Ticker

6/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

KURAN’I YİRMİ BİRİNCİ ASRA TAŞIMADA BİR YÖNTEM ÖNERİSİ

KURAN’I YİRMİ BİRİNCİ ASRA TAŞIMADA BİR YÖNTEM ÖNERİSİ

Esat ARSLAN

19 Aralık 2023

5 Cemaziyelahir 1445

Esat Arslan (gözlüklü)-Gürgün Karaman


I.                    GİRİŞ

Kuran bir yedinci asır bedevisinin kelamı değildir. O Allah’ın kelamıdır. Ki Allah bu kelamı insanlığa gönderirken bir gün on birinci asrı, yirmi birinci asrı ve yirmi beşinci asrı da yaratacağını ve her çağın kendine has hakikatleri keşfedeceğini de biliyordu. Bu sebeple Allah Kuran’ın dilini tanzim ederken onu her çağın kendi hakikatleri zemininde yeniden yorumlayabileceği bir şekilde edebi sanatlarla donattı. İbrahim Suresinin deyimiyle Kuran kökleri yerin derinliklerinde dalları semanın zirvelerinde öyle bir kitaptır ki her mevsimde ve her çağda ondan taze meyveler devşirmek mümkündür.

İbn Abbas, Zemahşeri, Razi, Maturidi, Taberi ve İbn Arabi gibi geleneğimizin otorite kabul ettiği Kuran yorumcuları modernite öncesi tarihin hakikat dünyasından hareketle Kuran’a yaklaştılar. Ve o çağın kısıtları zemininde Kuran’ı anlamlandırdılar. Nihayetinde onların tefsirleri zemininde Endülüs, Abbasi, Horasan, Selçuklu ve Osmanlı gibi çağına ışık tutan medeniyetler yaratabildik. Bugün modern dünyanın Kuran yorumcuları olarak bu otoritelerden öğrenebileceğimiz hala çok şey var. Onlar bu çağa da ışık tutabilen görüşlere sahiplerdir. Fakat bizim yaşadığımız modern çağ ile bu otoritelerin yaşadığı çağ birbirinden alabildiğine farklı. Her iki devrin ihtiyaç duyduğu Kuran yorumları da birbirinden farklı. Bu sebeple geçmiş asırların otoritelerini Kuran tefsiri söz konusu olduğunda nihai merci olarak kabul edemeyiz. Kendi çağımızın gerçekleri zemininde yaşadığımız çağın ihtiyaç duyduğu Kuran tefsirini biz kendimiz yapmak zorundayız.

İslam alemi bir bilgi sistemi, bir hayat felsefesi ve bir toplum düzeni olarak Batı modernitesinin tokadını yediği on dokuzuncu asırdan beri bu çağa hitap edecek ve Batı modernitesini alt edecek Kuran yorumunu arıyor. Muhammed Abduh, Muhammed Esed, Bediüzzaman, Seyyid Kutup, Mevdudi, Fazlurrahman vd bu çabanın mahsulleri. Bu çaba henüz kemale ermiş değil. Benim bu makalede yazdıklarım da bu çabanın olgunlaşması içindir.

 

II.                  GELENEKSEL TEFSİRİN YETERSİZLİKLERİ

Bir an için modern dönemde Kuran tefsiri hususunda girdiğimiz çabanın anlamsız olduğunu ve İbn Abbas’ın, Zemahşeri’nin, Razi, Taberi ve İbn Arabi’nin tefsirlerinin Kuran’ı anlamada yeterli olduğunu farz edelim. Bu cevap bizi doyurur muydu?

On birinci asrın hakikatleriyle yirmi birinci asrın hakikatlerinin dağlar kadar farklı olduğunu söylemiştim. Bu alimler bundan on asır evvel insanlara doğru gelen bir yaşam felsefesini Kuran’dan türetmiş olabilirler. Fakat onları bu asırda da yeterli saymak aşağıda örneklerini vereceğim ağır problemleri doğuracaktır.

Geleneksel tefsiri yeterli gördüğümüzde müşrikleri bulduğumuz yerde öldürmemiz, hırsızın elini fiziksel olarak kesmemiz, köleliği meşru kabul etmemiz, erkeklerin istediği zaman dört kadınla evlenebileceğini savunmamız, erkeğin gerekirse karısını dövebileceğini kabul etmemiz, Yahudi ve Hıristiyanları ilelebet cehennemlik saymamız, Hıristiyan ve Yahudilerin İslam toplumunda ancak ikinci sınıf olarak yaşayabileceğini savunmamız, vd gerekir. Ahkam ayetlerinden geleneğimizce türetilmiş bu hükümler artık pek çok aklı selim İslam aliminin de kabul ettiği üzere İslam’ı içinde yaşadığımız küresel çağda savunulamaz hale getirir.

Geleneksel tefsiri Kuran yorumunda son söz kabul ettiğimiz zaman yaşadığımız ikinci sorun alanı eskatalojiyle ilgilidir. Yani cennet ve cehennemle… Geleneksel tefsire göre cennet pornografiktir ve bir erkeğe en az yüz adet bakire huri verilir. Cehennemse fiziksel işkence mekânıdır. Zira cehennemlikler kaynar su ve irin yemek gibi mide bulandırıcı cezalara çarptırılırlar. Ve kişi hangi büyük günahı işlerse işlesin kelime-i şehadet getiriyorsa eninde sonunda cennete girer. Ve kişi kelime-i şehadet getirmiyorsa dünyanın en erdemli insanı da olsa ilelebet cehennemde kalır. Böylesi bir cennet ve cehennem tasarımı modern insanın kabul edemeyeceği ve mide bulandırıcı bulduğu bir tasarımdır.

Geleneksel tefsiri yeterli gördüğümüzde üçüncü bir sorun alanı da bizleri modernite karşısında aciz bırakır: tarih tasarımı. Kuran’a göre tarih şu şekilde işler: Bir kavim Allah’a ortaklar koşar. Sonra bir peygamber gelir. Doğaüstü mucizeler gösterir. Ve o kavimden putları bırakıp tek Allah’a tapmasını ister. Kavim bu çağrıyı kabul etmez. Ve sonuçta deprem, yıldırım veya tufan gibi doğal bir yolla helak edilir. Oysa Sümerlerden beridir yedi bin yıllık insanlık tarihinde tarih burada söylendiği gibi akmaz. Haliyle Kuran’ın tarih yorumu ve modern tarih bilimi arasındaki çelişki, aklını vahye üstün tutan bir insan için vahyin reddedilmesi sonucunu doğurur.

Geleneksel tefsiri yeterli gördüğümüzde önümüzde dördüncü bir sorun alanı daha açılır: insan antropolojisi. Geleneksel tefsire göre Adem ve Havva bir uzay aracıyla cennetten yeryüzüne indirilmiştir. Oysa arkasında aklı ve doğa biliminin desteği olan evrim kuramına göre insan doğal yollarla hayvandan ve maymundan evrilerek ortaya çıkmış bir varlıktır. Akıl ve Vahiy bu konuda çatıştığında, modern insan, aklı ve bilimi daha saygın otoriteler olarak kabul eder. Ve vahiyden uzaklaşır.

Geleneksel tefsiri yeterli gördüğümüzde bizleri rahatsız eden son mesele ise insan yaşamının nihai hedefiyle ilgilidir. Geleneksel tefsire göre insan kulluk etsin diye yeryüzüne gönderilmiştir. Yani insan hiç ama hiç sorgulamadan Allah’ın emirlerini hayata dökmekle mükelleftir. Ve bu tefsire göre, inanın nihai amacı cihad olmalıdır. Yani insan için nihai hedef kâfirleri öldürmek için ve kiliseleri cami yapmak için yaşamak olmalıdır. Kulluk ve cihadın böylece anlaşılması Kuran’ı çağımız aklı ve vicdanıyla çatışma içine sokar ve aklın egemen olduğu çağımızda sağduyulu bir birey Kuran’dan uzaklaşır.

Geleneksel tefsirimizin Endülüs, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı barışını yarattığı dönemlerde aklın ve vicdanın geldiği yer ile aklın ve vicdanın bugün geldiği yer arasında dağlar kadar fark kadar. Geleneğimizin tefsiri eski dönemlerde burada bahsettiğim kusurlarla tezahür etmiyordu, Geleneksel tefsirimiz eski dönemlerde çok kültürlü, adil bir barış ve mutlu bir toplum yaratabiliyordu. Ve o çağın Kuran tefsiri o çağın doğa ve tarih bilimleriyle barışıktı. Fakat modern bir dünyada yaşadığımız bugün, geleneğimiz çoktan meyvelerini vermiş, bu meyveler çürümüş ve elimizde Kuran tefsiri namına modern insan için hayli rahatsız edici bu sonuçlar kalmıştır. Bu durumun sonucu ya kitlesel dinden uzaklaşma ya da modern uygarlığı tümden reddeden ve İslam namına kabul edilemez bir şiddeti uygulayan IŞİD gibi oluşumlardır.

 

III.                TARİHSELCİLİK: BAŞARILARI VE ÇIKMAZLARI

Geleneksel tefsirin bu yetersizliklerine alternatif olarak Fazlurrahman Kuran’ı yorumlamada yeni bir yöntem önerdi: tarihselcilik. Tarihselci görüş bizlere Kuran’ın lafzında takılıp kalmamayı, onun çağlarüstü gayesine odaklanmayı öğretti. Önemli olan Kuran’ın getirdiği ve yedinci asır dışında bir geçerliliği olmayan kurallar değildi; birer Kuran müfessiri olarak bizler bu yerel kuralların arkasındaki evrensel ve çağlarüstü gayelere ve ahlaki değerlere odaklanmalıydık.

Nihayetinde Fazlurrahman tarihselciliği vesileliğiyle bizler Hazret-i Muhammed’i yedinci asırda toplumuna isyana zorlayan bireysel ve kamusal ahlaki ıstırapların özünde neler olabildiğini olabildik. Ve İslam’ı yeniden evrensel ve çağlarüstü bir ahlak manifestosu olarak formüle etmeyi becerebildik. Yine tarihselcilik yoluyla bizler Kuran’ın derdinin bir kadın-erkek eşitliği yaratmak olduğunu ve Kuran’ın dinler arası bir barış yaratmaya çabaladığını öğrendik. Yine tarihselcilik yoluyla bizler demokratik bir siyaset tasarlamayı becerebildik. Ve çağımızda aklın ve felsefenin geldiği yer ile Vahiy arasında bir diyalog ve yoldaşlık ilişkisi kurmayı becerebildik.

Fazlurrahman tarihselciliğinin başarılarıyla ilgili çok şey söylenebilir. Fakat bu tarihseciliğin yapısal bir zaafı, nihayetinde Mustafa Öztürk gibi tarihselcileri, Kuran’ın Allah kelamı değil de Hazret-i Muhammed’in sözleri olduğunu söylemeye götürdü. Tarihselcilere göre Kuran’a anlam verilirken onun estetik mucizeliği ve sanatsal yapısı mülahazadan tamamen hariç tutulur. Ve Kuran tamamen zahirine göre anlamlandırılır. Bu zahir de bizim bugün bu zahirden anladığımız şey değil, yedinci asır Arabının, Peygamber’in ilk sahabilerinin bu zahirden anladığı manadır.

Kuran’ın anlamı zahirine, bu zahir de yedinci asır Arabının havsalasına hapsedildiğinde, artık Kuran’ın lafzından evrensel ve çağlarüstü bir beyana ulaşmak da kabil olmaz. Fazlurrahman tarihselciliğinin meyvelerini verdikten sonra bugün geldiği çürüme durumu budur. Bugün iyi bir tarihselci, Kuran’da Hazret-i Muhammed’in ve yedinci asrın ufkunu aşan çağlarüstü bir mesaj görmekte hayli zorlanacaktır. Ve o müfessir, Mustafa Öztürk gibi, Kuran’ın Allah’ın değil de Hazret-i Muhammed’in kelamı olduğunu söylemek zorunda kalacaktır.


IV.               KURAN YİRMİ BİRİNCİ ASRA DOLAYSIZCA HİTAP EDER

Hazret-i Muhammed son peygamberse ve Kuran insanlık için inmiş son ilahi kitapsa, Kuran’ın yirmi birinci asra doğrudan hitap edebilen bir veçhesi olmalıdır. Geleneksel tefsir ve tarihselci tefsir Kuran’ın çağımıza doğrudan hitabını keşfetmekte başarısız olmuştur. Oysa bu hitap vardır. Bu hitabın keşfedilmesi ise Kuran’ın estetik bir mucize olduğunun ortaya çıkarılmasıyla mümkün olacaktır.

Kuran kendi deyimiyle eşi benzeri getirilemez bir mucizedir. Bu mucizeliğin pek çok boyutu var. Bu boyutlardan biri de Kuran’ın sanatkârane işlenmiş yapısının Kuran’ın her çağda her müfessir tarafından taze bir biçimde ele alınmasına müsaade ediyor oluşuyla ilgilidir. Ben bu yazının geri kalanında Kuran’ın bu estetik yapısının onu nasıl dolaysızca çağımıza hitap eder hale getirdiğini ele alacağım. Yazdıklarım Kuran’ı çağımıza taşımada bir yöntem önerisi olarak okunabilir. En son söyleyeceğim şeyi baştan söylemem gerekirse, Kuran bizlerin bugün içinde yaşadığı çağla dolaysızca konuşan ve bu çağda düşünceye istikamet, hayata mutluluk ve topluma adalet getirme yeteneğine sahip bir kitaptır. Ve eğer doğru okunursa, Kuran’ın yirmi birinci asrın küresel dinini tesis etme yeteneğine sahip olduğu da görülecektir.

Yazının geri kalanında bu yöntem ilkelerini örnekleriyle ele almak istiyorum. Önce İslam medeniyet tarihinden öğrendiğim yöntem ilkelerini, sonra Batı medeniyetinden miras aldığım yöntem ilkelerini şerh edeceğim. Sonra da bizatihi Kuran’ın kendisini okumaya dair kendisinin verdiği yöntem ilkelerini detaylı bir biçimde ele alacağım.

