapma yeteneğidir. Evrende kötülük olmasaydı özgür irade de
olmazdı. Evrende ve yaşamlarımızda sadece iyilik olsaydı, hepimiz mutlu
domuzlardan ibaret olurduk. Ve depresyondaki bir insan bile özgür iradesini
terk edip de mutlu bir domuz olmayı seçmez. İnsan için özgür irade mutluluktan
daha önemli bir değer olduğu için Tanrı’nın yarattığı bir evrende kötülüğe yer
olması bir çelişki değildir bir Müslüman için.
Ayrıca
bir Müslüman için insanı olgunlaştıran bir kötülük, insanı hayvani mutluluktan
ibaret kılan bir durumdan daha değerlidir. Bir Müslüman için her kötülük geçici
olup, sonu kişisel olgunlaşmayla ve nihai mutlulukla biteceği için yeryüzündeki
gelip geçici kötülükler bizim nihai kutsanmış mutluluğumuzun parçası olarak olumlu
bir değer kazanır.
Camus
için Tanrı ve ahiret inancında beşinci sorun ise inanan insanın bu dünyadaki
kurtuluştan vaz geçip, kurtuluşu ölüm sonrası hayata ve cennete ertelemesidir.
Gerçek bir Müslüman ahiret için yaşar. Fakat bir Müslümanın ahiret çabası bu
dünyadaki kötülüklere teslim olmak değil, güzel ahlak, infak ve cihad yoluyla
yeryüzünde kötülüğe son vermek ve yeryüzünü cennete çevirmeye çalışmaktan
ibarettir. Yani bir Müslüman öldükten sonra cennete gitmeyi arzuluyorsa, bu
dünyayı herkes için cennete çevirmeye çalışmalıdır. Yani ahiretteki kurtuluş,
bir Müslüman için ölüm öncesi bu dünyayı kurtarma çabasına bağlıdır. İslam
mesajının özü budur.
Camus
din hakkındaki fikirlerini bozulmuş bir Hıristiyanlığın gölgesinde
şekillendirdi. Oysa eğer o Kuran’la ve gerçek İslam’la hemhal olsaydı dinin onun
düşüncelerindeki yeri sanıyorum oldukça farklı olurdu.
IX.
Camus
absürt karşısında benliği yok eden intiharın ve dünyayı yok eden dinin bir
çözüm olmadığını ve bunların gerçeklerden bir kaçış olduğunu savunduktan sonra,
absürtle nasıl hakkıyla mücadele edilebileceğini tartışır. Camus’nün bu hususta
iki temel önerisi vardır: (1) madem ki her şeyin sonu ölüm ve hiçlik. Ve ölüm
karşısında tüm mutlak değerler değerini kaybediyor. O halde tüm geçmiş
anılarımdan ve gelecek hülyalarımdan vaz geçmeli ve hayatı ve şimdiki zamanı
dolu dolu yaşamalıyım. (2) Her ne olursa olsun absürt duruma başkaldırmalı ve
hayata ve dünyaya istediğim güzelliği, iyiliği, ölçüyü, dengeyi, mutluluğu,
adaleti ve birliği getirmeye çalışmalıyım.
Bu
hususları ayrı ayrı ele alalım. İslam’ın dünya güzelliklerini Allah’ın nimeti
olarak gördüğünü söylemiştim. Şimdiki anı dolu dolu yaşamak düşüncesi de
İslam’ın ruhunda olan bir düşünce. Dostlarla keyifli bir sohbetin, güzel bir
müzik parçasının, turistik bir beldeye ziyaretin, cinselliğin, bir maçta
tezahürat yapmanın vs vs keyfi İslam’da Allah’ın insan için yarattığı
nimetlerdir. Ve Allah’ın Kuran’da Müslümandan istediği en temel şey, tüm
nimetlerden tatmak ve bu nimetler için Allah’a teşekkür etmektir.
