Şeyh-i Ekber İbnü'l Arabi (1165-1240) (Temsili görsel) |
"Evet ve hayır! Evet ve hayır
arasında ruhlar maddelerinden, boyunlar bedenlerinden uçar."
İbn-i Rüşd İle İlk Karşılaşma: Evet
ve Hayır!
İbnü'l Arabi'nin düşünce dünyasının
merkezi, Fütuhat-ı Mekkiye'nin girişindeki iki paragrafta yer alır. Bunlardan
birincisi " Hamd, şeyleri bir yokluktan ve yokluğun
yokluğundan var eden ve şeylerin varlığını kelimelerinin yönelişine dayandıran
Allah’a mahsustur. Bu sayede onların yaratılmışlığını ve Hakk’ın kadimliğinden
kaynaklanan ezeliliklerinin sırrını öğrendiğimiz gibi Allah’ın bize bildirdiği
kadimliğini de öğreniriz.” Bu paragrafı başka bir yazıda ele alacağız inşallah.
Çünkü öncelikli olarak ele alınması gereken “evet-hayır” diyaloğudur.
Diyaloğu
bir önceki yazımızda aktarmıştık. Bu diyalog birçok açıdan ele alınmayı hak
etmenin ötesinde bize bir hakikat yöntemi verir. Her şeyden önce İbn-i Rüşd o gün için de
bugün için de sıradan bir filozof değildir. Hem bulunduğu bürokratik konum hem
de multidisipliner yönüyle. İbn-i Rüşd hem hukukçu (kadı) hem hekim hem
matematikçi hem filozof vb. olup değişik alanlarda iki yüz yetmiş yedi eser
vermiş birisidir. Batıda “Averroes” olarak bilinir ve lakabı “Commentator”
(yorumcu) olup bu isimle meşhurdur. İbn-i Rüşd, Aristotales’in yorumcusudur. Batı’ya
Aristo’yu tanıtan odur. İbn-i Rüşd, düşüncelerinden dolayı zaman zaman fanatik
ulemanın da baskılarına uğramıştır. Endülüs’ün bu bağnaz tutumu olmasaydı belki
de buradaki bilimsel üretim İslam toplumlarını yepyeni bir mecraya sevk
edecekti. Endülüs’ün bu rasyonel yöntemi, Avrupa’nın yepyeni bir yörüngeye
girmesine vesile olurken, İslam dünyasının öbür ucunda yani şarkta Gazali’yle zirveye
çıkan filozofları tekfir etme de kurumsal bir hal almıştı. Garp, Endülüs
mirasını alıp kendisine entegre ederken, Şark cephesinde saltanat, ulemayı ve
ümmetin kolektif aklını çoktan bastırmıştı. Bu bastırma sadece şarkta değil, etkileri
Endülüs’e kadar uzanan bir bastırmaydı. Gazali (öl. 111) ve İbn-i Rüşd arasında meşhur olan
“tehafüt” (reddiye) geleneği de artık kurumsal bir yapı olarak kök salmıştı.
Gazali’nin Tehafütü’l Felasife’sine (Felsefenin Tutarsızlığı) karşı ibn-i Rüşd de
Tehâfütü’t-Tehâfüt’ü (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) yazdı.
Ne
gariptir ki İbnü’l Arabi ile İbn-i Rüşd aynı toprakta yetişen derin bir
hikmetin meyveleriydi. Dogmatik ulemanın tutumu olmasaydı, kim bilir, belki de
İbnü’l Arabi ile İbn-i Rüşd’ün düşünceleri sentezlenecek ve insanlığa yepyeni
bir ufuk kazandıracaktı. Fakat Şeyh-i Ekber, nebevi hikmetin vatanını İbn-i Rüşd
’den daha iyi kavramıştı. İbn-i Rüşd, Antik Yunan’ı merkeze almıştı. Onun için
felsefe demek Aristo demekti ve Aristo, düşüncede aşılamayacak biriydi. Ama
Şeyh-i Ekber bunun karşısında yer almış ve yolunu değiştirip nebevi hikmetin,
nebevi felsefenin anayurduna yani Anadolu-Mezopotamya-Bereketli Hilal’e yola
koyulmuştu. Bu karar, aynı zamanda büyük bir risk taşıyordu. Çünkü Şeyh’in
döneminde her açıdan şark, büyük savaşların, düşünsel krizlerin ve üretimlerin
gerçekleştiği bir coğrafya idi. Şeyh’in aldığı risk ise düşüncelerindeki
derinlikte saklıydı ve bu durumda Şeyh de tekfir ideolojisinden kendine düşen
payı fazlası ile alacaktı.