 

V.                 İSLAM GEENEĞİNDEN TÜRETTİĞİM YÖNTEM İLKELERİ

Kuran’ın akılla ve içinde yaşadığımız çağla barışının kurulmasında birinci ilke İbn Teymiye’den gelir. İbn Teymiye şöyle der: “Biz vahye körü körüne teslim olmuyoruz. Biz vahyin arkasındaki akla bağlanıyoruz.” Bu ilkenin bir uygulaması “müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” ayetidir. Geleneğimizin müfessirleri bu ayetten evrensel bir hüküm çıkarmış ve müşriğin tek hakkının öldürülmek olduğunu söylemiştir. Oysa bu ayet en az yedi ayetlik bir pasajın parçasıdır. Ve bu pasaj şöyle der: “Ey Müslümanlar! Siz müşriklerle bir barış sözleşmesi yaptınız. Bu müşriklerin bir kısmı anlaşmasına sadık… Siz de onlarla anlaşmanıza sadakatle devam edin. Bu müşriklerin bir kısmı ise bu barış anlaşmasına rağmen size defalarca ihanet etti. İşte bu hainleri ve bu hainlerin de hepsini değil, sadece liderlerini bulduğunuz yerde öldürün.” Ayetin bağrındaki akıl böylece keşfedilince akıl ve vahiy arasında bir çelişki kalmıyor.

Kuran’ın çağımız için anlamlandırılmasında ikinci ilke yine İbn Teymiye’den gelir. İbn Teymiye şöyle der: “Akıl ve vahiy çatışmaz. Böyle bir çatışma görüyorsan ya aklını doğru kullanmamışsındır. Dön aklını içeriden kritik et. Ya da vahyi yanlış anlamışsındır. O zaman da dön vahyin dil olanaklarını derin bir biçimde etüt et.” Bu ilkenin bir uygulaması “erkekler kadınlar üzerine otoritedir” diye çevrilen “erricalu kavvamuna ala nisa” ayetidir. Ki bu hükmü bugün en gelenekçi alim bile kendi kızına kabul ettiremez. Burada akılla vahiy arasındaki çelişkiyi çözecek ‘kavvam ala’ kelimesinin tam olarak ne anlama geldiğini keşfetmektir. Örneğin Tevbe Suresinde Allah şöyle der: “Ey peygamber! Münafığın kabrine ‘kavvam ala’ olma”. Yani “münafığın kabri önünde hürmetle ve saygıyla ayakta durma.” Ya da Rad Suresinde ‘kavvam ala’ tabiri ‘muakkibatun li emrih’ anlamında kullanılır. Yani ‘bir işin takibini yapan kişi’ anlamında… Bu iki ayetten bakınca “erkekler kadınlar karşısında ‘kavvam ala’dır” demek “erkekler kadınlarının huzurunda saygıyla ve hürmetle ayakta durmakla ve onların işinin takibini yapmakla mükelleftirler” demektir ki, bu bir çeşit erkeğe yüklenmiş şövalye ahlakıdır. Ve buradan bakınca yine akıl-vahiy barışı sağlanmış olur.

Kuran’ı çağımıza taşımada üçüncü bir yöntem ilkesi Cürcani’den gelir: Cürcani’ye göre akıl-vahiy barışını sağlayan, Kuran’ın estetik dilinin ve edebi sanatlarının çözümlenmesi faaliyetidir. Bu ilkeye bir örnek, Davud’la beraber tespih eden dağlar ve kuşlar ve Süleyman’dan kaçan karıncalardır. Zahiri haliyle mitolojik duran ve zahiri haliyle modern bir akıl tarafından kolaylıkla reddedilen bu ayetlerin edebi çözümlemesi yapıldığında vahiy akılla barışık hale gelir. Kuran etimolojisi sözlüklerine göre yedinci asır Arapları çok kuvvetli bir topluluğa, yani bir orduya ‘dağ’ derlermiş. Yine bu etimoloji sözlüklerine göre “şöyle yaparsan şu olur, böyle yaparsan bu olur, sen en iyisi şöyle yap” diyerek muhatabına yol gösteren, yani strateji çizen kimselere yedinci asır Arabı ‘kuş’ dermiş. Bir yerden bir yere gizli gizli haber götüren kimselere ise yedinci asır Arabı ‘karınca’ adını verirmiş. Buradan bakınca Davud’la beraber tespih eden dağlar ve kuşlar Davud’un ordusu ve stratejisyenleri, Süleyman’dan kaçan karıncalar ise bir casus örgütü olarak anlaşılmak durumunda oluyor, ki ayetler böyle çözümlendiğinde akıl-vahiy barışı da sağlanmış oluyor.

Akıl-vahiy barışını sağlamada dördüncü bir yöntem ilkesi yine Cürcani’den gelir. Cürcani’ye göre Kuran’ın eşi benzeri getirilemez bir mucize olmasını sağlayan, onun edebi sanatlarla yoğrulmuş yapısıdır. Bu ilkeye bir örnek şu ayettir: “İsa balçığı alır, ona kuş ‘biçim’ine ‘benzer’ bir biçim verir ve bu biçime ‘ruhundan üfler’di. Ve o da kuş olur uçardı.” Ayetin ilk kastettiği şey yüksek insani değerlere sahip olmadığı için ‘balçık’ adını almaya layık ilk havarilerin İsa’nın mesajı aracılığıyla yüksek bir idealin bülbülleri haline geliş sürecidir. Fakat ayetin mucizeliği daha derindedir. Modern sanat felsefesi “sanat eseri nedir?” sorusuna üç alternatif yanıt veriyor: “1. Sanat eseri gerçeğin taklididir. 2. Sanat eseri güzel bir biçimdir. 3. Sanat eseri sanatkarın ruhundaki ilhamları önündeki malzemeye üflemesidir.” Bu ayette Hazret-i İsa’nın mucizesi aracılığıyla modern sanat felsefesine bir işaret bırakılıyor. İsa kuşa benzer bir şey yaptı: yani gerçeğin taklidi. İsa bu şekli kuşun biçimine benzetti; yani biçim. Ve İsa bu kuşa ruhundan üfledi; yani ruhunun ilhamlarını dökmek. Ayet böyle çözümlenince mitolojik olduğu için modern akıl tarafından reddedilen bu ayet birden bire eşi benzeri getirilemez bir mucizeye dönüşüyor.

Kuran’ın akılla ve çağla ilişkisini kurmada beşinci ilke İmam Eş’ari’den gelir. İmam Eş’ari’ye göre Kuran’ın lafzi kelamı yaratılmıştır. Kuran’ın nefsi kelamı, yani manası ve maksadı ise evrensel ve çağlarüstüdür. Bu ilkeye bir örnek, Kureyş Suresidir. Sure “Kureyş kabilesi bu evin rabbine ibadet etsin” der. Kureyş kabilesinin çağımız için hiçbir güncelliği ya da önemi yoktur. Yani burada lafzi kelam tarihseldir ve yaratılmıştır. Fakat lafzi kelamın arkasındaki mana ve maksat, yani nefsi kelam evrensel ve çağlarüstüdür. Zira bu surede Kureyş sadece bir örnektir. ‘Kureyş’ ve ‘bu ev’ yerine on altıncı yüzyılda ‘Osmanlı’ ve ‘Topkapı Sarayı’nı, on dokuzuncu asırda ‘İngilizler’ ve ‘Westminister Sarayı’nı, yirmi birinci yüzyılda ise ‘Amerikalılar’ ve ‘Beyaz Saray’ı koyabilirsiniz. Lafzi kelam’dan nefsi kelam’a bu geçiş yapıldığında, sure, çağlarüstü bir hal alacaktır.

Kuran’ın çağla ve akılla barışının sağlanmasında İslam geleneğinden gelen son ilke, İhvan-i Safa’ya dayanır. İhvan-ı Safa’ya göre, Kuran ezeli ve ebedi bir hikmettir. Ve yeryüzünde söylenmiş tüm temel hakikatlere birer işaret bırakmıştır. Tevil yoluyla Kuran, bizleri yedi kıtada söylenmiş tüm hakikatlere açar. İhvan-ı Safa’nın getirdiği bu ilkenin bir uygulaması Kuran’daki ahlak felsefesine ilişkindir. Kuran Kant, Nietzsche ve Sartre’ın ahlak felsefesinin çekirdeklerine dair birer cümle barındırır bünyesinde ve kendi okurunu bu filozofları öğrenmeye ve kendine mal etmeye teşvik eder. Kant’a göre Yahudiliğin temel buyruğu olan “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” düsturunu hayata geçirmek kişiyi kendi kendisinin kralı yapar. Bu ilke Kant’ın ahlak yasasının çekirdeğidir. Kuran, Maide Suresinde Yahudilere “Allah sizi birey birey krallar haline getirdi” diyerek Kant ahlakını tasdik eder. Nietzsche ahlakı insanın hınç adlı kölelik zincirinden sıyrılması ve tanrısallaşmak ve tanrıların tattığı sarhoşluğu tatmak üzere rekabet etmesi üzerine kuruludur. Kuran A’raf Suresinde “Allah cennette sizleri gıll’dan, yani hınç denen zincirden kurtaracak” dediğinde ve Mutaffifin Suresinde “Allah’a yaklaştırılmış ve tanrısallaştırılmış olanların içtiği tesnim şarabından içmek için yarışın” dediğinde Nietzsche ahlakını tasdik eder. Sartre felsefesine göre ise insanın kaderi tamamen onun özgür iradesiyle kendini adadığı şeylere bağlıdır. Kuran İsra Suresinde “her bireyin kuşu, yani kaderi, onun boynuna, yani kendini adadığı işe göre yazılmıştır” dediğinde Sartre ahlakını tasdik eder.


VI.               BATI GELENEĞİNDEN TÜRETTİĞİM YÖNTEM İLKELERİ

Kuran okumada İslam geleneğinden türettiğim bu altı ilke harekete geçirildiğinde Kuran ve modern akıl arasında sorun teşkil eden pek çok husus bir çözüme kavuşacaktır. Fakat İslam dışı hermeneutik geleneği de en az İslam medeniyeti mirası kadar Kuran’ın çağlarüstülüğünü keşfetmede yardımcı olacak ipuçları vermektedir. Burada Kuran’ı yorumlarken İslam dışı kaynaklardan türettiğim ilkelerin bir dökümünü yapacağım.

İlk ilke, ünlü şair ve edebiyat eleştirmeni T. S. Eliot’tan… Eliot’a göre bir sanat klasiği yerel bir örneği alır, onu sanatkârane işler ve bu yerel örneği evrensel bir düşüncenin arketipi yapar. Buna verebileceğim bir örnek, Tevbe Suresindeki haram aylardır. Bu ayete göre belli aylarda savaşmak kesin olarak haram kılınmıştır. Fakat yedinci asır Arap toplumundan başka haram aylar uygulamasının bir örneği yoktur. Bu durumda bu ayeti çöpe mi atacağız? Hayır. Zira örnek yereldir, fakat örneğin arkasındaki felsefe evrenseldir. Mitoloji dinlerinde yılın her ayı hayatın başka bir faaliyetine karşılık geliyordu. Kuran bu hususa bir işaret bırakır. Örneğin, Kuran yılın her ayında indirilmiş olmasına rağmen, Bakara Suresi Ramazan’ın Kuran ayı olduğunu söyler. Dört haram ay ayetiyle Kuran’ın vurgulamak istediği husus, hayatın belli alanlarının kesin olarak savaş dışı tutulması lüzumudur. Örneğin gıda paylaşımı, ilaç paylaşımı, kültür paylaşımı gibi hususlar kesin olarak savaş dışı tutulmalıdır. Böyle yorumlandığında yerel gibi görünen bu ayet, evrensel ve çağlarüstü bir ilkeyi dile getirmektedir.

Benim Kuran’ı anlamada Batılı gelenekten öğrendiğim ikinci husus Ricoeur’un dile getirdiği üçlü mimesistir. Yani önce tarihte bir olay vuku bulur. Ve bu olaya referansla bir hüküm iner. Bu ilk mimemis’tir. Sonra bu hüküm kitaba taşınır. Ve bu hüküm kitapta ayrı bir mantık teşkil eder. Bu ikinci mimesis’tir. Daha sonra okuyucu kitaptaki hükmü kendi çağına taşır. Bu üçüncü mimesis’tir. Burada üç mimesis’nin hakkı da ayrı ayrı verilmek zorundadır. Benim bu ilkeye verebileceğim örnek, Ali İmran Suresinde dile getirilen Uhud Savaşı’dır. Biz Uhud Savaşını yaşamadık. Bu yüzden Uhud Savaşının bizim içim bir güncelliği yok. Ama Kuran Uhud Savaşını kendi bünyesine taşıdığında onun anlam ufkunu da çağlarüstü hale getiriyor. Örneğin bu savaş için şöyle diyor Kuran: “karh’tan, yani bünyeye yayılmış mikroplu yaradan sonra İslam’a sahip çıkanlar büyük mükâfat görecek.” Burada ‘karh’ yani mikroplu yara Uhud Savaşıyla ilgili bir olgu olmaktan çıkıyor ve İslam’ın bin dört yüz yıllık tarihinde aldığı derin yaralar esnasında İslam’a sahip çıkan insanları muştular hale geliyor. Örneğin modernitenin ve emperyalizmin mikroplu yarası bünyeye işledikten sonra İslam’a sahip çıkan kuşakları muştular hale… Yani pasaj bu haliyle evrensel ve çağlarüstü oluyor.