Fakat
Camus ‘şimdiki anın keyfini çıkarmak’ düşüncesinde insanın otobiyografisini yok
ediyor. Camus’ye göre sürekli başka kadınları tavlama peşinde koşan Don Juan ya
da her anın gereğine göre aktörce davranıp keyfini maksimize etmeye çalışan ‘Aktör’
bu düşüncenin kahramanlarıdır. Don Juan ve Aktör’ün ise kalıcı bir kimliği,
onur duyulacak bir otobiyografisi ve samimiyetle bağlanabileceği dostları ve
sevgilileri yoktur. Böyle özsaygı yoksunu bir yaşam kimseye mutluluk vermez.
Hayatta gerçekten mutlu olabilmek için insanın özsaygı duyabileceği bir hayat
hikayesine ve kalıcı dostlara, sevgililere ve geleceğe yönelik güzel hayallere
ihtiyacı vardır.
Gerçek
bir Müslüman şimdiki zamanın keyiflerinin hakkını vermekle beraber, kendine
onur duyabileceği bir otobiyografi de yazmaya çalışır. Bu yüzden onun kalıcı ve
samimi dostlara, sevgililere, çocuklara ve geleceğe yönelik güzel hayallere
ihtiyacı vardır. Ve bir Müslüman için acısıyla tatlısıyla bir yaşam hikayesi bu
dünyada son bulmayacak ve hiçlikte kaybolup gitmeyecek bir hikayedir. Zira bir
Müslüman için yaşam hikayesi cennetteki yaşamlarımızın fidanlığı gibidir. Bu
dünyada tohumları atıyoruz, bu tohumlar acısıyla ve tatlısıyla bu dünyada
çatlıyorlar ve ahirette bu hayatta ektiğimiz tohumların meyvelerini yiyoruz. Bu
sebeple bir Müslüman şimdiki anın keyfini çıkarmakla beraber kendi yaşam
hikayesini de yok olup gitmiş değil de, gelecekte karşısına tekrar çıkacak bir
güzel bahçe olarak kavrayıp acısıyla tatlısıyla otobiyografisinden keyif alır.
X.
Camus’nun
absürtle baş etmede teklif olarak sunduğu ikinci husus, yani onun esas
düşüncesi, absürde karşı başkaldırma ahlakıdır. Yani hayat başlangıçta ne kadar
absürt olursa olsun, insan hayata istediği güzelliği, iyiliği, adaleti,
özgürlüğü, dostluğu, dengeyi ve ölçüyü getirmek için mücadele etmelidir. Camus
için başkaldırma mutlu yaşamanın olduğu kadar mutlu ölmenin de önkoşuludur.
Bir
Müslüman bu hususta Camus’ye sonuna kadar katılacaktır. Zira bir Müslüman,
insana Tanrı tarafından hediye edilen akıl ve özgür iradenin esas değerinin de
başkaldırma olduğuna inanır. Eğer kendi çabamızın, alın terimizin ve çilemizin
ürünü olmasaydı mutluluğa sahip olmak bizler için domuzların sahip olduğu
mutluluktan daha öte bir değere sahip olmazdı. Bir Müslüman için başkaldırma
ahlakı insanın Tanrı halifesi kılınmasının doğal sonucudur. Müslüman hak
edilmemiş değil, özgür irade ve çabayla hak edilmiş mutluluklara ve
güzelliklere değer verir.
XI.
Başkaldırma
ahlakı sadece bireysel mutluluk için değildir Camus’de. Aksine o, yeryüzündeki
kötülüklerle, zulümlerle, sömürüyle, baskıyla ve kölelikle adalet, özgürlük,
iyilik ve mutluluk gibi güzel değerler adına mücadele edip insanlar arasında
dostluk, kardeşlik ve dayanışma bağları yaratma ahlakıdır. Bunun tam olarak
İslam’daki cihada tekabül ettiğini söylemiştim. İslam’da cihad bir İslam
imparatorluğu kurulsun diye değil, Nisa Suresinin dediği gibi yeryüzünde
haklarından mahrum edilen kadın, erkek ve çocuklar haklarına kavuşsun diye
yapılır. İslam’daki güzel ahlak ve infak emirleri de tamamen yeryüzünü cennete
çevirmek içindir. Yani İslam için de, Camus’de olduğu gibi yaşamanın amacı
yeryüzündeki tüm kötülüklere, zulümlere, baskıya, sömürüye ve sahteliklere
karşı başkaldırmaktan ibarettir. Ve bu noktada Camus tam bir İslam düşünürüdür.