Şihabeddin Sühreverdi (1155-1191) |
Evet-hayır
diyaloğu, varlık bilgisi ve hakikat arayışında epistemolojik, ontolojik,
teolojik ve daha birçok ayrışmayı ifade eder. Fakat bu ayrışma radikal kategorik
bir ayrışma değildir. "Evet" cevabı Aristotelesçi burhanî/rasyonel
yöntemi kısmen onaylarken aslında bu onayın bir oyalanma olduğunu da vurgular.
Varlık
soruşturması ve hakikat bilgisinde önemli olan varlıkla bir muhabbet ve bir
mutabakat düzeyine ulaşmaktır. Fakat rasyonel sistem, varlığı salt nesne/donuk
bir kütle olarak ele alıp onu katı bir deterministik seviyeye indirgemektedir.
Nihayetinde varlık üzerine etkinlikte bulunan, varlığı dönüştürme yetkinliğine
sahip olan insandır. Bu ilişki tarzında varlık salt özne merkezli sebep-sonuç
ilişkisine indirgendiğinde iki temel kriz ortaya çıkmaktadır: Birincisi,
varlığın Hakk’tan izinsiz hareketidir. Bu yaklaşım Aristoteles’in Tanrı
anlayışına da uygundur. Çünkü Tanrı, varlığın sebep-sonuç zincirini belirlemiş
ve sadece Muharrik-i Evvel'dir, yani hareket etmeyen ilk hareket
ettiricidir. Bu durumda varlık,
Tanrı'dan artık bağımsız bir özerklik kazanmıştır. Tanrı'nın da artık varlıkla
bir ilişkisi yoktur. Bu durum inanç açısından bizi deizme götürür ki bu da İslam
itikadıyla çelişir. İkincisi, epistemik açıdan varlık, özsel olarak Tanrı'dan
bağımsız olmadığı için varlık bilgisi de Tanrı'dan bağımsız olamaz. Varlığa
dair elde ettiğimiz bilgi bizi nihai olarak onun asli kaynağına götürmelidir. Bu yaklaşım da bizi varlıkla kurduğumuz
ilişkide elde ettiğimiz bilginin bizim için bir rahmet olması gerektiğini
imler.
"Evet" durumunda burhan yöntemi
gerekir lakin yeterli olmadığı gibi bizi hakikate ulaştırmaz. Varlık bilgisi,
salt varlıkla mukayyet kaldığında bu durum bilimsel olanı da bir noktadan sonra
hadım etmek veya askıya almak olacaktır. Örneğin bir su molekülünün iki
hidrojen bir oksijen atomundan oluştuğunu biliyoruz. Peki, bu bilgi sadece
buradaki sebep-sonuç ilişkisiyle sınırlı kaldığında bu bilgi anlamdan arındırılmış
olmaz mı? İşte rasyonel yöntem burada tıkanmakla kalmaz, varlığı sadece
deterministik bir düzeye indirgeyerek onu anlamdan ve ontolojik statüsünden de
düşürür. Oysaki her varlık, her zerre âlemin anlamlı bir üyesidir.