Kuran’ı anlamada Batılı kaynaklardan öğrendiğim üçüncü husus ise Gadamer’in entegrasyon ve ufukları kaynaştırma ilkesidir. Kutsal metnin tarihte hangi olguya karşı nüzul ettiyse onla ilişki içinde okunması gerektiğini vaz eden Betti’ye karşı, yani Fazlurrahmancı tarihsellik anlayışına karşı, Gadamer metni yorumlarken metnin nüzul etmesine vesile olmuş tarihsel olayları paranteze almak ve metinle çağımız arasında dolaysız bir temas kurmaya çabalamanın gerekli olduğunu söylüyordu. Bu ilkeye verebileceğim örnek, Tevbe Suresidir. Tevbe Suresi yedinci asırdaki Tebuk Seferi için bir seferberlik çağrısıydı. Ve bugün pek çok tarihselcimiz de Tevbe Suresini Tebuk Seferiyle ilişki içinde okur. Oysa sure iki evrensel değer namına bir seferberlik çağrısıdır ve her iki değer de oldukça günceldir: (1) Sure mescitleri imar etmek için bir seferberlik çağrısıdır. Yani toplumu toplum yapan tüm kurumları imar etmek adına bir çağrıdır Tevbe Suresi. (2) Sure sıradan halkı sömüren en zengin yüzde bir ve onların ideolojik destekçilerine karşı bir evrensel adalet mücadelesine çağrıdır. .Yirmi birinci asır yeryüzünde en zengin yüzde birin ve onların ideolojik destekçilerinin yeryüzünü ne kadar ifsat ettiği ortadayken, Tevbe Suresi, Tebuk Seferine hiç müracaat etmeden de güncel ve çağlarüstü bir hitap olarak okunabilir.

Benim Kuran’ı anlamada Batılı kaynaklardan öğrendiğim son ilke vahyi okumayı bir Bildung ve tanrısallaşma vesilesi haline getirmektir. Benim Kuran’dan anladığım kadarıyla Allah’a ubudiyetin gayesi de insanın hayvani köleliklerden sıyrılıp Tanrı dostu olacak makama gelebilsin diye bir eğitim sürecine girmesidir. Fakat bu hususu makalenin sonlarına doğru uzun uzun ele alacağım için burada bir işaret bırakıp geçiyorum.


VII.             KURAN’IN KENDİ SUNDUĞU YÖNTEM İLKELERİ

(1) AKIL VE VİCDAN AKTİF OLARAK OKUMA

Kuran’ın akılla ve çağla barışını yakalamada İslam medeniyetinden ve Batılı kaynaklardan öğrendiğim yöntem ilkelerini zikrettikten sonra Kuran’ın bizatihi kendisinin, kendisinin nasıl okunması gerektiğine dair verdiği yöntemsel ayetleri ele alabilirim. Yukarıda ilkeleri sıralarken her ilkeye tek bir örnek verdim. Burada ise derdimi biraz teşrih etme maksadıyla Kuran’dan öğrendiğim her ilkeye birkaç örnek getireceğim.

Benim Kuran’ı yorumlarken Kuran’dan öğrendiğim ilk ilke, Kuran’ı yorumlarken aklımı kullanmam ve adalet duygumu aktif tutmam zorunluluğudur. Yani Kuran’a körü körüne teslim olarak değil de, onu aklımı ve vicdanımı doyurana kadar didik didik etmem lüzumudur. Yukarıda bu hususun sayısız örneğini vermiştik zaten. Burada bu örnekleri biraz daha genişletmek istiyorum.

Örneğin “Allah şirk dışında her günahı affeder, bir tek şirki affetmez” ayeti… Bu ayete göre kişi kelime-i şehadet getiriyorsa eninde sonunda cennete gider. Fakat kelime-i şehadet getirmiyorsa dünyanın en erdemli insanı da olsa ilelebet cehenneme girer. Vicdan ise böyle bir hükmü kabul etmez. Bu ayet iki defa ve Nisa Suresinde geçer. Ve her iki ayet de daha öncesinde gelen üç dört ayetle irtibatlıdır. Daha önceki ayetlerle ilişki koparılınca böylesi vicdana aykırı bir hüküm çıkarken, ayetler pasaj bütünlüğüne oturtulduğunda ortada vicdana aykırı bir şey kalmaz.  Bu pasajların özeti şudur: Yahudiler kadınlara zulmetmektedir. Allah ise Nisa Suresi yoluyla kadınlara ciddi haklar verir. Yahudiler ise kadınlara adalet getiren bu hükümlerin Allah’tan geldiğini bile bile bu hükümleri uygulamayı reddederler. İşte Nisa Suresi Allah’a böylesi bir isyana “Şirk dışında bütün günahları affederim. Fakat şirki asla affetmem” demektedir. Yani Allah’tan geldiğini bile bile bir hükmü reddetmek eylemi Allah tarafından affedilmez. Ayrıca Kuran’da müşrik kategorisinin yanında fetret kategorisi vardır. Yani ilahi mesajın ayan beyan sunulmamış olması durumı. Yine araf kategorisi vardır. Yani hak ve batıl kavga halindeyken kafası karışmış iyi niyetli insanlar güruhu…. Yine İbrahim gibi hakkı samimiyetle ararken yanlışlıkla yıldıza, aya, güneşe tapan hanif durumu… Yani samimiyetle hakikati arayan insanlar güruhu… Allah Kuran’da fetret insanına, araf insanına ve hanif bireylere cenneti vaat eder. Yani çevremizde gördüğümüz pek çok müşrik fetret, araf ya da hanif kategorisine girdiği için cennete girecektir, demektedir bu ayetler. Tüm bu boyutlarıyla ele alındığında konuyla ilgili hükümler akılla ve vicdanla barışık hale gelir.

Kuran’ı okurken aklımı ve vicdanımı sürekli aktif tuttuğum başka bir alan Kuran’daki cehennem azabının sonsuzluğu meselesidir. Cehennem azabı sonsuzsa akıl ve vicdan şu soruya yanıt veremez: “Madem Allah kulunun ilelebet cehennemlik olacağını biliyordu… Sonsuza kadar azap vereceğini bile bile bu kulunu niye yarattı? Allah’ın adaleti ve merhametiyle sonsuz cehennem azabı nasıl barışır?” Kuran’daki cehennem azabının sınırlarına dair pek çok ayet var. Fakat ben burada sadece ikisini vermek istiyorum. Konuyla ilgili inen ilk surede, Kalem Suresinde cehennem azabının hakikati şöyle anlatılır: Bir aile bahçesini devşirecektir. Ve “fakirlere yardım etmeyelim” diye aralarında sözleşirler. Sabah bahçeye geldiklerinde görürler ki bahçeleri kül olmuş. Bunun üzerine pişmanlık gösterirler. Allah’a tevbe ederler. Ve “biz tevbe edeceğiz. Umulur ki Allah bu bahçeden daha güzelini bize ihsan eder” derler. “İşte,” der Allah, “…cehennemdeki azap da böyledir.” Yani insanların bu dünyadaki yanlışları yüzünden ahiret bahçesini yitirmeleridir cehennem azabı. Ve cehennemlikler orada tevbe ederler, çalışırlar, gerekli terbiyeden geçerler ve Kalem Suresindeki bahçe sahipleri gibi bu sefer tevbe etmiş olarak bahçelerine, yani cennete kavuşurlar. Buradan bakınca, cehennem azabı kişilerin yitirdikleri bahçelerine yeniden kavuşabilmek için içine girdikleri zorlu mücahedenin azabıdır.

Yine cehennem azabıyla ilgili olarak… Allah Kasas Suresinde kendi Vech’i, yani Yüz’ü dışında herşeyin helak olacağını söyler. Peki, Allah’ın elleri ayakları da mı helak olacak? Bu soruyu sorduğumuzda Allah’ın Vech’inin bir deyim olduğunu anlarız. Ve Vech ne anlama geliyor diye Kuran’a sorduğumuzda örneğin Yusuf Suresinde Yusuf’un kardeşleri şöyle der: “Yusuf’u buradan gönderelim. Ta ki babamızın Vech’i/Yüz’ü bize kalsın.” Yani babamızın sevgisi, merhameti, ilgisi, şefkati… Bu ayetten hareketle “Allah’ın Vech’i dışında her şey helak olacak” ayetini okuduğumuzda Allah’ın sevgisi, ilgisi, merhameti ve şefkati dışında her şeyin helak olacağını söyleyebiliyoruz. O halde cehennem azabı gelip geçici olmak zorundadır. Oysa cennet Allah’ın sevgisi ve merhametinin en mücessem tezahürü olduğu için cennet ebedidir. Ve cehennemde azabını çeken ve gerekli terbiyeyi gören insanlar eninde sonunda cennete girecektir.

 

VIII.           (2) GELENEĞİ PARANTEZ İÇİNE ALMA

Kuran’ın akılla ve çağla barışını kurarken Kuran’dan öğrendiğimiz ikinci bir ilke Kuran’da defalarca geçen atalar dinini paranteze alma lüzumudur. Bu ilkenin bir anlamı şudur: Kuran’ı anlamlandırırken selef-i salihinden, gelenekten ve asr-ı saadetten gelen uygulamaları esas almamak gerekir. Selef-i salihin kendi çağları için doğru bir İslam yorumu ortaya koymuş olabilirler. Fakat onların kendi çağları için uygulamaya döktükleri İslam, bizim çağımızda yanlış sonuçlar doğuruyor olabilir. Örneğin Nisa Suresine göre kişi isterse üç defa İslam’a girer, üç defa İslam’dan çıkar. Bu onun özgürlüğüdür. Kimse o kişinin dini tercihlerine karışamaz. Oysa Peygamberimiz zamanında dinden çıkanlar ellerine silah alıp öylece çıktıkları için, Peygamberimiz mürtedin öldürülmesi gerektiğini söylemiştir. Kuran evrensel bir hükmü dile getirir. Peygamber’in hadisi ise tarihseldir.

Yine örneğin Kuran’a göre özgür bir insanı köleleştirmenin hiçbir yolu yoktur. Konu Muhammed Suresinde ve Enfal Suresinde düzenlenir. Her iki sureye göre de, savaş esirleri ya fidye karşılığı ya da gönül hoşnutluğuyla serbest bırakılır, ta ki iki düşman kavim arasında dostluk kurulsun. Oysa Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer geçici de olsa savaş köleliği uygulamıştır. Yine Kuran evrensel ve çağlarüstü ve sahabenin uygulaması ise yerel ve tarihseldir.

Yine örneğin Kuran’a göre hırsızın iki eli de gerektiğinde takılıp gerektiğinde çıkarılacak bir kelepçe (nekal) olarak kesilir. Burada aşikârdır ki el bir deyimdir ve kişinin eylemlerini kasteder. Ayetin kastettiği hırsızın elinden tüm eylem olanaklarının alınması ve hırsız eğer tevbe ederse bu olanakların ona geri verilmesidir. Oysa Hazret-i Peygamber bu ayetten hareketle bir yedinci asır Arap örfünü uygulamış ve hırsızın iki elini de değil de, tek elini fiziksel olarak kesmiştir. Aşikârdır ki yine Kuran’ın beyanı çağlarüstü, Hazret-i Peygamber’in uygulaması ise yerel ve tarihseldir. 

Kuran’ı yorumlamada Hazret-i Peygamber’in sünnetinin bile bağlayıcı olmadığı hususu, Hazret-i Ömer’in uygulamalarıyla sabittir. Zira o, Hazret-i Peygamber’in aksi yöndeki uygulamasına rağmen, Kuran’a dayanarak ve Kuran’a daha önce hiç verilmemiş anlamları vererek Sevad Arazisini sahabilere ganimet olarak dağıtmayı reddetti. Ve “bunlar da ‘miskin’dir” diyerek Ehl-i Kitab’a zekâttan hisse ayırdı.

 

IX.               (3) KURAN’I ÂLEMLERE RAHMET OLARAK OKUMA

Kuran’ın kendisini okumada öğrettiği üçüncü bir usul ilkesi Kuran’ın ve Hazret-i Peygamber’in âlemlere rahmet olarak indirilmiş olması gerçeğidir. Yani Kuran evrensel merhamet prensibi zemininde okunmalıdır. Bu ilkeye verebileceğim bir örnek Kuran’daki cihad ayetleridir. Kuran’da cihad Müslümanlar imparatorluk kursun diye yapılmaz. Aksine Nisa Suresinde denildiği gibi cihadın esas amacı yeryüzünde haklarından mahrum bırakılan kadın, erkek ve çocuklar haklarına kavuşabilmesidir. Yine Tevbe Suresinde Ehl- Kitap’la cihad onlar zorla Müslüman olsun diye değil, Ehl-i Kitab’ın yönetici elitinin ve onları destekleyen din adamlarının halkı aldatıp ve baskı altına alıp halkın malına el koymaları ve halkı sömürmeleri durumuna bir son verilmesi lüzumudur. Yani Tevbe Suresinde cihad Ehl-i Kitap halklarının haklarının Ehl-i Kitap’ın zalim egemenlerinden alınması içindir. Pasaja göre kendisinden cizye alınıp da küçük düşürülmesi istenen sınıf da zaten egemenleri tarafından hor hakir görülen Ehl-i Kitap halkları değil, Ehl-i Kitab’ın müstekbir yöneticileridir.

Kuran’ın merhamet ilkesi zemininde okunması gereğine verebileceğim başka bir örnek Kuran’daki kadınla ilgili ayetlerin hep kadınları korumak için gelmiş olması gerçeğidir. Kuran için mesele kadınları erkek tahakkümüne teslim etmek değil, onların haklarını korumaktı. Örneğin çok eşliliğe izin verdiği söylenen sure şöyle der: “Eğer söz konusu olan yetimlere adaleti gözetememenizse, işte ancak bu koşulda çok eşliliğe izin verdim.” Kuran çok eşliliğe sınırsız izin vermiş olsa, doğum ölüm oranları eşit olduğu için zengin yaşlı erkekler çok eşli olurdu, fakir gençler ise evlenecek kadın bulamazdı. Oysa çok eşlilik ayeti savaşa ait bir durumu çözüyor. Savaşta erkekler ölüyor. Dullar ve yetimler sahipsiz kalıyor. Ve savaşta erkekler öldüğü için, çok eşlilik kurumu olmasa, o kadınlar ilelebet dul kalmaya ve o çocuklar da yetim ve sahipsiz kalmaya mahkûm. İşte Kuran çok eşlilik ayetiyle bu hususu evrensel merhamet temelinde çözüyor. Ve dulları ve yetimleri savaşta ölmemiş erkeklerin gözetimine emanet ediyor.