XII.
Camus
için başkaldırının iki çeşidi var: (1) zihinsel ve metafizik başkaldırı (2)
eylemsel ve tarihsel başkaldırı.
Camus’de
zihinsel ve metafizik başkaldırı, insanın kendisine ölümden başka bir son
vermeyen ve insanın kötülükler karşısında eli kolu bağlı bırakan Tanrı’ya
başkaldırmasıdır. Metafizik başkaldırı Tanrı’yı yeryüzündeki tüm kötülüklerden
sorumlu tutup ona isyan etmekten ibarettir.
Camus’de
tabiatın güzel ve tarihin çirkin olduğunu söylemiştim. Camus tabiatı kimin
yarattığını söylemiyor, ama sahih bir tefekkür tabiatın yaratılışını Allah’tan
başkasına havale edemez. Camus içinse tarihin kötülüklerin kaynağı olmasının
sebebi onu insanın yaratıyor olması. Yani Camus’de kötülüğün kaynağı insan.
Tanrı,
özgür irade ve kötülük problemi hususunda düşüncemi daha önce söylemiştim.
Özgür irade bir domuzun mutluluğundan daha değerli olduğu için, Mutlak İyi olan
Tanrı insanın olgunlaşmasını gaye edinerek yeryüzünde insanların özgür
iradeleriyle kötülük yaratmalarına izin verebilir. Bu Tanrı’nın mutlak iyi
olmasıyla çelişmez. Fakat İslam’ın Tanrı’sı Müslümana insanların yarattığı bu
kötülükle mücadele etme görevini yükler. Yani Tanrı’nın Müslümandan istediği,
Camus’nun savunusunu yaptığı başkaldırı ahlakıdır.
Gerçek
İslam sadece bu anlamda bir başkaldırı değildir. İslam metafizik başkaldırıyı
da bünyesinde taşır. Zira Kuran’ı dikkatle okursanız İslam gerçek Tanrı adına
yeryüzündeki zulmü, baskıyı, kötülüğü, köleliği meşrulaştıran sahte tanrılarla
bir savaştan ibarettir. Kuran’ın putlara ısrarlı saldırısının sebebi budur. İslam’ın
Allah’ının insana hangi değeri verdiğini daha sonra ele alacağım, fakat gerçek
Tanrı’nın insana hediye ettiği değerler adına sahte tanrılarla savaşmak
İslam’ın özündendir. Yani Camus’yle harfiyen aynı şekilde olmasa da İslam
metafizik başkaldırı düşüncesi olmadan hakkıyla anlaşılamaz.
XIII.
Camus’ya
göre zihinsel ve metafizik başkaldırının sonu Tanrı’nın ölümüdür. Tanrı
öldükten sonra eylemsel ve tarihsel başkaldırı başlar. Yani insan tüm
kötülüklerin kaynağı olan Tanrı’yı öldürdükten sonra kendini yeryüzündeki tüm
kötülükleri yok edecek bir Tanrı olarak kavrar ve mutlak adalet ve mutlak
özgürlük adına yeryüzündeki zalim güçlerle savaşmaya başlar. Yani Tanrı
öldükten sonra insanın Tanrı ilan edildiği devrimler çağı başlar. Fransız
ihtilali, Faşist ve Nazi devrimi, komünist devrim gibi devrimler….
Fakat
Camus’ye göre bu devrimler insanı Tanrı yerine koyduğu, soyut adaleti ya da soyut
özgürlüğü mutlaklaştırdığı ve bu mutlak değerler adına insan öldürmeyi meşru
kıldığı için ağır bir suç işlerler ve tarihte soyut ve mutlak güzel değerler
adına canavarlık hükmeder. Oysa Camus’ye göre tarihe güzel değerler namına
biçim vermeye çalışan her hareketin en temel düsturu şu olmalıdır:
“Öldürmeyeceksin!” Ve Camus’ye göre Tanrı’yı öldürmüş insan kendini tanrılaştırmamalı,
sınırlı bir insan olduğunu bilmeli ve güzel değerleri ölçülü bir biçimde hayata
geçirmeye çalışmalıdır.