Ruhların
maddelerinden ayrılması irfan geleneğindeki "misal âlemi/âlem-i
misal" ya ad “berzah âlemi” ile ilgilidir. Âlem-i misal, maddi olan
varlıkla maddi olmayan varlığın ara âlemidir. Âlem-i misal, ruhani varlık
potansiyelinin maddileşmesini sağlar. Maddi olan varlık da âlem-i misale çıkar.
Yani misal âlemi, Şeyh’in tabiriyle ruhların maddileşmesini, maddi olanın
ruhanileşmesinin alanıdır. İnsan, Şeyh-i
Ekber'in tabiriyle "ezeli-hadis", yani sonradan yaratılan fakat
sonsuz olan bir varlıktır. Onu sonsuz yapan öz ise Allah’ın insana kendi
ruhundan üflemiş olmasıdır. Aynı zamanda bu ruhtur onu halife adayı yapan.
Öldükten
sonra insanın varlığı bu misal âleminde devam eder. Misal âlemindeki varlığın
bu dünya ile daima bir ilişkisi vardır ve bu âlemle iletişime geçmek
mümkündür. Zaten Şeyhin ruhani seferleri
de bu âlemde gerçekleşir. Bu âlemden, bu
dünyaya intikal eden herhangi bir varlık, bu dünyada müşahede edilebilir.
Müşahede eden kişi, gözünden kaçırmadığı müddetçe onu kontrol altında tutabilir
ve onunla diyaloğu devam ettirebilir, ondan misal âlemiyle ilgili bilgi
alabilir. Misal âleminin varlığını kanıtlayan da tartışmasız bir şekilde
rüyaların varlığıdır. Rüyalar bir tür misal âlemindeki yaşantıdır. Rüyalardaki
zaman-mekân nasıl ki duyularımızın konusu olmayan bağımsız bir "zaman-mekân"
alanı ise misal âlemi/berzah âlemi de bunun gibidir. Rüyalardaki varlık,
duyuların konusu olmasa da hakikat açısından varlığı inkâr edilemez, misal
âlemi de böyledir.
Müdaviü'l
kûlum, kutuptur. Kutup kavramı çok geniş bir konu olduğu için bu konuyu başka
bir yazıda genişçe ele almayı umarak aşağıda sadece bu yazının bağlamında
değineceğiz.
Hz.
Peygamber’in adı, müdâviü’l-külûm’dur, (yaraları iyileştiren). Çünkü o, arzunun
yaralarından haberdar olduğu gibi fikrin, dünyanın, şeytanın ve nefsin
yaralarından da nebi veya resuller veya velayetin bütün dilleriyle haberdardı.
Hz. Peygamberin, doğduğu yer olan Mekke’ye olduğu gibi Şam’a da bakışı vardı.
Sonra, bakışı bir anda sıcaklığı ve yaşlığı çok olan yere çevrildi ki,
Âdemoğullarından hiç kimse bedeniyle oraya ulaşmamıştı. Bir insan, Mekke’den
ayrılmadan bulunduğu yerde onları görmüş, yeryüzü onun için düzletilmiş,
böylece oraları görmüştür. Kuşkusuz biz de farklı kaynaklarla Hz. Peygamber’den
pek çok bilgi aldık. (1).
Müdaviü'l
kûlum “O’ndan başka ilâh yoktur, O her şeyi bilen ve her şeyi hikmetine göre
yapandır.” Buna dair yakîn ilmi olan ve bu ilimle varlığın yaralarından
haberdar olandır. Zat ve sıfatların bilinmesinde bu Kutup’un işaret ettiği
şeyin bilgisi vardır. (2). Müdaviü'l
kûlum varlığın ontik merkezidir. Yani varlığı var eden bilgi ve bu bilgiye
vasıl olmak. Bu anlamda Müdaviü'l kûlum, varlığın hakikat bilgisi açısından
onun ne olduğunu bilendir. Hz. Peygamber müdaviü'l kûlumdur. Varlıktan ve
varlığın hakikat bilgisinden haberi vardır. Varlıktan haberi olan ancak varlığa
rahmet olabilir. Varlığa rahmet olmak, varlığın yaralarını bilmektir. Çünkü
varlık, özünden uzak düştüğü için yaralıdır. Hz. Peygamber tüm bu yaralardan
haberdardır. Yaralardan haberdar olan ancak yaraya şifa verebilir. Bu nedenle
gerçek anlamda Hz. Peygamber yaraları iyileştirendir. Yaraları iyileştiren olduğu için sadece
insanlar için değil âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.