 

X.                 (4.A) KELİMELERİ MEVZUUNDAN SAPTIRMAMA

Kuran’ı okumada yine Kuran’dan öğrendiğim bir usul ilkesi, Bakara Suresinde geçtiği üzere, kelimeleri ve cümleleri mevzuundan, bağlamından ve amacından saptırmama lüzumudur. Önce kelimelerle başlayayım.

Kuran’da cehennemliklere hamim ve gassak cezası verildiği söyleniyor. Bu kelimeler sırasıyla kaynar su ve irin diye çevrilmiş. Oysa hamim’in Kuran’daki kullanımları hasreti çekilen dostu karşılıyor. ‘Gasakilleyl,’ ‘gassakın ize vekab’ gibi kullanımlarında gassak ise, tüm ışığın karardığı kapkaranlık bir durumu anlatıyor. Buradan bakınca Kuran’daki hamim cezası, insanın dostlarını yitirmesinin yarattığı yoğun hasret ateşi; gassak cezası ise kişinin geleceğe dair tüm ümitlerini yitirdiği kapkaranlık bir depresyon hali oluyor. Zaten Humeze Suresi cehennem ateşinin gönüllerde tutuştuğunu söyleyerek cehennem azabının fiziksel işkence olmadığını, buranın manevi ve ruhani bir ceza olduğunu ifade ediyor.

Yine Kuran’da geçen ve erkeklere cennette sayısız huri verildiğine kanıt olarak gösterilen huriliyn ibaresi huriler anlamına gelmiyor. Huriliyn, ‘insanı büyüleyen pınar gözlü bakışlar’ demek. Yani cennette sevgililerin ilişkisi bakışların büyüleyiciliği altında gerçekleşen manevi ve ruhani bir aşk deneyimi. Kuran Rahman Suresinde cennet kadınlarının bakire olduğunu söylüyor ama Mushaf’ta ondan hemen sonra gelen Vakıa Suresinde, bu bakire kadınların kendi vücutlarına yeniden biçim verilmiş ve bakire kılınmış yeryüzü kadınları olduğunu da söylüyor. Buradan hareketle cennetin gerek kadınlar için gerek erkekler için tek eşli bir mekân olduğunu da söylememiz gerekiyor. Zira cennetlik erkeklerin evleneceği eşlerin tamamı yeryüzünde yaşamış olan kadınlar.

Yusuf Suresinde geçen tevilülehadis kelimesi pek çok müfessirimiz tarafından ‘rüya yorumu’ olarak çevriliyor. Böyle çevrilince de ibarenin tüm çağlarüstülüğü kayboluyor. Yusuf’a Mısır Sarayında ilim ve hikmet verildi. Fıkıh ve hadis alimlerimiz ilim ve hikmeti dini ilimlerle sınırlamak isteseler de, Yusuf’a pagan Mısır Sarayında dini ilimler değil, seküler ve dünyevi ilimler öğretilmişti. Yani Kuran’a göre bizim bugün seküler medeniyetten öğrendiğimiz ilim ve hikmet de aynı Yusuf’un pagan Mısır sarayında öğrendiği ilim ve hikmet gibi kutsal. Tevilülehadis ise rüya yorumu anlamına gelmiyor. Tam çeviri ‘olayların gerçeği’. Bilim her zaman için olayların görünüşünden onların gerçek yüzüne ve derinliğine geçmenin adıdır. Yusuf’a öğretilen tevilülehadis de Hazret-i Yusuf’un dünyada olup biten olayları hâkim olduğu bilimler, hikmet ve felsefe birikimi sayesinde tüm derinlikleriyle ve gerçek yüzüyle görme yeteneği kazanmış olması gerçeği.

Necm Suresi “Lat’a, Uzza’ya ve Menat’a tapmayın” diyor. Yedinci asır Arap toplumundan başka bu putlara tapan yok. Ayet bu haliyle yerel ve tarihsel. Fakat kelimelerin etimolojisine inildiğinde bu ibareler birden bire çağlarüstü bir hal kazanıyor. Uzza, güç kökünden geliyor. Menat, maddi bir menfaat için ümit beslemek demek. Lat ise parlaklığı ve görünüşü hayranlık uyandıran bir yılana verilen isimmiş. Yani bir anlamda prestij demek oluyor Lat. Haliyle “Lat’a, Uzza’ya ve Menat’a tapmayın” demek “güce, çıkara ve prestije tapmayın” demek oluyor ki, bu ayet bir yandan da “toplum üç ilke etrafında örgütlenir: Güç , çıkar ve prestij” diyen Max Weber’e de işarette bulunuyor.

Enfal Suresinde savaş ganimetleriyle sınırlandırılmış ve bugün savaş ganimeti olmadığı için yerel ve tarihsel zannedilen “enfal Allah ve resulü içindir” ibaresindeki enfal, savaş ganimetinden çok daha kuşatıcı bir anlama sahip. Enfal, nafileden gelen her kazanç demek. Yani bir çaba harcanmadan ele geçen her kazanç. Haliyle bugünkü ekonomi biliminin diliyle “her çeşit rant, nafile kazanç Allah yolunda kullanılacaktır” diyerek ayet bir anda çağlarüstü hale geliyor. Zira bugün pek çok büyük şirketin kazancının kaynağı doğal kar değil, tekel rantıdır.

 

XI.               (4.B) DEYİMSEL YAPILARA DİKKAT ETME

Kuran’da kelimelerin doğru anlamlandırılmasıyla ilgili ikinci bir husus kelimelerin deyimsel özelliklerini çok iyi bilmektir. Bu deyimleri düz anlamıyla kavrarsak hayli hurafe türetiriz. Oysa deyimsel yapıları kavradığımızda Kuran bir anda çağlarüstü bir hal alır.

Örneğin Maide Suresinde maymuna ve domuza çevrilenleri bazı müfessirler düz anlamıyla ele almış ve buradan hayli hurafe çıkmıştır. Oysa maymun ve domuz bir deyimdir ve bir karakter özelliğini ifade eder. Çünkü ilgili pasajlarda Ehl-i Kitap’a emredilen şey (1) sahtekârlık yapmamaları ve (2) haram yememeleridir. Sahtekârlığı ve haram yemeyi alışkanlık haline getiren insanların ise karakteri maymunlaşır ve domuzlaşır. Ayet bunu kastetmektedir.

“Meryem mabetteyken ona rızık gelirdi ve Zekeriya ‘bu rızıklar nereden?’ diye sorduğunda ‘Allah’tan’ yanıtını alırdı.” Kuran boyunca rızık bir deyimdir. Gerek maddi rızıkları gerekse de ilim gibi manevi rızıkları kasteder. Meryem’in mabette edindiği rızıklar ona bir mucize yoluyla gelen maddi rızıklar değil, onun Tevrat’tan devşirdiği manevi rızıklardı. Yani Tevrat’tan öğrendiği ve kendisinden önce kimsenin bilmediği hakikatlerdi bu rızıklar. Zekeriya’yı hayran bırakan Meryem’deki bu ilmi ilhamlardı.

Yine Ali İmran Suresinde Meryem’i gözetimine almak için kalem yarıştıran Tevrat alimleri kalemlerini nehre koyup “hangisi ters yönde akacak?” diye bakmıyorlardı. Kalem yarıştırmak Kuran için bir deyimdir. Meryem’in annesi kızını mabede bağışladığında Tevrat’ta kadınların da din alimi olabileceğine yönelik açık bir hüküm yoktu. Bunun üzerine Tevrat alimleri Tevrat’a dayanan içtihatlarını karşı karşıya getirdiler, yani kalemlerini yarıştırdılar ve Zekeriya’nın içtihadına göre bir kadının da din alimi olabileceği meydana çıktığında, Meryem’in bakımını Zekeriya üstlendi.

Kuran’da çok sık geçen “çocuklarınızı öldürmeyin” ibaresi eğer yedinci asır Arap toplumunun kızlarını diri diri toprağa gömmesini kastediyorsa tamamen yerel ve tarihseldir. Oysa bu ibare bir deyimdir ve en az iki katmanı daha vardır ve her iki katman da çağlarüstüdür: (1) kız çocuklarınızı haklarından mahrum ederek onları yaşayan ölü haline getirmeyin, (2) çocuklarınız zengin olabilsin, güçlü olabilsin diye onların ahlakını tahrip ederek onları ahlaken ölü hale getirmeyin.

Kuran’da bir manifesto gibi çok sık geçen “Allah sadece leşi, kanı ve domuzu haram kıldı” ibaresi de bir deyim olarak anlaşılmazsa yedinci asır Arap toplumu dışında bir geçerliği yoktur. Zira bugün leş yiyen ve kan içen bir toplum yok. Kuran’da leş, insanı manen öldüren her eylem demektir; uyuşturucu ve sefahat gibi. Kuran’da kan, toplumda haksız yere çatışma çıkaran her eylem demektir; ihaleye fesat karıştırmak ve başka ülkenin toprağına göz koymak gibi. Kuran’da domuz ise insan ruhunun mide bulandırıcı bulduğu her şeydir. Dalkavuk bir karakter geliştirmek ve dostunun sevgilisiyle zina etmek gibi… Böyle meallendirince bu ibare de birden bire çağlarüstü bir hal alır.

 

XII.             (4.C) CÜMLELERİ DOĞRU ANLAMLANDIRMA

Kuran’daki kelimeler hakkında bu işaretleri bıraktıktan sonra, cümlelerin mevzuundan ve amacından koparılmaması gerektiği hususunu vurgulamak istiyorum. Buna zaten pek çok işaret bıraktım. Örneğin çok eşlilik sadece ve sadece söz konusu olan yetimlere adalet götürme meselesiyse, savaş durumu içinde verilmiş kısıtlı bir izindi. Burada bu hususta iki örnek daha vererek meseleyi genişletmek istiyorum.

Maide Suresinin girişinde “sözlerinize sadık olun. Ve ihramlıyken avlanmamak koşuluyla serbestçe avlanın” diye bir ayet var. Çağımız avlanma toplumu değil. Ve mantıken söze sadakatle avlanmak arasında bir mantık bağı yok. Buradan bakınca ayet hep belagate aykırı hem de ayetin bir çağdaşlığı yok. Oysa Kuran’da ‘avlanmak’ bir deyimdir. Ve kişinin maddi bir menfaati kollayarak giriştiği mücadeleyi kasteder. Yani serbest piyasada menfaatlerimizi kollarken giriştiğimiz rekabettir avlanma. Serbest piyasanın adil bir biçimde işlemesi için ise ilk şart sözleşmelere sadakattir. Buradan bakınca ayet bir anda çağlarüstü hale geliyor, estetik bir mucizeye dönüşüyor ve bizlere şunu söylüyor: “sözleşmelerinize sadık olmak koşuluyla maddi menfaatleriniz peşinde rekabet etmenize ve mücadele etmenize izin veriyorum. Fakat ihramlıyken avlanmayın.” Bu zeminde “‘ihramlıyken avlanmak’ nedir?” diye tefekkür ettiğimizde ‘dini bağlanımlarımızı’ yani ihramımızı, ‘dünyevi kazanç çabası’na, yani avlanmaya, alet etme eylemine Kuran’ın mecazi bir yolla ‘ihramlıyken avlanmak’ dediğini de anlar hale geliyoruz. Haliyle bu ibare de evrensel ve mucizevi bir muhtevaya kavuşuyor.

Kuran’da cümleleri doğru anlamlandırma lüzumuna dair getirebileceğim ikinci örnek Bakara Suresindeki “Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Fakat erkekler bu hususta bir derece ileridir” diye çevrilen ve İslam’ın kadını baskı altına almak için gelmiş bir din olduğu izlenimi veren ibaredir. Oysa bu çeviri ibarenin yanlış bir çevirisidir. Ve ibare ayet ve cümle bütünlüğünden kopuk okunduğu için geleneğimize de bu bozuk çeviri egemen olmuştur. Ayetin bütünü okunduğunda ayetin boşanma durumunda çocukların velayetinin kimde kalacağı hususunu düzenlediği görülür. Burada kadın erkek hakları diye düzenlediği sanılan şey, aslında erkeklerin ve kadınların birbirine karşı hakları değil, çocuğun velayeti söz konusu olduğu sürece kadınların ve erkeklerin haklarıdır. Yani “çocuğun velayeti kimde kalacak?” diye sorulduğunda, ayet şunu söyler: “bu hususta erkeklerin de kadınların da hakları vardır. Fakat erkekler bu hususta bir derece daha ileridirler.” Buradaki mesele kadını erkek karşısında genel olarak ikinci sınıf ilan etmek değil, boşanmış ailenin çocuğunun geleceği adına erkeğin mi kadının mı velayetinin daha faydalı olduğu hususudur.

Cümleleri doğru okumak hususunda verebileceğim son örnek Talak Suresinde geçen ve “İslam’da çocuk evliliklerine izin veriliyor” zannı veren boşanma ve iddet ayetidir. Ayete göre “boşanan ve hayızdan kesilen kadınlar üç ay bekler. Hiç hayız görmemiş olanlar da… (Mim) Hamile kadınlarsa çocuk doğurana kadar iddet beklerler.” Oysa Nisa Suresine göre rüşde erene kadar kişi evlendirilemez. Bu ayette sorun, durak yerinin, Yani ‘Mim’in yanlış yere konmasından kaynaklanmaktadır. Durak yerini, yani Mim’in yerini değiştirip de ayeti yeni haliyle okuduğumuzda ayetin akılla barışıklığı sağlanır. Ayetin yeni okunuşu şöyle: “Boşanan ve hayızdan kesilmiş kadınlar üç ay iddet bekler. (Mim) (Boşandıktan sonra) hiç hayız görmemiş, yani hamile kadınlarsa çocuk doğana kadar iddet beklerler.”