İslam’ın
Camus’ninkinden biraz farklı olsa da metafizik başkaldırıyı bünyesinde
taşıdığını söylemiştim. İslam Camus’nün tarihsel başkaldırı hakkında
söyledikleriyle de hemhal bir ruhla konuşur. Her şeyden önce İslam’da da
tarihsel başkaldırı vardır. Kuran’ı dikkatle okuduğunuzda İslam’ın gelir
adaleti, siyasal eşitlik, kadın hakları, uluslararası kardeşlik, dinlerarası
barış, bireysel yeteneklerin serpilebilmesi gibi evrensel değerler namına
küresel bir mücadele olduğunu görürsünüz. Yani İslam için temel mesele bir
yeryüzü cenneti yaratılmasıdır. Fakat İslam, peygamber de olsa bir insanın
tanrılaştırılmasına izin vermez. İnsan insandır ve peygamber de olsa sınırlı
otoriteye sahiptir. Camus’nün aksine İslam, bu evrensel değerler namına sınırlı
bir biçimde de olsa fiziki savaşı kabul eder. Zira bazen adalet hakim olsun
diye fiziki savaş yapmak zorunludur. Zira savaş sınırlı da olsa meşru kabul
edilmezse, zalimler mazlumları öldürmeye devam edecektir. Fakat İslam Camus
gibi fiziki savaşta çok net bir yasak koyar. Kuran “masum bir insanı öldürmek
bütün insanlığı öldürmek gibi büyük bir suçtur” der. Ve yine Kuran “bir insan
babası, oğlu, kardeşi, sevgilisi de olsa başkasının suçundan dolayı
yargılanamaz ve suçlu tutulamaz” der. Bunlar İslam’ın çok net yasak koyduğu
hususlardır.
İslam’ın
ilk dönem fetihlerine bakıldığında Müslümanların mücadelesinin evrensel
değerler namına olmuş olması ve onların savaşlarda gözettiği yüksek ahlak
yasaları Fransa’daki demokratik devrimin ve Rusya’daki ve Çin’deki komünist
devrimlerin aksine İslam’ın fethettiği topraklardaki halkların İslam’a
canıgönülden bağlanmasına sebep olmuştur. Yani İslam devrimi, Marxist devrimin
hilafına bir canavar gibi değil, merhametli ve müşfik bir baba gibi tarihte
tezahür etmiştir denilebilir.
XIV.
Camus’ye
göre ruhuna uygun bir başkaldırı tarihsel başkaldırıdaki gibi devrimci
olmamalıdır. Zira devrimler mutlak özgürlük ve mutlak adalet gibi soyut
ilkelerden hareket ederler. Ve bu soyut değerleri topluma hakim kılmak için
terör estirmeye mecbur kalırlar.
Camus,
gerçek başkaldırının kendine sanatı örnek alması gerektiğini söyler. Sanatçı
soyut ve mutlak ilkelerden hareket etmez. O önündeki somut gerçeği veri olarak
kabul eder. Bu somut gerçeğin dönüştürülebilmesinde belli sınırlar olduğunu
kabul eder. Ve somut gerçek güzellik namına dönüştürülmeye ne kadar izin
veriyorsa, sanatçı somut gerçeği o kadar dönüştürür.
Gerçek
bir başkaldıran da tarihteki somut gerçeği ve somut insanların kapasitelerini
veri olarak kabullenmek zorundadır. Ve sonra bu somut insan ve bu somut gerçek,
güzellik namına dönüştürülmeye ne kadar izin veriyorsa o kadar dönüştürmek…
Yani gerçek başkaldıran, elinden gelenin bir sınırının olduğunu kabul etmek
zorundadır. Somut tarihin, somut gerçeğin ve somut insanların dayattığı
sınırlardır bunlar.
Sanıyorum
Hazret-i Muhammed’in yedinci asırdaki devriminin başarısı da bu gerçeğin
farkında oluşundan kaynaklanıyordu. Hazret-i Muhammed’in Kuran’da dile
getirdiği gelir adaleti, siyasal eşitlik, kadın hakları, vs gibi idealler
çağlar üstü ideallerdi. Fakat O, kendi çağının insanının kapasitesinin bu
idealleri mutlak bir biçimde gerçekleştirmeye izin vermediğini çok iyi biliyordu.