Var
oluşun yaralarından haberdar olmak için derin bir ahla birlikte derin bir
yalnızlık gerekir. Hz. Peygamber de Hira Mağarası’nda inzivaya/halvete çekilmiş
ve varlığın yaralarını tefekkür etmiştir. Hira Mağarası’nda günlerce oruç
tutmuş, ibadet etmiş ve derûni bir uzlet
hali yaşamıştır. Bu safi tefekkür ve arayış, onu vahiyle ödüllendirmiştir.
Vahiy, yaraları iyileştiren ilahi feyzin en üst mertebesi/mesajıdır. İlahi
feyizler Allah'ın değişik biçim ve yollardan varlığı ve insanı kendi katından rızıklandırmasıdır. Bu rızıklar maddi olabileceği gibi manevi de
olabilir. Bizler maddi olanı çok çabuk idrak etmeyiz. Çünkü maddi olanlar
duyularımızın konusudur. Manevi olanlara mazhar olmanın idraki biraz zordur
lâkin idrak edildiğinde de insanı sarsar. Çünkü manevi olanlar duyularımızın
konusu olmayıp duyuüstü bir alandan gelirler. Manevi olanlar düşünce, ilham, ilka vb. şeklindeki içsel
aydınlanmalar olarak ifade edilebilir. Lakin buradaki içsel aydınlanma, içsel
olanın kendisinden değil Allah'tan bir feyzdir. Bu manevi durumların sarsıcı olduğunu
vurgulamıştık. Hz. Peygamber dahi bu
sarsıcı etki karşısında Hira'da neye uğradığına hemen anlam verememiş, eve
gelip örtülmesini talep etmiş, Hz. Hatice validemiz de onu teselli etmiş ve onu
alıp Vafaka b. Neffel'e götürmüştü.
İnsanın
ihlaslı bir şekilde Rabbine yönelmesi sonucunda Allah da onun bu yönelişini
karşılıksız bırakmayacağını vaat eder. Uzlet/halvet veya kısaca genel adıyla
riyazet (ruhsal arınma) yolculuğuna (seyr-i sülûk) giren birine Allah ona
hakikatin perdelerini aralama imkânı verir. Temelde seyr üç aşamalıdır. Seyr-i
enfüs, insanın kendi benliği üzerindeki yolculuğudur. Seyr-i afak, insanın
kendisi dışındaki varlık âlemi üzerindeki tefekkür yolculuğudur. Bunun referansı da Kur’an’dır. “Onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde
ayetlerimizi göstereceğiz ki böylece onun hak olduğu kendilerine açıkça belli
olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?
Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle
ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun.” (Fussilet 53).
Son
seyr ise seyr illallahtır ki bu da tüm varlığı Hakk’ın esmasının tecellisi
olduğunu idrak etmektir. Bu yolculuklar
esnasında varlığa dair hakikat bilgisi de insanda hâsıl olur ve bu keşf veya
mükaşefedir. Bu yönüyle varlığa dair "bilgi' olmayı hak eden
"bilgi" onun keşf bilgisidir. Şeyh-i Ekber bu konuda o kadar titizdir
ki ona göre "Keşif yoksa bilgi de yoktur." Aristotelesçi
burhani/rasyonel yöntemle elde edilen bilgi varlığın sadece nedensellik
zincirindeki bilgidir. Ama keşf bilgisi bize varlığın nedensellik bilgisini
aşan bir bilgiyi verir ve bu keşf bilgisi aynı zamanda nedenselliği de içerir. En önemlisi ise varlıkla bir mutabakat ve
muhabbet ilişkisi tesis eder. Bu ilişki ve diyalog ise varlığı, var olmanın
rızasına ve huzuruna taşır. Bu açıdan sadece
keşf bilgisi "huzuri bilgi" olarak yorumlanabilir. Huzuri bilgi (zevk
ilmi) özne-nesne ilişkisi değil,
özne-özne ilişkisidir. Yani varlığa dair bilgi edinmede bilen öznenin
varlıktan bilgi çıkarması yeterli değildir.