XIII.           (4.D) PASAJ BÜTÜNLÜKLERİNE DİKKAT ETME

Kuran’la aklın barışının sağlanmasında Kuran’ın öğrettiği bir yöntem ilkesinin kelimeleri ve cümleleri mevzuundan, bağlamından ve amacından saptırmamak gereği olduğu söyledik. Ve kelimelere doğru anlam verilmesinin, ibarelerin deyimselliğinin keşfedilmesinin ve cümlelerin bütünlüklü bir biçimde okunmasının akıl-vahiy barışını nasıl yarattığını örnekleriyle gösterdik. Burada başka bir husus pasaj bütünlüklerinin doğru oturtulmasının da aklın vahiyle girdiği çatışmaya son verdiğini söylemektir. Bunun örneklerini zaten vermiştik. “müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” ya da “Allah şirki affetmez. Onun dışındaki tüm günahları affeder” gibi ayetler pasaj bütünlüğüne oturtulduğunda akıl-vahiy çelişkisi ortadan kalkıyordu. Burada bir iki örnek daha verip maksadımı şerhetmek istiyorum.

Maide Suresinde “Hıristiyanları ve Yahudileri dost edinmeyin” diye bir ayetimiz var. Ve bu ayet bir slogan gibi kullanılıyor kimileri tarafından. Oysa aynı sure Yahudi ve Hıristiyan kadınlarla evlenmeye izin de veriyor. Sevmediğim bir kadınla evlenemeyeceğime göre bu dostluk yasağının bir sınırı olmalı. Dostluk yasağı getiren ayeti öncesi ve sonrasıyla okuyunca Allah’ın sadece ve sadece sahtekârlık ve haram yeme yoluyla karakterini maymun ve domuz karakterine çevirmiş ve Müslümanların namazı ve diniyle dalga geçen Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluğu engellediğini de görüyoruz.

Tesettür ayeti pek çok müfessir tarafından kadını kamusal hayattan dışlamak adına işlevselleştirildi. Oysa tesettür ayetini önceki ve sonraki ayetlerle beraberce okuduğumuzda, bu ayetin, sanıldığının tam aksine kadını kamusal hayata onuruyla çıkarmak için nüzul ettiğin görürüz. Zira ayetin öncesinde Allah şöyle der: “içinde yatılan evlere izin almadan girmeyin. (Yani kadınlarla içinde yatılan evlerde yalnız kalmayın.) Ama içinde yatılmayan evlere girmenizde hiçbir sakınca yoktur. (Yani içinde yatılmayan kamusal alanlarda kadınlarla beraber bir sosyal yaşam geliştirebilirsiniz.) Ey kadınlar (bu kamusal mekânlarda) tesettüre bürünün. Ve ey Müslümanlar! Gençlerinizi, (yani bu kamusal mekânlarda bir araya gelen ve tanışan gençlerinizi) birbiriyle evlendirin.  

En’am Suresinde Allah’ın cinleri insanlara musallat ettiği ve cinlerin onlara yaldızlı sözler fısıldadığı söylenir. Oysa bizim bugünkü yaşamımızda cinlerle ilişki kuran insanlar yoktur. Burada yine ayeti pasaj bütünlüğü içinde ele aldığımızda, Allah’ın toplumun gizli işler çeviren yönetici takımının yönettikleri insanları nasıl aldattığı hususu vurgulanır. Haliyle insanlara musallat edilen cinler, yani cin kelimesinin kök anlamını düşünürsek bilinmeyen gizli varlıklar, bu ayet söz konusu olduğunda, toplumda gizli işler çeviren yönetici tabakayı kasteder hale gelir. Ve ayet birden bire çağımızı ve çağımızdaki kirli güç odaklarını bize anlatan bir belagate kavuşur.

Pasaj bütünlükleri hususunda söyleyeceğim son cümle yine cehennem azabının geçiciliğine dair… Fecr Suresinin son on ayeti bütün müfessirlerimiz tarafından ikiye bölünüyor. Ve bu iki pasaj birbirinden kopuk okunuyor. İlk pasaj şöyle: “Kıyamet kopacak. Ve Allah ve melekleri gelecek. Ve günahkar kişi ‘keşke ahiretim için bir şeyler hazırlasaydım diyecek. O gün onun (kendisine vurduğu) bağı kimse vuramaz. O gün onun (kendine ettiği) azabı kimse edemez.” İkinci pasaj ise şöyle: “Ey huzura ermiş nefis! Razı olmuş ve olunmuş olarak Rabbine dön. Kullarım arasına gir. Cennetime gir.” Bu pasajın yorumlanmasında müfessirler ilk pasajı cehennemliklere, ikinci pasajı ise cennetliklere yönelik olarak okuyorlar. Oysa ikinci pasaj cennetliklere yönelik değil. Zira ayetin muhatabı olan kul henüz Allah’ın kulları arasında değil. Burada aslında ikinci pasaj ilk pasajda kendine azap üstüne azap etmiş ve kendine bağ üstüne bağ vurmuş bireyin son hali. Yani kişi tüm cezalarını çektikten ve tüm kefaretlerini ödedikten sonra bir vicdan huzuruna kavuşacak, Allah’ın kulları arasına ve cennete girecek, demeye geliyor Fecr Suresinin son on ayeti.

 

XIV.         (5) KURAN’DA ÇELİŞKİ YOKTUR

“Kuran’ı yirmi birinci asra taşımada bir yöntem önerisi” başlıklı bu yazıda önce geleneksel otoritelerimizin modern çağda nerelerde tıkandığını anlattık. Sonra tarihselci tefsir usulünün başarılarını ve tıkandığı yerleri gözden geçirdik. Sonra Kuran’ı çağlarüstü bir mucize olarak okumak için İslam geleneğinden gelen usul ilkelerini irdeledik. Sonra Batı medeniyetinin edebiyat ilkelerinin Kuran tefsirine neler katabileceğini tartıştık. Daha sonra ise Kuran’ın bizatihi kendisinin nasıl bir yöntemler demeti sunduğunu irdelemeye başladık. Kuran’dan türettiğimiz yöntem ilkeleri söz konusu olduğunda önce Vahy’e körü körüne teslim olmadan Vahyi aklımız ve vicdanımızla diyalog halinde okumamız gerektiğini söyledik. Sonra Kuran’ı anlamlandırırken selefisalihin ve geleneğin Kuran yorumlarını ve uygulamalarını son söz olarak görmememiz gerektiğini söyledik. Sonra âlemlere rahmet olarak geldiği bilinciyle Kuran’ı anlamlandırmamız gerektiğini söyledik. Daha sonra ise kelimeleri ve cümleleri mevzuundan, bağlamından ve amacından saptırmamamız gerektiğini söyledik. Ve her söylediğimizi örneklerle teşrih ettik. Şimdi Kuran’ı okumada Kuran’ın öğrettiği yöntem ilkelerini açımlamaya devam ediyoruz.

Kuran’ın kendine yaklaşan bireye öğrettiği başka bir hayati ilke, yani Kuran’dan türettiğimiz beşinci ilke, Nisa Suresinde geçtiği üzere Kuran’da çelişkinin olmadığının farkında olmaktır. Eğer bir çelişki var zannediliyorsa bu kesin olarak bizim yanlış anlamamızdandır. Böylesi durumlarda kendi yanlış anlamamızı düzeltmekle mükellefiz. Buna dair verebileceğim iki örnek Kuran’ın müşriklere dair tutumu ve Kuran’ın Tevrat ve İncil’le ilişkisidir. Kuran müşrikler söz konusu olduğu sürece bir yandan Tevbe Suresinde “o müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” der. Bir yandan Hicr Suresinde “o müşriklere güzel bir biçimde hoşgörü gösterin” der. Bir yandan da Mümtehine Suresinde “Allah din hususunda size savaş açmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmaya çalışmayan müşriklere iyi ve adil davranmanızı ve onlarla dostluk kurmanızı yasaklamaz” der. Bu üç ayet görünüşte çelişkilidir. Oysa ortada çelişki yoktur. Zira daha önce dediğimiz gibi ‘bulunduğu yerde öldürülmesi gereken müşrikler’ bütün müşrikler değil, sadece Müslümanlarla yaptığı barış sözleşmesine defalarca ihanet etmiş müşriklerdir. Anlaşmaya sadık müşriklere ise hoşgörü gösterilir, onlara iyi ve adil davranılır ve onlarla dost olunabilir.

Kuran; Tevrat ve İncil söz konusu olduğu zaman bir yandan Maide Suresinde “Tevrat ehli Tevrat’a uysun. İncil ehli de İncil’e uysun” der. Bir yandan Bakara Suresinde Yahudi ve Hıristiyanların Tevrat’ı ve İncil’i tahrif ettiğini söyler. Burada da görünüşte bir çelişki vardır. Oysa gerçekte bir çelişki yoktur. Zira Kuran’da tahrif metnin kendisinde değil, metnin yorumunda gerçekleşen bir bozulmadır. Kuran hiçbir yerinde Tevrat ve İncil’in metnine savaş açmaz. Tevrat’ı ve İncil’i taassupla, ya da güç ve çıkar ilişkileri sebebiyle bozuk yorumlayan din adamlarına savaş açar. Ve Kuran’ın Tevrat ehline ve İncil ehline önerdiği barış herkesin eski dinini bırakıp İslam’a teslim olması değil, her din mensubunun kendi dininin gereğini samimiyetle yerine getirip birbiriyle hayırlarda yarıştığı bir medeniyetler arası barış atmosferidir.

 

XV.           (6) KURAN HERŞEYİ MİSALLER YOLUYLA DİLE GETİRİR

Kuran’ın yirmi birinci asra da dolaysızca hitap ettiğini görebilmek için gerekli olan ve yine Kuran’dan türettiğimiz başka bir ilke, yani altıncı ilkemiz, Kuran’daki her olayın, her hükmün, her kıssanın birer misal olduğu gerçeğidir. Kuran’da her şey tekil misaller aracılığıyla anlatılır. Müfessire düşen bu tekil misalin arkasındaki evrensel ve çağlarüstü mesajı yakalamaktır. Bunun bazı örneklerini daha önce vermiştik: Örneğin Ali İmran Suresindeki Uhud Savaşı ve karh (mikroplu yara) İslam ümmetinin farklı tarihlerde (Emevi zulmü, Moğol İstilası, emperyalizmin sömürüsü) karşı karşıya kaldığı zorluklarda İslam için çile çekenlere verilen cennet müjdesidir. Ya da Kuran’da Kureyş kabilesinin evrensel bir hükmün bir örneği olduğunu söylemiş, Kureyş yerine Osmanlı, İngiliz ya da ABD hakimiyetlerini koymanın surenin beyanında bir şey değiştirmediğini görmüştük. Yine Kuran’da haram aylar bahsinin savaş hukukuna dair evrensel bir hükmün yerel bir uygulama üzerinden dile getirilmesi olduğunu görmüştük. Burada bu örnekleri biraz daha geliştirmek istiyorum.

Örneğin Mücadele Suresinde ve Ahzab Suresinde geçen ‘zıhar’ kurumunun görünüşte yedinci asır Arap toplumu dışında bir geçerliliği yoktur. Bu toplum dışında başka hiçbir kavim “senin sırtın bana annemin sırtı gibidir” diyerek karısını boşamaya kalkmaz. Kuran’da bu hüküm ise salt bu yerel uygulamadan çok daha şümullü bir problemi çözmektedir: zira ‘zıhar’ ‘destek çıkmak’ demektir. Yani bir erkeğin annesini destek çıkararak karısıyla kavga etmesini de yasaklar bu ayet. “Benim annem asla senin yaptığın şu hatayı yapmazdı” diyerek kocanın karısıyla kavga etmesi evrensel bir sorundur. Kuran’daki zıhar ayeti bu sorunu da çözmektedir.

Yine Hucurat Suresinde “odaların arkasından sana seslenerek seni rahatsız edenler aklı ermez bir toplumdur” ayeti sadece Peygamber’in kişisel yaşamıyla ilgili değildir. Bu ayet aracılığıyla Allah her insanın sahip olması gerektiği bir mahrem alanın kutsallığı düşüncesini vurgulamaktadır.

Yine Tahrim Suresinde “eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helal kıldığı şeyi haram kılma” ayeti salt Hazret-i Muhammed’in şahsıyla ilgili bir hüküm değildir. Allah bu ayet aracılığıyla kadın ya da erkek eşlerin birbirine karşı özgürlük alanlarının dokunulmazlığı hususunu vurgulamaktadır. Surenin devamını okuyacaksak kadın ya da erkeğin eşinin özgürlük alanına tecavüzü bir boşanma sebebidir.

Yine Kuran’da sıkça geçen Nuh, Ad, Semud, İbrahim, Lut ve Şuayb kavimleri ve Firavun-Haman-Karun üçlüsü evrensel arketiplerin tekil örnekleri olarak çağlarüstü bir mesaja sahiptir. Sadece bir boyutunu vermek gerekirse, Nuh kavmi kastçı, Hud kavmi militarist, Semud kavmi endüstriyalist, İbrahim kavmi teokratik, Lut kavmi hedonist, Şuayb kavmi ise kapitalist toplumun arketipidirler. Firavun, Haman, Karun üçlüsü ise bozuk bir egemenlik yapısı, bozuk bir ideolojik yapı ve bozuk bir ekonomik yapının müşahhas halleridir.

 

XVI.         (7) KURAN’DA HER KISSA BİR HİSSE İÇİNDİR

Kuran’ı çağa taşımada Kuran’ın bize öğrettiği yedinci ilke her kıssayı bir hisse için okuma lüzumudur. Bir önceki başlıkta aslında kavim kıssalarının bizlere nasıl hisse sunduğuna dair bir giriş yapmıştık. Şimdi örnekleri geliştirelim.

Musa berbat vaziyette Medyen topraklarına gelir. Erkekler bir kuyu başında koyunlarını sulamaktadır. İki genç kız ise kenarda beklemektedir. Musa onlara “niye bekliyorsunuz?” diye sorunca, kızlar erkeklerin onlara izin vermediğini, koyunlarını sulamak için erkeklerin gitmesini beklediklerini söyler. Bunun üzerine Musa genç kızların koyunlarını sular. Belli ki bu iş için erkeklerle kavga etmiştir. Zira genç kız Musa’yı babasına tanıtırken “Musa güçlü bir erkek” der. Bu kıssada açık bir hukuki hüküm yoktur. Fakat kıssadan hisse alacaksak, belli ki Allah bizden Musa gibi toplumun maddi ve manevi kaynakları söz konusu olduğunda, yani toplumun kuyusu hususunda, kadınların da erkeklerle aynı haklara sahip olduğu bir toplum için mücadele etmemizi istemektedir.