Bu sebeple Hazret- Muhammed somut insan gerçeğini ve somut tarihsel koşulları
veri kabul edip, bu somut insanlar ve tarihsel koşullar ne kadarına izin
veriyorsa toplumu o kadar dönüştürdü. Yani Hazret-i Muhammed’in idealleri
devrimci olsa da o tarihte insanların kaldırabileceği kadar reformlar yaparak
ideallerini hayata geçirdi. Ve İslam, yedinci asırda, Rus ve Çin devrimleri
gibi bir trajedi yaşatmadan, yayıldığı topraklarda kısa bir sürede gönüllerde
taht kurmayı becerebildi.
Yani
Hazret-i Muhammed’in tarihteki başkaldırısı Camus’nün gerçek başkaldırı ruhunda
anlattıklarına hayli uygundu. Sanatsal bir başkaldırydı onunkisi…
XV.
Burada
bir parantez açıp Camus’nun tarihi kötülükle özdeşleştirmesine itiraz etmek
istiyorum. Camus iki dünya savaşının, Mussolini, Hitler ve Stalin’in
zulümlerinin, ve Yahudi Soykırımının tapttaze hissedildiği bir çağda yaşadı. Bu
sebeple tarihi kötülükle özdeşleştirmesini normal kabul etmek gerekir. Fakat
insan tarihi kötülükten ibaret değil. Tarihte şükrünü eda etmediğimiz nice
güzellikler var.
Gündelik
hayatımızdan bu nimetlere dair örnek getirmek istiyorum. Pek çoğumuzun
barınabileceği bir evi var. Pek çoğumuz aç kalmıyor, hoşumuza giden yemekler
yiyebiliyoruz. Pek çoğumuzun bedeni sağlıklı… Pek çoğumuzun yakın dostlukları
var. Gözümüzün nuru olan evlatlarımız var. Yakın akrabalarımızla keyifle sohbet
edebiliyoruz. Sevdiğimiz müzikleri dinleyebiliyor, sevdiğimiz filmleri
seyredebiliyoruz. Maç izleyip keyifle tezahürat yapabiliyoruz. Bunlar hiç
şükrünü eda etmediğimiz büyük nimetler ve hepsi tarihimize ait.
Tarihte
acı verici olaylara da şahit oluyoruz. Ama Endonezya’nın bir varoşunda yaşayan
fakir bir genç bile olsak, bir bütün olarak hayatlarımıza baktığımızda,
şükrünün hakkını vermediğimiz sayısız nimete sahibiz. Bu sebeple Albert
Camus’nun yaptığı gibi tarihi kötülükle özdeşleştirmektense, onu iyinin ve
kötünün beraberce yer aldığı bir tiyatro sahnesi olarak kavramanın çok daha
hakkaniyetli olduğunu düşünüyorum.
Doğa
güzeldir. Ama hakkını vereceksek tarih kötülükten ibaret değildir. O kötüyle
iyinin beraberce yer aldığı bir sahnedir.
XVI.
Camus
felsefesini ve İslam’ın varoluş şuurunu iç içe örerek her ikisini de dönüştürme
çabası olan bu denemede ele almak istediğim son husus Camus’ye göre kutsalın ve
dinin hakim olduğu bir yerde gerçek anlamda bir başkaldırı olamayacağı
iddiasının İslam söz konusu olduğunda yanlış olduğudur.
Camus’ye
göre Tanrı’nın hakim olduğu bir toplumda başkaldırı olamaz. Zira böylesi bir
toplumda değerleri Tanrı koyar, herkes bu değerleri kabullenmek ve Tanrı’nın
ona verdiği konuma razı olmak zorundadır. Oysa Camus’ye göre başkaldırma
ahlakında tepeden dayatılan mutlak değerler yoktur, değerler insan içindir ve
insanlar tarafından yaratılmak zorundadır.