Varlığın da kendini bir özne olarak bilen özneye açması gerekir. Çünkü
varlık anlık olarak oluş ve bozuluşa konudur. Varlığın kendini açarak özneye
bilgisini sunması, bilen öznenin niyetiyle doğrudan bağlantılıdır.
İbn-i Rüşd (1126-1198) (Temsili heykel/Kurtuba) |
İbn-i Rüşd İle Son Karşılaşma
Bu
“evet-hayır” diyaloğu Şeyh-i Ekber ile İbn-i Rüşd’ün tek karşılaşmasıdır. Şeyh,
bu konuda Fütuhat’ta şunları söyler: İbn Rüşd ile ikinci kere karşılaşmak
istedim. Bunun üzerine, İbn Rüşd misal âleminde bir surete yerleştirildi ve
orada aramızda ince bir perde vardı. Bu perdeden ben ona bakıyor, o ise beni
görmüyor ve nerede bulunduğumu bilmiyordu. Kendisiyle ilgilenmek onu benden alıkoymuştu.
Bunun üzerine şöyle düşündüm: İbn Rüşd’ün sahip olduğumuz hale ulaşması irade
edilmemiş! (3).
Şeyh’in, İbn-i Rüşd’ü son görüşü ise İbn-i Rüşdün cenaze
merasimidir. Merasime katılan Şey burada ilginç bir şey söyler: Merâkeş şehrinde 1169 (565 h.) senesinde ölünceye
kadar bir daha onunla hiç karşılaşmadım. Oradan Kurtubâ’ya taşındı, kabri
Kurtuba’dadır. Naaşının bulunduğu tabut, hayvana yüklendiğinde, eserleri
hayvanın diğer tarafına yüklenmişti. Ben de fakih-edip Ebû Hasen Muhammed b.
Cübeyr Seyid Ebû Saîd, arkadaşım Ebû Hakem Amr b. Serrâc ile beraber orada
bulunuyordum. Ebu’l-Hakem bize dönüp şöyle dedi: ‘İmam İbn Rüşd’ün bineğinde
kiminle denkleştirildiğini görüyor musunuz? Bu imam, şunlar da amelleri yani
eserleri!’
Bunun üzerine İbn Cübeyr şöyle karşılık verdi:
Evladım! Ne güzel düşündün. Ağzına sağlık!
Ben de bu ifadeleri bir öğüt ve nasihat olarak
kaydettim. Allah hepsine merhamet etsin. Artık oradaki gruptan benden başka
yaşayan kalmamıştır. <
Bu noktada şu mısraı söyledim:
Bu imam, şunlar da amelleri
Keşke,
bilebilsem! Emelleri gerçekleşmiş midir? (4)
Şey-i Ekber bu ifadeleriyle İbn-i Rüşd’e büyük saygı duyarken diğer
taraftan onun, varlığın hakikatine dair felsefi-bilimsel yöntemiyle varlığın
hakikat bilgisine ulaşma noktasındaki emelinden emin değildir.
(1)
Fütuhat-I
Mekkiye, Litera yay., İstanbul 2007, Cilt 1, s. 438.
(2)
Fütuhat-I
Mekkiye, Litera yay., İstanbul 2007, Cilt 1, s. 447.
(3)
Fütuhat-I
Mekkiye, Litera yay., İstanbul 2007, Cilt 1, s. 447.
(4)
Fütuhat-I
Mekkiye, Litera yay., İstanbul 2007, Cilt 1, s. 447.
0 Yorumlar