Kuran’da Firavun Allah’ın reddettiği bir egemenlik biçiminin sembolüdür. Ve sihirbazlar Firavun’un egemenliğini reddedip Musa’ya iman ettiğinde, Firavun şunları söyleyerek sihirbazları cezalandırır: “Benden izin almadan önce mi Musa’ya iman ettiğinizi söylüyorsunuz?” Burada da açık bir hüküm yok. Ama kıssadan hisse alacaksak, Allah İslami bir egemenlikte, egemenliğe karşı bile olsa fikir beyan etmenin özgür kılınması gerektiği hususunu, yani düşünce özgürlüğü prensibini dile getirmektedir.

“Musa taşa vurdu. Taştan on iki pınar fışkırdı. Ve Musa’nın on iki aşiretlik kavmi kendi su pınarından su ihtiyacını karşıladı.” Bu ayetin zahiriyle sınırlı kalacaksak modern insanlar olarak inanması zor bir mitoloji karşısında buluruz kendimizi. Fakat buradaki beyan bir semboldür. Kuran’da taş müşrik kalplerin ve materyalist düşüncelerin bir sembolüdür. Kuran’da Musa’nın asası ise Musa’nın sahip olduğu mucizevi bilgelik ve hikmettir. Kuran’da su ise insanların ruhlarını beslemek için ihtiyaç duydukları manevi ilimlerdir. Musa’nın taşa vurarak ondan on iki pınar fışkırtması ve kavmini onunla sulaması, Musa’nın çağının materyalist felsefesini vahyin ve kendi kutsal bilgeliğinin ışığında dönüşüme uğratması ve bu materyalist felsefeden halkının manevi ve ruhani ihtiyaçlarını doyuracak yeni bir düşünce ve hayat sistemi türetme becerisidir. Bu kıssa bugünün materyalist düşünce sisteminin gölgesinde yaşayan Müslüman düşünürlere bu materyalist felsefeyi dönüştürerek onu İslam’ın gölgesi altına alma hususunda ilham vermektedir. Örneğin Ali Şeriati çağının materyalist Marxizm’i ve varoluşçuluğunu İslam’a hizmet eder hale getirdiğinde Musa gibi asasını taşa vuruyor ve oradan kavmine su pınarı çıkarmış oluyordu. Bugün de materyalist Badiou ya da Deleuze gibilerin ahlak sistemini İslamlaştırmanın önünde bir engel yoktur.

 

XVII.       (8) KURAN ZOR HAKİKATLERİ KOLAYLAŞTIRMIŞ BİR METİNDİR

Kuran’ı çağa taşımada Kuran’ın bize öğrettiği sekizinci yöntem ilkesi, Kamer Suresinin deyimiyle Kuran’ın alabildiğine kolaylaştırılmış bir metin olduğudur. Bu Kuran’ın hakikatleri çok kolay olduğu için değildir. Aksine Kuran son derece zor hakikatleri bir çocuğun bile zevk edebileceği bir dile tercüme etmiştir. Bu husus zaten T. S. Eliot’un klasikler için söylediği temel cümlelerden biridir: “Bir klasik,” der Eliot, “…son derece zor gerçeklikleri son derece yalın kelimelerle anlatma beceresini gösterebilen bir yapıttır.” Bu ilkeye verebileceğim bir örnek, Kuran’da İbrahim’e İshak’ın doğumunu müjdeleyen ve Lut kavmini helak etmekle görevlendirilmiş meleklerin hangi zor ve çağlarüstü hakikati temsil ettiğidir. Kıssanın zahirinde kalacaksak, kıssa, tekrarı imkânsız ve inanması modern insanlar için zor bir mitolojiden ibarettir. Oysa kıssanın azıcık bir tefekkürü Allah’ın bu kıssa aracılığıyla çok zor bir hakikati dile getirdiğini göstermeye kâfidir: yaratıcı yıkım düşüncesi. Zira Lut kavmini helak etmekle görevli melekler Lut kavminin yerine mirasçı olacak İshak’ın doğumunu da müjdeleyen meleklerdir. Yani melekler bir yandan Lut kavmini helak etmekte, yani yıkmakta, ama bir yandan da Lut kavminin yerine geçecek İshak’ın doğumunu sağlamakta, yani yıktıkları varlığın yerine yenisini yaratmaktadırlar.

Kuran’ın kolaylaştırılmış bir dile sahip olduğu hususuna başka bir örnek yine kavim kıssalarıdır. Allah Hacc Suresinde “Ben bir kavmi anlık bir çığlık ile helak ederim” der. Ama devam eder “benim katımda bir gün bin senedir.” Yani Kuran’da beşer onar cümleyle anlatılan kavim kıssaları aslında kavimlerin belki de bin yıllık tarihlerinin özetleri niteliğindedir. Kuran’daki Nuh, Hud gibi peygamberler ise muhtemelen bin yıl süren bir peygamberler silsilesinin kişileştirilmiş halleridir. Yani örneğin bin yıl yaşayan Nuh, fiziki bir insan değil, bir düşünce geleneği ve o geleneğin temsilcileri halkasına verilmiş sembolik bir isimdir. Örneğin Allah Rönesans’tan İkinci Dünya Savaşına kadarki Avrupa tarihini Kuran’a taşımak isteseydi muhtemelen bu beş yüz yılı alabildiğine soyut sembolik bir dile kavuşturur ve bu beş yüz yılı on cümle içinde yoğunlaştırırdı. Ve bu süreçte toplumunu sürekli eleştiren Aydınlanmacı düşünürler geleneğine örneğin Volter diye bir isim takardı. Tüm bu sebeplerle Allah katında bir gün süren bir çığlığın dünya hayatında etkisini göstermesi bazen yüzyılları bulabilir. Örneğin Fransız İhtilalinin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” çığlığı dünyadaki tüm antik imparatorlukları yüz yıl içinde helak etmişti. İşte Kuran’da kavimleri helak edici çığlıklardan birinin nümunesi Fransız İhtilalinin bu sloganıdır.  Kuran’da helak ayetlerinde geçen kayıtlı taşlar, tufan, çekirge, rüzgâr gibi helak unsurları da muhtemelen son derece zor toplumsal olayların alabildiğine kolaylaştırılmış birer halidir. Örneğin bir kavmi helak eden hicareten min siccil, yani ‘kayıtlı taşlar’ muhtemelen fiziki taşlar değil, Moğol ordusu, Nazi ordusu gibi kalpleri taşlaşmış insanlardan oluşan düzenli bir ordudur. Ya da kavimleri yıkan recfe, muhtemelen fiziki bir deprem değil, toplumsal kargaşadır. Ya da Firavun kavmine azap eden ve çekirge diye çevrilen ‘cerad’ kelimenin kök anlamında ‘soyutlanma’ olmasından dolayı, muhtemelen bugün pek çok toplum düşünürünün çağımızın ruhsal problemi olarak andığı bir toplumsal travmanın alabildiğine kolaylaştırılmış bir formudur: toplumsal ilişkilerin, dostluk ve akrabalık bağlarının tün zenginliğinin tükenip içinin boşalması durumu.

Kuran’ın son derece zor hakikatleri alabildiğine kolaylaştırılmış bir formda sunduğuna dair getirmek istediğim son örnek Semud kavminin devesidir. Zahiriyle sınırlı kalacaksak modern bir akıl bir dağın yarılıp da içinden bir kavmin bir günde içtiği suyu bir günde tüketen devasa bir devenin varlığına inanamaz. Fakat bu deve çok zor en az üç hakikatin sembolüdür: (1) bakir doğa. Semud kavmi dağlardan ev yontan endütriyalist bir kavimdi. Allah deve sembolü aracılığıyla endüstriyalist kavimlere “bakir doğa unsurlarıyla kaynaklarınızı paylaşın. Bakir doğayı yok etmeyin” diyor. (2) göçebeler. Tarih boyunca hükümran kavimlerin yıkılmasında mucizevi develer değil, göçebeler rol aldı. Roma’yı da göçebeler yıktı, Çin İmparatorluğunu da… (3) Göçebeleri de kuşatmak üzere deve gibi hareket halinde olan göçmenler. Allah bu sembolizma aracılığıyla bugün yaşayan bizlere “göçmenlerle kaynaklarınızı paylaşın. Yoksa helak olursunuz” mesajı veriyor.

 

XVIII.     (9.A) KURAN ÇİFTANLAMLI BİR DİLE SAHİPTİR

Kuran’ın akılla barışını sağlamada Kuran’ın bizlere öğrettiği dokuzuncu yöntem ilkesi Kuran’ın Zümer Suresinin deyimiyle baştan sonra ‘müteşabihen mesani’ oluşudur. Yani Kuran çiftanlamlı, sembolik bir kitaptır. Önce Kuran’ın çiftanlamlı bir dile sahip oluşunun örneklerini vereceğim. Sonra Kuran’ın sembolizmasına dair bazı örneklerin çözümlemesine girişeceğim. Önce çiftanlamlılık…

İnsan Suresinde cennetliklere verilen ‘kavarira min fidda’ diye bir nimet var. Bu zahiren ‘gümüş kadeh’ demek. Ve çağımızda gümüş kadeh arzu eden hiçbir insan yok. Fakat aynı ibaredeki kelimelerin Kuran’daki farklı kullanımlarına bakıldığında ‘kavarira min fidda’ aynı zamanda ‘paramparça olmuşluktan doğan göz nuru sevinçler’ anlamına da geliyor. Bu dünya hayatımızdaki mücadelelerimizde bazen paramparça oluruz. İşte “Allah cennette bu paramparça olmuşlukları yüksek mutlulukların bir bileşeni haline getirecektir” demeye geliyor bu ayet.

Rahman Suresinde Kuran’ın pornografik bir kitap olduğuna delil olarak kullanılan ‘maksuratun fil hıyam’ diye ibare var. Bu ‘çadırlarda hapsedilmiş huriler’ anlamına geliyor. Kuran’ın tek eşli bir cennet müjdesi verdiğini daha önce söylemiştim. Bu sebeple bu fantezi aslında oldukça insani ve ruhsal olarak arzu edilir bir fantezi. Fakat bu ibarenin, etimoloji sözlüklerine bakıldığında ikinci bir manası ‘karaktere kitlenmiş bakışlar’dır. Zira ‘hıyam’ hem ‘çadır direği’ hem de ‘karakter’ anlamına gelir. ‘Maksur’ ise hem ‘hapsedilmiş kişi’ hem de ‘bir yere kısılmış ve kitlenmiş bakış’ anlamına gelir. Bu ayet yoluyla Allah mümin erkeklere “cennette karakterleriniz öyle büyüleyici olacak ki sevgiliniz gözlerini kısıp sizin karakterinize dikecek” diye bir müjde veriyor ki modern gönül için bu müjde hayli arzulanır bir müjdedir.

Yine Kuran’da cennetliklere verilen ipek elbise için kullanılan ibare ‘harir.’ Kuran’da elbise kişiliğin sembolüdür. Koltuk ve taht ise statünün. Harir ise hep ipek hem de özgürlük demektir. Yani “cennette ipek elbise giyeceksiniz” demek, bir yandan da “cennette özgür bir kişiliğiniz olacak” demektir.

Kuran’da cennetliklere verilen bu müjdeleri okuyunca bu müjdelerin bu dünyadaki hayatımızda da karşılığı olduğunu anlıyoruz. Zira özgür bir kişilik, sevgilimizin bize hayran hayran bakacağı bir kişilik, ve parçalanmışlıklardan sonra göz nuru olacak sevinçler yaratma yeteneği sadece ölüm sonrasında değil, bu dünyada da yaşanması mümkün deneyimlerdir. Ve Kuran’ın deyimiyle “müminlere bu dünyada cennetten gurfe verilir,” yani cennetten avuç avuç su içmek bu dünyada da mümkündür.

Kuran’daki çiftanlamlılığa dair son vermek istediğim örnek Eyub’un Sad Suresinde anlatılan kıssasıdır. O surede nice hastalık çekmiş ve eşini döveceğine yemin etmiş Eyub’a şu sözler söylenir: “huz bi yedike dığsen. Fadrib bihi vela tahnes.” Bu ibarenin zahiri bir çevirisi şudur: eline bir demet ot al. Eşine onunla hafifçe vur. Ve sözünden dönme.” Bu ayet bu haliyle bizim hile-i şeriye edebiyatımız için de bir kaynak mahiyetindedir. Fakat ayetin anlamı bununla sınırlı değil. Dığs kelimesi hem bir demet ot, hem de insan düşüncesinin ve bilincinin travmatik düğüm noktaları anlamına gelir. Örneğin insan düşüncesinin düğüm noktalarından gelen rüyalara ‘adğas’ denir ki, adğas ‘dığs’ın çoğuludur. ‘Tahnes’ kelimesi ise hem ‘sözünden dönmek’ hem de ‘sorumluluktan kaçmak’ anlamına gelir. Haliyle “huz bi yedike dığsen fadrib bihi vela tahnes” ibaresi aynı zamanda şu anlama gelir: “Düşüncende ve bilincinde travmatik düğüm oluşturan noktaları kontrolün altına al. Onlara vur, yani onlara hükmet ve (kendini sağlığa kavuşturmada) sorumluluktan kaçma.” Bu haliyle bu ibare çağımızda psikolojik tedavi gören pek çok insanın tedavi süreci için bir rehber niteliğindedir. Zira psikoterapi sürecinin başarılı olması için hastaya düşen en temel görev, kendi bilinci üzerinde hakimiyet kurması ve kendini dönüştürmeye çalışmasıdır. Eyub tüm hastalara rehber olduğu için, bu ayet yoluyla psikolojik rahatsızlık çeken insanlara da bir rahmettir.