Ben
Kuran’dan öğrendiğim İslam’da Tanrı-insan ilişkisinin Camus’nun bozulmuş
Hıristiyanlıkta gördüğü Tanrı-insan ilişkisinden oldukça farklı olduğunu ifade
ederek İslam’ın Tanrı’sının hakim olduğu bir coğrafyada gerçek başkaldırının
mümkün olduğunu söylemek istiyorum. Kuran bize ideal Müslüman örneği olarak
Hazret-i İbrahim’i sunar. Hazret-i İbrahim’in özelliği ise aklı yatmadığında
Allah’tan ölüm sonrası dirilişe dair kanıtlar isteyebilmesi ve Allah Lut
kavmini helak edeceği zaman Allah’la tartışabilmesi özelliğidir. Yani Kuran’a
göre gerçek Müslüman gerektiğinde Allah’tan kanıtlar ister, gerektiğinde de
Allah’la tartışır. Yani gerçek Müslüman Allah’a körü körüne kulluk etmez. Bunlar
Kuran tarafından övülmüş hususlardır.
Ve
Kuran insanın Tanrı katındaki değeri hususunda şu ifadeyi kullanır: “ben insanı
iki elimle yarattım.” Yani bir heykeltıraş iki eliyle yarattığı bir heykele
nasıl tüm varoluşunu döküyorsa, Allah da insanı yaratırken kendi tüm varoluşunu
insana dökmüştür. İnsan tanrısal bir varlıktır.
Ve
Allah gerçek Müslümanlar için şu ifadeleri kullanır: “Onlar Allah’a borç
verirler, onlar Allah’a yardım ederler, onlar Allah’ın dostlarıdır ve onlar
Allah’ın pazusudurlar.” Yani Allah, gerçek Müslümanları, kendine körü körüne
itaat köleler olarak değil, sanki kendi eşit yoldaşıymış ve kendi parçasıymış
gibi kabul eder. Kısa konuşursak, Allah, gerçek Müslümanları yeryüzünde dolaşan
Tanrılar olarak kabul eder.
Tanrı’nın
bizim ona sunacağımız hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ve Kuran’ı dikkatle okuyup
da Tanrı’nın bizlerden din namına ne istediğini sorguladığımızda, O’nun tüm
insanları yeryüzünde dolaşan özgür ve kutsanmış tanrılar haline getirmekten
başka bir amacı olmadığını görürüz.
Kısa
konuşursak, gerçek İslam’ın hakim olduğu bir toplumda, yani İslam’ın kutsalının
hakim olduğu bir toplumda Tanrı-insan ilişkisi bir kralın köleleriyle ilişkisi
değil, bir cumhurbaşkanının kendisiyle eşit dostlarıyla ve yurttaşlarıyla
ilişkisinden ibarettir. Ve Allah’ın bir anayasa olarak bu topluma koyduğu
değerlerin insanları gerçek mevkiine, yani ‘ahsen-i takvim’e, ‘en güzel
suret’e, yani Tanrı’nın aynası haline getirmekten başka hiçbir amacı yoktur. Gerçek
İslam, dinin kralların elinde insanları köleleştirmeye hizmet eden bir
ideolojik aygıt olarak kullanıldığı bir toplum değil, her bireyin Hallaç-ı
Mansur gibi “Ene-l’Hakk” diyerek kutsal namına da olsa insanları bağlayan tüm
zincirlerin paramparça edildiği bir toplumdur.
Camus
kendi hümanizminde tarihte devrimciler tarafından kötüye kullanıldığı için
insanın tanrılaştırılmasına karşı çıkmış olsa da, gerçek bir İslam devrimi, her
bireyin kendini gerçek hürriyeti tatmış bir Allah dostu olduğunu
hissedebileceği koşulların yaratılmasından ibarettir. Tanrı’ya hizmet insanı
Tanrı aynası olarak görüp insana hizmet etmekten ibarettir. Biraz iddialı
olacak ama Allah’ın insanı niye yarattığını sorduğumuzda vereceğimiz yanıt,
belki de, Allah’ın insana hizmet etmek istediğini söylemekten ibaret olacaktır.
Kendi iki eliyle yarattığı ve tüm varoluşunu döktüğü insana hizmet…
XVII.
Tüm
yazdıklarımı tek bir cümlede özetlemek gerekirse… Gerçek İslam annesine sığınan
çocukmuş gibi absürtlükten bir kaçış değildir. Gerçek İslam olgun bir cesaretle
absürdü tamamen aşmayı ve hayatın tüm kötülüklerine karşı başkaldırmayı vaz
eden bir dindir. Tanrı bizlere başkaldıralım diye akıl ve özgürlük vermiştir.