 

XIX.         (9.B) KURAN SEMBOLLER YOLUYLA KONUŞUR

Kuran’daki çiftanlamlı cümlelere birkaç örnek verdikten sonra yine Zümer Suresinde beyan edildiği üzere Kuran’ın baştan sona müteşabih, yani sembolik bir kitap olduğu hususuna geçebiliriz. Ve yine söyleyeceğimiz şey, bu sembolik dilin çözümlenmesinin Kuran ve yirmi birinci asır aklı arasındaki çelişkilerin pek çoğunu ortadan kaldıracağı gerçeğidir.

Pek çok geleneksel müfessirimiz Kuran’ın müteşabihlik boyutunu salt Allah’ın elini, yüzünü, oturmasını vs anlatan metafizik ayetlere sınırlamak istedi. Oysa ashap Kuran’daki tarih kıssalarının da müteşabih olduğuna inanırmış. Yine ashap Kuran’daki cennet ve cehennem kıssalarının da müteşabih ve sembolik olduğuna inanırmış. Örneğin Cafer-i Sadık’ın cennet ve cehennem ayetlerine dair yaptığı böylesi tefsirler var. Ve eğer Zümer Suresinin beyanıyla Kuran’ın tamamı müteşabih/sembolik ve çiftanlamlı bir yapıya sahipse Kuran’ın tamamının edebi sanatlar açısından çözümlemesinin yapılması zorunlu olur ki bu makalenin başından beri bunun örneklerini veriyorum.

Kuran sembolizmasının pek çok örneğini zaten vermiştik. Örneğin Uhud Savaşı’nda anlatılanlar sadece yedinci asırdaki bir savaşla sınırlı değildi. Örneğin Tevbe Suresi sadece yedinci asırdaki Tebuk Seferiyle sınırlı bir beyan değildi. Bunlar ümmetin ve insanlığın her çağda karşısına çıkabilecek çağlar üstü sorunların birer sembolü olarak anlam kazanıyorlardı.

Örneğin Hacc Suresinde “Mescid-i Haram’dan hakkınızı almak için savaşın” ibaresi sadece bugünkü Kâbe’yi kastetmez. Zaten bugün Kâbe Müslümanların elinde olduğu için bu ayetin zahiri haliyle bir güncelliği yoktur. Bu ayette Mescid-i Haram bir semboldür. ‘Yasak koyma evi’ demektir Mescid-i Haram. Yani “toplumun yasalarının belirlendiği egemenlik makamından payınızı almak için mücadele edin” demektir bu ayet. Bu ayetin sadece Türkiye için güncelliği düşünüldüğünde Alevilerin, İslamcıların ve Kürtlerin Kemalist devletten egemenlik paylarını almak için giriştikleri mücadeler, Kuran’daki “Mescid-i Haram’dan payını almak için savaşmak” ibaresinin şumülüne dahildir.

Yine Hacc Suresinde, Hazret-i İbrahim’in tüm insanlık için inşa ettiği Kâbe de, bugün yaşayan bizler için örnek alınması gereken bir semboldür. Kâbe inşası milattan bilmem kaç bin yıl önce bir kez yapılmış ve tekrarı olmayacak bir eylem değildir. Aksine Kabe inşası, her ırktan, her mezhepten, her cinsiyetten, her dinden insanın kendini evinde hissedebileceği ve tüm nimetlerin paylaşıldığı bir egemenlik mekanının inşa edilmesi için bir motivasyon vermektedir. Küresel barışa ihtiyaç duyduğumuz günümüzde kendini bu barışa adayan herkes Kâbe inşası ayetlerini bugüne hitap ediyormuş gibi okuyabilir.

Hazret-i İsa’nın balçıktan kuş yapıp ona üflediğinde bu balçığın kuş olup uçmasının doğaüstü bir mucize değil, bir sembol olduğunu söylemiştim. Yani Hazret-i İsa ruhen balçığa benzeyen havarilerine kendi ruhunun ilhamlarını anlatıyor ve onları kendi idealinin bülbülleri haline getiriyordu. Hazret-i İsa’nın ölüleri diriltmesi, körlerin gözünü açması, cüzzamlıları iyileştirmesi ve beşikteyken konuşması da birer semboldür.

Ölülerin diriltilmesi tüm imanını ve ümidini yitirerek yaşayan ölü haline gelmiş insanların ruhsal yaşamlarını ihya etmektir. Körlerin görür kılınması Allah’ı görme yeteneğini yani imanını yitirmiş insanların yeniden imana ermesini ve Allah’a inanmasını sağlamaktır. Cüzzamlıların iyileştirilmesi her türlü sefahat yoluyla bedenini kirletmiş insanların sefahattan kurtarılması eylemidir. Hazret-i İsa’nın bu manevi yetenekleri gerçekleştirdiği sanılan doğaüstü mucizelerden çok daha anlamlı ruhsal mucizelerdir. Bunların bugün de tekrarı mümkündür. Ve bizim bugün ihtiyaç duyduğumuz da doğaüstü mucizeler değil, böylesi ruhsal mucizelerdir.

 

XX.           (10) SURE BÜTÜNLÜKLERİNİ ETÜT ETMEK YENİ UFUKLAR AÇAR

Kuran’ın çağımızla barışını sağlamada onuncu yöntem ilkesi, Kuran defalarca kendi surelerinin eşi benzeri getirilemeyeceğini söylüyor olduğuna göre, sure bütünlüklerinin etüt edilmesidir. Sure bütünlüklerinin etüt edilmesinin nihai bir sınırı yoktur. Bu alanda zaten çok az çalışılmış olduğu için tüm müfessirlerin yoğunlaşması gereken hususların başında gelmektedir. Ben burada sadece ufuk açıcı olduğuna inandığım birkaç örnekle sure bütünlüklerinin Kuran’ı anlamada nasıl katkıları olduğunu dile getireceğim.

Mürselat Suresinde cehennemdeki üç dallı gölgeden bahsedilir. Fakat müfessirlerimiz üç dallı gölgenin nasıl bir belagat şaheseri olduğunu gösteremezler. Oysa sure bütünlüğü etüt edildiğinde üç dallı gölge de görünür olur. Zira sure önce insanlık tarihindeki ıstırapları dikkate sunar. Sonra insanın doğumundan itibaren biyografisine dikkat çeker. Sonra da doğa olaylarına… Üç dallı cehennem gölgesi budur: yani insan insanlık tarihine baktığında acı dolu olaylar müşahaede eder. Kendi biyografisine baktığında keder içinde kalır. Ve doğaya nazar ettiğinde deprem, sel, küresel ısınma gibi tehlikeler onun yüreğini darmadağın eder. Yani cehennemde insanın maruz kalacağı üç dallı gölge, ya da başka surelerin deyimiyle insanın içinde şekillendiriliyor olduğu üç karanlık tabaka bunlardır: insanlık tarihi, kişisel biyografi ve doğanın tehlikeleri.

Mearic Suresinde organları parçalayan ateşten bahsedilir. Ve bu haliyle bu azap modern insanın gönlünde adil bir azap olamayacak kadar işkence doludur. Oysa sure bütünlüğü etüt edildiğinde kişinin organlarının parçalanmasının ne olduğu da anlaşılır: Sureye göre kişi hesap gününde annesinden, babasından, eşinden, dostundan, kavminden yani kendisinin bağlı olduğu tüm unsurlardan acıyla kopar. Organların parçalanması budur. Aynı sureye göre ise Müslüman insanlar kişiliklerinin bağlı olduğu tüm bu unsurlarla Allah’ın rızası istikametinde ilişkiler kurarlar. Bu yüzden onlar organ parçalanması deneyimi yaşamazlar. Haliyle bu azap hem adil hem de bu dünyada bile tadabileceğimiz bir azaptır. Zira doğru ahlaki temellerde kurulmamış tüm ilişkilerimizin nihayeti acı verici bir kopuş, yani organların parçalanmasıdır.

Cin Suresinde sure bütünlüğünün etüt edilmesi ise bizlere cinlerin hiç de güçlü varlıklar olmadıklarını, insanların onlardan yardım dilememesi gerektiğini, cinlerin gaybı bilme yeteneklerinin olmadığını ve cinlerden yardım istemenin şirk olduğunu öğretir. Sırf adından dolayı cinci hocalara destek verdiği sanılan sure, bir bütünlük olarak okunduğunda cinci hocaları ve onlara tabi olanları şirkle suçlar.

Bu hususta başka bir örnek Nisa Suresidir. Nisa Suresinin ağırlık merkezi onun 75. Ayetidir: yani “yeryüzünde haklarından mahrum edilen erkekler, kadınlar ve çocukların hakları için niye mücadele etmiyorsunuz?” ayeti. Merkeze bu ayet oturtulduğunda “kadın karşıtıdır” zannedilen ayetlerin de aslında nasıl birer kadın hakları savunusu olduğu meydana çıkıyor. Örneğin mirasta kadına erkeğin yarısı kadar pay verilir. Fakat mehir kurumu aracılığıyla kadın ve erkeğin finansal eşitliği sağlanır. Örneğin surede “erkekler kadınlar üzerine kavvamdır” denir. Fakat 75. Ayet merkeze alındığında ‘üzerine kavvam olma’nın kadın üzerinde otorite kurmak olmadığı, ayete göre erkeğin kadınların huzurunda saygıyla ve hürmetle ayakta durmasının lüzumlu görüldüğü anlaşılır. Yine 75. Ayet merkeze alındığında, suredeki çok eşlilik izninin sadece ve sadece savaşta erkekler öldüğü için dul ve yetim kalmaya mahkum olan kadın ve çocuklarının haklarını korumak adına verildiği anlaşılır.

Sure bütünlüklerinin Kuran’ı anlamada nasıl çarpıcı sonuçlara ulaştırdığına dair vermek istediğim son örnek Maide Suresidir. Maide Suresinin iki temel motifi vardır: (1) yalan söylemeyin (2) haram yemeyin. Sure bu yüzden yalan söyleyen ve haram yiyen Ehl-i Kitab’ı maymunlara ve domuzlara benzetir. Ve sure (1) Hazret-i İsa’nın bir beşer olduğunu söyler ve (2) şarabın şeytan işi bir pislik olduğunu beyan eder. Surenin sonunda tüm bu temalar birbirine bağlanır ve sure başta söylediği bir şeyin tam tersini söyleyerek Hazret-i İsa’nın etinin ve kanının gökten ve Tanrı katından indiğini söyler ve şarabın çennetten bir sofra olduğunu iddia eder. Zira surenin sonunda Havarilerin İsa’dan istediği ve gelmiş geçmiş tüm Hıristiyanlara bayram olan sofra başka hiçbir şey değil fakat ekmek ve şarap ayinidir. Yani Maide Suresi bir bütün olarak okunduğunda Allah kendi söylediği bir sözü surenin sonunda çiğner ve haram kılınmış bir şeyi, şarabı, belli koşullarda helal kılar. Ve İncil için temel oluşturan bir iddiayı, İsa’nın yarı tanrısal, yarı beşeri olan çifte doğasını tasdik eder.

 

XXI.         (11) KURAN DOĞA VE TARİH BİLİMLERİYLE İÇİÇE ETÜT EDİLMELİDİR

Kuran’ın çağımızla barışını kurmada kurmada Kuran’ın bizlere öğrettiği ve benim yakalayabildiğim son yöntemsel ilke, yani on birinci yöntemsel ilke ise, Kuran’ı okurken ve tefsir ederken bir yandan da Kuran’da defalarca geçtiği üzere, doğaya ve tarihe nazar etmemiz, yani tarihsel ve doğal bilimlerle hemhal olma zorunluluğumuzdur. Doğa bilimleriyle ve tarih disipliniyle ilişkiye sokulmamış bir Kuran okuması nice hurafelere açıktır.

Bu yöntemsel ilkenin Kuran’daki tarih felsefesi ile seküler tarh bilimi arasındaki ilişkiyi nasıl kurduğuna daha önce işaret etmiştim. Kuran’daki kavim kıssalarının basit dilinin arkasındaki zorluk edebi sanatlar yoluyla ortaya çıkarılmaya çalışılırsa Kuran bir anda Roma tarihini, Avrupa tarihini, Osmanlı tarihini, Çin tarihini, vs anahatlarıyla anlatan bir sanat şaheserine dönüşür.

Doğa ayetleriyle ilgili de böyledir. Örneğin Sebe Suresindeki “Allah gökten ineni ve göğe çıkanı, yere gireni ve yerden çıkanı çok iyi bilir” ayetini hakkıyla zevk etmek isteyen birey muhakkak üniversite birinci sınıf seviyesinde astronomi, meteoroloji, ekoloji ve jeoloji bilimi öğrenmeli ve gök ile yer arasındaki etkileşimin nasıl bir tasarım harikası olduğunu gözleriyle görmelidir.

Yine Kaf Suresinde “siz ölümden sonra dirilişi reddediyorsunuz. Oysa Allah siz öldükten sonra yerin sizden ne eksilttiğini çok iyi bilir” ayetindeki kanıtı ve burhanı anlamak isteyen birey muhakkak üniversite birinci sınıf seviyesinde ekoloji öğrenmelidir. Zira ekoloji biliminin öğrettiği üzere, ölüp giden canlıların atıkları israf olmaz ve onlar yaşam döngüsüne yeniden katılırlar. Yani “ölülerin bedenlerini yeniden yaşam döngüsüne katan Allah, ölüleri de yeniden diriltmeye kadirdir,” demektir bu ayet.    

Bu hususta detaylıca vermek istediğim bir örnek de Âdem kıssasıdır. Çağımızda evrim kuramını reddeden bir birey doğa bilimi yapamaz. Oysa Kuran’ın zahiriyle sınırlı kalacaksak Âdem bir uzay aracıyla gökten inmiştir. Ve modern akıl gökten uzay aracıyla inmiş bir Âdem’i kabul edemediği ve evrimi daha makul bulduğu için Kuran’daki Adem kıssasını böyle anlayacaksak Kuran çağdaş akıl karşısında kaybetmeye mahkumdur.