Ve aslından sapmış Hıristiyanlıkla ve yeryüzündeki tüm kötülüklerle savaşan
Albert Camus farkına varılmamış bir İslam düşünürüdür. Camus cennetliktir ve
bizim ezeli dostumuzdur. Ve Camus’nün keşfettiği ‘absürt’ ve onun dehşet
vericiliğini resmetmesinin hakikati, bir tanırtanımazın ruhunun derinliklerinde
yaşayan cehennem tohumunu ifşa etmiş olmaktan ibarettir. Cehennem azabının
dehşetini hissetmek isteyen okur, muhakkak Camus’nün ‘absürd’ünü etüt etmek
zorundadır.
XVIII.
Bu
satırları Albert Camus hayranı on iki yaşındaki Pamir okusun diye yazdığımı
söylemiştim. O yaştaki bir çocuğun kullanmadığı kelimeleri kullanmamaya gayret
edeceğimi de söylemiştim. Ne kadar başarabildim bilmiyorum fakat o yaştaki bir
çocuğun heyecanla okuyacağı bir üsluba sahip olmaktan uzak olduğumun
farkındayım. Bir süredir yazılarımı gençler için yazmaya çalışıyor olsam da, bu amaç için gerekli yeteneklerim olmadığı
için ne kadar başarılı olabileceğimi bilmiyorum.
Fakat
bu yazının ilahiyatçılar ve seküler felsefecilere de söyleyeceği şeyler
olmasını arzu ettiğimi söylemiştim. Bir tanrıtanımaz olsa da herhangi bir
Batılı düşünür benim İslam’ı taze bir biçimde kavramamı sağladı şimdiye kadar.
Marx, Nietzsche, Freud vs hepsinde bunu yaşadım. Albert Camus’de de durum aynı.
Batı’da
seküler düşünce aslından sapmış bir Hıristiyanlıkla savaşarak şekillendi. Fakat
benim şimdiye kadarki okumalarım gerçek İslam’ın Batılıların din eleştirilerine
karşı tamamen bağışık olduğunu düşünmeme yol açıyor. Aksine ateist düşünürleri
okumak benim İslam’ı taze bir biçimde hissetmeme yol açıyor. Dindar
düşünürlerimiz modern Batı’yı tamamen reddederek İslam’ı korumaya çalışıyor.
Seküler düşünürlerimiz ise Batılı din düşmanı mirastan hareketle sokakta
gördükleri İslam’ı İslam’ın kendisi sanıp İslam’a burun kıvırıyor. Halbuki her
iki tutum da oldukça yanlış.
Eğer
İslam ve Batılı tefekkür mirası beraberce harmanlanırsa ülkemizin ve
medeniyetimizin insanlığa katkı sunacak taptaze bir senteze ulaşacağına
inanıyorum. En başta kutsalın ve sekülerin taptaze bir biçimde kavrandığı bir
senteze… Ve bunu becerebilirsek iki yüz elli yıldır sürdürdüğümüz Batı
çıraklığını aşabileceğimize ve tüm dünyayı heyecanlandıracak düşünce ustaları
yaratabileceğimize inanıyorum.
Bizim
kuşaklarımız bunu belki göremeyebilir. Ama on iki yaşındaki Pamir gibilerin
dehasına ve öğrenme şevkine sekte vurmazsak, Camus gibileri okumalarının onları
yaşam sevincinden mahrum bırakmasına izin vermezsek ve onlara tefekkür
yolculuklarında gerekli yol işaretlerini onları törpülemeye ve yontmaya
çalışmadan hediye edebilirsek gelecek kuşaklarımızın dünyaya ışık tutabilecek
düşünceler yaratabileceğine inanıyorum.
On
iki yaşındaki çocuklarımızın Albert Camus hayranı olduğu absürt bir ülkede
yaşıyoruz. Bu absürt durumdan hareketle güzel bir medeniyet yaratmak elimizde…
Yeter ki çocuklarımıza medeniyetimizin iki yüz elli yıllık fikri köleliğine
adam gibi başkaldırmayı öğretebilelim.
0 Yorumlar