Oysa Kuran böyle söylemez. Kuran’daki peygamber kıssalarının sahabe tarafından müteşabih ve sembolik olarak kabul edildiğini söylemiştim. Kuran’daki Âdem kıssası da tarihte geçmiş gitmiş bir bireyin tekrarı olamayacak bir hikayesi değil, insan türünün evrensel ve çağlarüstü hikayesidir.

Her şeyden önce Kuran evrimi reddetmez. Zira İnsan Suresinde insanın üzerinden adının anılmaya değer olmadığı çok uzun bir çağ geçtiğinden bahsedilir. Âdem ise adı anılan ilk insandır. Demek ki Âdem’den önce insanlığın geçirdiği çok uzun bir tarih var. Yine Enam Suresi 38. Ve 133. Ayetler beraberce okunduğunda bu iki ayet şöyle der: “yeryüzündeki tüm canlılar insanlar gibi birer ümmettir. Ve ey insanlar! Sizi başka bir kavmin ve ümmetin zürriyetinden yarattık.” Açıktır ki bu iki ayet de evrim hakikatine işarettir.

Kuran evrim kuramını ima eder. Fakat Âdem kıssasıyla insanın türsel ve metafizik hakikatine dair evrim biliminden çok daha önemli şeyler söyler.  Zira evrim kuramıyla sınırlı kalacaksak, insan evrenin kenarında köşesinde tesadüfen ortaya çıkmış bir yan ürün ve atıktan ibarettir. Oysa Bakara Suresine göre göre insan aklıyla, öğrenme yeteneğiyle, özgür iradesiyle, ahlaki kişiliğiyle ve yaratıcılığıyla Tanrı’nın evrendeki seçkin bir misafiri ve doğadaki tüm eşyaya hükmetme sorumluluğu verilmiş bir Tanrı halifesidir.

Yine Bakara Suresine göre insan cennet masumiyetinden düştüğünde tüm insanlık birbirine düşman olmuştur ve Müslümana düşen görev “kavuşturun denilen bağları kavuşturmak,” insanlığı oluşturan unsurlar arasında yeniden bir barış yaratmak ve yitirilmiş cenneti yeryüzünde yeniden kurmaktır. Yani cennetten kovulma sembolizmasıyla ifade edilen tüm düşmanlıklar, ruhun bedene, insanın doğaya, kadının erkeğe, zenginin yoksula, Türk’ün Kürd’e, Yahudi’nin Hıristiyan’a, Doğulunun Batılıya ontolojik düşmanlığı Müslüman tarafından ortadan kaldırılmak ve yitik cenneti bu dünyada kurmak adına mücadele edilmek zorundadır.

Yine Kuran’da Sad Suresine göre Allah, insanı iki eliyle birden yaratmıştır. Yani kusursuz bir sanatkar olarak Allah, tüm varoluşunu insana dökmüş ve onu tanrı-benzeri bir kutsallığa yükseltmiştir. Kuran’ın bu hümanizmasının yanında seküler felsefelerin insan kutsamaları hayli cılızdır.

Kuran’ı doğa ve tarih bilimleriyle iç içe okuduğumuzda Kuran’ın mucizeliğini, evrenselliğini ve çağlarüstülüğünü çok daha iyi kavrıyoruz. Doğa ve tarih bilimleriyle ilişkisiz geleneksel bir Kuran tefsirindense, modern bilimlerle iç içe okunan bir Kuran mucizeliğin çok daha fazla teazhür ettiriyor.  Bu hususa dair son örneğimi verip makaleme nihayet vereyim. Kehf Suresinde anlatılan Mağara Arkadaşlarının hikâyesinin zahirinde kalacaksak bu kıssa tekrarını göremeyeceğimiz bir mitolojidir. Oysa bu mitolojinin bağrında nice evrensel hakikatler saklıdır.

Mağara Arkadaşları hangileri kaldıkları yılları daha iyi sayabilecek diye mağara kapatılmışlardı. Ve nihayetinde 300 yıl kalıp buna 9 yıl kattıklarını öğreniyoruz sureden. Güneş takvimine göre 300 yıl olan süre, ay takvimine göre 309 yıl oluyor. Güneş ve Ay Kuran’da bir sembolizma içerirler. Örneğin En’am Suresinde İbrahim aşk duygusuyla, yani mistik ve tasavvufi bir duyguyla Ay’a, ‘bu en büyüktür’ diyerek, yani filozofların ontolojik kanıt dediği kanıtla Güneş’e bağlanır. Haliyle Kuran’ın belli yerlerinde Güneş felsefeyi, Ay ise tasavvufu ve mistisizmi işaret eder. Mağarada 309 yıl kaldığını öğrendiğimiz Mağara arkadaşları haliyle bir kısmı felsefeye bir kısmı tasavvuf ve mistisizme gönül vermiş insanlar olarak okunabilir. Onların mağarada uyumaları ise bir deyim olarak okunabilir. Yani onların dünyanın gerçeklerinden kopmuş ve kendilerini metafizik tartışmalara adamış olmalarının bir mecazı olarak.

Buradan bakınca Mağara Arkadaşlarının meşru bir yorumu Büyük İskender’in Doğu’yu fethetmesi sonucunda bozuk bir toplumdan kopup kendini Doğulu ve Batılı metafiziği, yani felsefe ve tasavvuf söylemlerini sentezlemeye adamış bir düşünürler grubu olarak yorumlanabilir. Zira bildiğimiz üzere İskender’in fetihlerinden sonra neo-Pisagorcular, neo-Platoncular, Esseniler vs hepsi siyasetten ve toplumun kirlerinden sıyrıldı ve kendini metafizik tartışmalara, yani Tanrı tartışmasına adadı ve felsefeyi ve tasavvufu, Batılı ve Doğulu düşünceyi sentezlemeye çalıştı. Bu sürecin nihayetinde ise, yani İskender’in Doğu fethinden yaklaşık üç yüz yıl sonra Hazret-i İsa meydana çıktı ve tüm bu mirası sıradan halkın anlayabileceği bir forma sokup kitlesel bir din haline getirdi.

Mağara arkadaşları kıssasının başka yorumlarının ve tevillerinin yapılması da mümkün. Oldukça ufuk açıcı başka bir yorumu ve tevili Mehmet Görmez’den dinleyebilirsiniz. Ama benim burada getirdiğim yorum da meşru yorumlardan biri olarak okunmak liyakatine sahip.

Esat Arslan

XXII.       BU MAKALEYLE DERDİM HERKESİN KENDİ KURAN’ININ MÜFESSİRİ OLMASIDIR

Bu yazının meselesi Kuran’ın çağımızla girdiği travmatik ilişkiden sıyrılacak ve Kuran’ı çağımıza dolaysızca hitap eder bir hale getireceksek Kuran’a nasıl bir yöntemle yaklaşmalıyız, bunu tartışmaktan ibaretti. Zira geleneğimizin otoriteleri bize son derece ufuk açıcı şeyler söyleyebilmelerine rağmen belli temel konularda tıkanıyordu. Tarihselcilik ise, ciddi açılımlar getirebilmesine rağmen, Kuran’ın Allah’ın değil de Hazret-i Peygamber’in kelamı olduğunu söylemeye götürüyordu. Benim burada getirdiğim teklif ise temel olarak Kuran’ın estetik bir mucize olduğunun farkına varmak ve Kuran edebiyatını çözümleme yoluyla çağ ve Vahiy arasındaki barışı yaratmaya çabalamaktan ibaretti.

Bu yazıda Kuran’ın bu çağda sorun oluşturan pek çok boyutunun benim yöntemimle ele alındığında nasıl sorun olmaktan çıktığının örneklerini vermiş olduğuma inanıyorum. Aslında burada bahsettiğim yöntemsel ilkelere verebileceğim sayısız örnek var. Fakat derdim bir makalenin sınırları içinde bütünlüklü bir tefsir yazmak değil, Kuran’ı taptaze gözlerle eline almak isteyecek bireye –ki bu birey daha önce Kuran’ı geleneksel usulle ya da tarihselci usulle defalarca okumuş olabilir- bir vizyon sunmak, onu heyecanlandırmak ve onu Kuran’ı yeniden ve taptaze bir biçimde yorumlaması için harekete geçirmek.

Elbette ki bu makaleyi okuduktan sonra Kuran’ı ele alacak birey, pek çok ayette benim göremediğim başka incelikler görecek ve pek çok ayete benim de vermiş olmadığım anlamları verecektir. Fakat modern dönemde biz yitirmiş olsak da, geleneğimizin altın çağında Kuran’ın her müfessire, o müfessirin birikimine göre farklı açılımlar sunabildiği düşüncesi evrensel bir kabuldü. Ben de kendi tefsirlerimi yaparken, bazen anlaşamadığım konular olsa da, Kuran’la yirmi birinci asrı buluşturmaya çalışan her müfessirden benim hiç yakalayamamış olduğum manaları yakalar ve onları kendi tefsirime mal ederim.

Ali İmran Suresinde Hazret-i İsa takipçilerine şöyle der: “Benim kölem olmayın. Bu kitabı ders alın. Ve siz de benim gibi rabbani, tanrısal bireyler olun.” Benim de bu makalede amacım eğitimi hangi seviyede olursa olsun bireyin eline iyi bir Kuran meali almasını sağlamak ve onu ders aldığı bu Kuran eşliğinde Kuran’ı didik didik ederek kendi kendinin müçtehidi, kendi kendinin kralı ve tanrısallaşmış bir birey haline getirmekten ibarettir.

 

XXIII.     KURAN’IN GÖNDERİLİŞ AMACI BİLDUNG VE BİREYİ TANRISALLAŞTIRMAKTIR

Artık makaleme daha önce söz verdiğim bir hususu şerh ederek nihayet verebilirim: Gadamer’e göre hermeneutiğin ve tefsirin nihai amacı, başka hiçbir şey değil, fakat bireyin okuduğu metindeki kutsal hakikatleri özümseyerek tanrısallaşmasını sağlamaktır. Yani tefsirin nihai hedefi Bildung’dur

Bu Kuran için de böyledir. Zira Kuran’da Allah’a ubudiyetin ve kulluğun amacı kaprisli bir tanrıya hiç sorgulamadan itaat etmek değil, İbrahim gibi Allah’tan gerektiğinde kanıt isteyebilecek ve Allah Lut kavmini helak edeceği zaman onunla tartışabilecek kadar Allah’a yaklaşmış dostlar yaratma isteğidir. İlgili ayetleri bir bir vereyim. Ve bu tefsir de benim Kuran’dan öğrendiğim son yöntem ilkesinin teşrihi mahiyetinde olsun: Yani Kuran’daki bir ayeti anlamlandırırken onu Kuran’daki tüm ilgili ayetlerle ilişki içinde okuma ve Kuran’ın bütünselliğini asla gözden kaçırmama ilkesi…

Allah Mülk Suresinde şöyle der: “Putlara tapıp da yerde yüzüstü sürünen mi daha iyidir? Yoksa Allah’a bağlanıp da iki ayağı üzerinde dimdik yürüyen mi?”

Allah Nahl Suresinde şöyle söyler: “Putlara tapıp da kör, sağır ve dilsiz olmuş ve hiçbir şeye gücü yetmeyen kimse mi daha iyidir? Yoksa bize bağlanıp da rızkımızı paylaştığımız ve etrafına adalet ve güzellik saçan biri mi?”

Allah Fatır Suresinde şöyle der: “Güzel söz Allah’a yükselir. Ve salih amel güzel sözü Allah’a yükseltir.”

Allah Fetih Suresinde Müslümanlara şöyle der: “Bu mücadelenin sonunda göğe ve Allah’a yükselen ekinler gibi olacaksınız.”

Allah Mutaffifin Suresinde şöyle der: “Allah’a yaklaştırılmış ve tanrısallaştırılmış olan mukarrebunun içtiği tesnim (ambrosia) şarabından içmek için yarışın.”

Allah Saff Suresinde şöyle der: “Allah’a borç verin ve Allah’ın yardımcıları olun.

Allah Kehf Suresinde şöyle der: “Allah dalaletteki kulunu kendi pazusu yapmaz. (Yani Allah salih kulunu kendi pazusu ve parçası haline getirir.)”

Allah Taha Suresinde Hazret-i Musa’nın şahsında tüm adanmış Müslümanlara şunları söyler: “Seni sırf kendim için bir sanat şaheseri olarak yarattım.”

Allah kendini O’na böylesine adamış kullarına Hazret-i Muhammed’in şahsında şöyle söyler: “Attığın zaman sen atmadın. Allah attı.” (Enfal Suresi) ve “Allah’ın eli sana biat edenlerin ellerinin üzerindedir. (Yani senin elinle Allah’ın eli bir ve aynı eldir.)” (Feth Suresi)

Ve Allah Ali İmran Suresinde Hazret-i İsa’nın şahsında Kutsal Kitab’ı okuyanlara şu sözleri söyler: “Bu kitabı ders alın. Ve benim gibi rabbanileşmiş, tanrısallaşmış bireyler olun. “

Kısa konuşursak Kuran’ın nihai derdi, onu muhatap kabul eden ve hayatına taşıyan bireylerin, her türlü kölelikten sıyrılıp yeryüzünde dolaşan Tanrılar ve Tanrı dostları haline gelmesini sağlamaktan ibarettir.

 

XXIV.    BİR VEFA BORCU

Bu makaleyi yazmama imkân veren bir vefa borcunu ödemem gerekirse… Neredeyse hiçbir ilahiyatçımızın göz atmadığı Bediüzzaman’ın Muhakemat’ı ve Mucizat-ı Kuraniye Risalesi bu makalenin yazılmasında hayli etkili olmuştur. Tek kaynak elbette ki Bediüzzaman değil. Ama en büyük borcum onadır. Bu iki metne göz atacak müfessirlerimizin bu iki eserden çok fazla hakikat massedebileceğine inanıyorum. İlahiyat camiası tarafından tüketilmeyi bekleyen iki hazinedir bu risaleler.                               

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement