Ticker

6/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

İslam’da Temsil ve Tebliğ


Bu başlığın selefi, muhafazakâr, gelenekçi vb. indirgemeci ortodoksi anlayışlar açısından bir hayli kışkırtıcı olacağının farkındayım. Buradaki amaç, ebetteki bunları kışkırtmak değildir. Diğer taraftan bu başlığa bakarak ajitasyona gelenler de eğer böyle bir duyguya kapılıyorlarsa bu başlığın onlar açısından da bu anlayışlarla ne kadar paralel düşündükleri noktasında kendilerini test etmelerini umuyorum.

Miladi yedinci yüzyılda nazil olan vahyin temel ilkeleri ve bu ilkelerin etrafında cereyan eden olgu ve olay örgüleri, vahyin ufkunda beliren görünümleriyle onun kendi içinde kemale erdiğini işaret etmekle kalmaz aynı zamanda bu kemale erişin de artık peygamber tarzı bir tebliğ değil, temsil ve tanıklık döneminin de başladığını imler. Kaldı ki vahyin tenzili, göksel bir dayatma değil, yerdeki taleplere karşı Tenzil sahibinin merhameti olarak okunmalıdır. Kur’an’ın en soyut, gaybi anlatımları dahi insanların talep ve ihtiyaçları dikkate alınarak nazil olmuştur. Bu anlamda cennet ve cehennem anlatımları, bir taraftan en soyut anlatımlar iken diğer taraftan kullanılan dil, bu gaybi dünyanın beşeri bir düzeye indirgenerek, dünyadaki benzerlikler üzerinden kurulur. Kur’an, radikal bir şekilde insanların Allah’ın zatını bile istedikleri gibi düşünmelerinin önüne bir set çekmez ama nihayeti belirler. “Hiçbir şey O’nun benzeri/misli/dengi değildir. O, işiten ve dualara icabet eden, her şeyi görendir. (42/Şûrâ 11). Ve “İyi bilin ki ben sizinle beraberim.” (Maide, 5/1) ayetinde ve buna benzer daha birçok ayette de Allah, insanın içkinliğinde, onun var oluş alanında ve onunla birlikte bir eylemsellik içine girerek kendi zatını insanla birlikte bir etkileşim içinde ifade. Bu açıdan bile Kur’an’da teşbih ile tenzih arasında bir denge vardır. Tarih boyunca teşbihi ya da tenzihi merkeze alan mezhebi yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu konu mevzu diğer bahis…

Peygamberin öncelikli görevi tebliğ değil, temsildir. Çunku tebliğ, temsilin bağrından fışkırır. Ve Hz. Peygamber, peygamber olmadan önce bile toplum içinde “el-emin” sıfatıyla bu temsil görevini icra ediyordu. Onun bu temsil gücü ve ahlaki yetkinliği (üsve-i hasene) vahiyle taçlanmıştır. Bu ahlaki yetkinliği, ahlaki çöküntü içinde olan toplumunda Allah tarafından açıkça övülmüştür. Dolayısıyla burada dini açıdan onun öncelikli görevi temsil, temsilin gereği ve bir sonucu olarak vahyin bu temsilin paralelindeki tebliğinden ibarettir. Tarih boyunca gönderilen tüm peygamberler, öncelikle içinde bulundukları toplumda büyük bir ahlaki duruşa ve bu ahlaki duruş örnekliğinin temsil gücüne dayanırlar. Değilse, ahlaki duruşu olmayan bir kişiliğin Allah tarafından seçilmesi muhal olduğu gibi O’nun muradıyla ve adaletiyle de çelişir. Çünkü Allah’ın muradı tartışmasız ve kesin bir şekilde her açıdan ahlaki ve adil olan bir birey, toplum ve dünya inşasıdır. Dolayısıyla Allah, buna muhalif bir kişiliği elçi olarak göndermez. Burada kelami ve felsefi tartışmayı konu dışı bırakıyoruz.

Vahyin nüzulünün son bulması, risaletin mühürlenmesi ve bunun sonucunda İslam’ın kemale ermesiyle birlikte ortaya “çekirdek bir ümmet” çıkmıştır. Buradaki ümmet kavramına her türden inanca sahip olan, hak ve hukuka riayet eden tüm toplum ve topluluklar dâhildir. Bunun en açık pratik uygulaması 47 maddeden oluşan Medine Vesikası’ndaki nebevi tavırdır. Medine Vesikası’nın 2. maddesi şöyledir “Vesikayı imzalayanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil ederler.” Dolayısıyla bu vesikaya/anayasaya imza atan Yahudiler, Hristiyanlar ve müşrikler de dâhil olmak üzere hepsi “ümmet” kavramına dâhildir. Kur’an’ın nihai ufku ve bu vesika dikkate alındığında “ümmet” kavramının salt Müslümanları içerdiğini iddia etmek indirgemecilikten başka bir şey değildir. Bunun en önemli bir diğer kanıtı ise Yahudi, Hırıstiyan ve hatta Mecusilerin Ehli Kitap kategorisinde olmalarıdır. Burada “ümmet” kavramı özelinde anlatmaya çalıştığımız şu olgusal gerçeklik olan kavramsal sapmadır ki o da Kur’ani kavramların tarihsel süreçle birlikte anlamlarının daraltılarak ideolojik ve mezhebi anlayışlara hizmet edecek şekilde araçsallaştırılmasıdır. Belki de –büyük oranda- tarihte Kur’ani literatürün başına gelen en büyük felaketlerden biri de budur. Bu örnekten hareketle kimi kavramların da anlamları aşırı şekilde genişletilerek araçsallaştırılmıştır. Bunun üç temel sebebi olarak politik (saltanat), mezhebi ve ideolojik sebepler gösterilebilir. Bu açıdan “tebliğ” kavramı da “temsili” öteleyecek şekilde anlamsal genişlemeye uğrayarak dindarların, vaizlerin vaazına dönüşmüştür. Vaaz kültürünün tarım toplumları döneminde kendi zaman ve zemini içinde elbette ki temsili içeren bir anlamı vardı. Fakat bu öncelikli bile olsa yine de arka plandaki temsili tavır, onun ana kaynağını oluşturmaktaydı. Sonraki süreçlerde tebliğin merkeze alınarak, temsilin azalması, dinin imajının aşırı zedelenmesine neden olmuştur. Modern dönemlerde ise bilgi iletişim araçlarıyla birlikte bu durum adeta zirve yapmış ve temsilin olmadığı buyurgan, jakoben bir vaazi söyleme dayalı tebliğ, temsilin canına okuyarak dinin onur, şeref ve haysiyetini çiğnemiştir. Mikrofon ve görünürlük şehveti çoğu şeyin içini boşaltmıştır. 


Kur’an’ın, peygambere açık bir emri olarak “Sen sadece tebliğ edicisin” söylemi, peygamberin temsili tavrında içkindir. Peygamberin, aldığı vahyi insanlara duyurması ve bu vahyin insanlar üzerinde etkili olması, vahyin Allah’tan kaynaklı bir güç olması kadar peygamberin temsil gücüne de dayanmaktadır. Temsil ve tebliğ, bir madalyonun birbirini tamamlayan iki yüzüdür.

“İslam’da tebliği bitmiştir.” argümanını, kendi referans kaynağı olan İslam’la gerekçelendirmek yetmiyor. Bu gerekçelerin iç ve dış tutarlılığının da olması gerekiyor. Baştan itibaren ortaya koyduğumuz düşüncelerde birtakım gerekçeler çıkarılabilir. Fakat konuyu,  burada Kur’an’a arz edip gerekçelendirmemiz ve burada iç tutarlılık inşa etmemiz gerekmektedir. İkinci olarak da bu meselede dış gerekçelendirme ve tutarlılığa başvuracağız.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi vahyin ufku, onun kendi içinde kemale erdiğinin işaret etmekle kalmaz aynı zamanda bu kemale erişin de artık peygamber tarzı bir tebliğ değil temsil ve tanıklık döneminin de başladığını imler. Allah, tarih boyunca insanlığa elçiler gönderirken bir örneklem üzerinden ve insan bilincinin tekâmülü doğrultusunda hareket eder. Miladi yedinci yüzyıla gelindiğinde ise Muhammed İkbal’in deyimiyle “İnsan aklı kemale erdiği için vahiy de kemale ermiştir.” ve bu durum, Rahman’ın insanlığa merhameti, sevgisi, in’amıdır.

Peygamberin temsili fenomeni açısından siyer ve diğer tarihi kaynaklarda çok sayıda örnek vardır. Biz, burada birkaç örneği vermekle yetineceğiz.

İnsanların peygambere olan güvenleri (imanları), vahyin salt vaazi söyleminden ibaret değildir. Hz. Muhammed’in peygamberliği ve Kur’an’ın ilahi bir kelam oluşunu İbn-i Hazm’dan hareketle şu şekilde ifade edelim “Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu nereden biliyorsun? Çünkü Muhammed söylüyor. Muhammed’din doğru söylediğini nerden biliyorsun? Çünkü Kur’an söylüyor.” İbn-i Hazm’a göre bu soru-cevap diyalektiği, kısır döngüye (totoloji) çıkar ve buradan bir sonuç çıkmaz. O halde Kur’an’ın ilahi bir kelam olduğuna nasıl inanacağız? İbni Hazm’ın cevabı şudur: Çünkü Muhammed güvenilir bir insandır. İşte burası, peygamberin temsil konumudur. Mekke toplumu da Hz. Peygambere, daha peygamber olmadan önce ona “Muhammed’ül Emin” sıfatını vermişti. Bu sıfat, İslam’dan önce de Kâbe’nin tamiri sırasında somut bir örnek olarak karşımıza çıkar. Kâbe’nin duvarları iyice yıpranmış ve duvarlardaki yarıktan bir hırsız içeri girerek bazı değerli eşyaları çalmıştı. Çıkan bir yangında da Kâbe’nin örtüsü tutuşmuş, yanmış ve Kâbe, iyice harabe bir hale gelmişti.  Kureyşliler ve diğer kabileler elbirliği ile Cidde sahiline vuran bir gemiden malzeme getirerek Kâbe’yi tamir etmiş ve bu olayın sonunda da Hacerü’l Esved’in yerine bırakılması gerekiyordu. Hacerü’l Esved’in kim tarafından yerine konulacağı meselesi anlaşmazlığa yol açmış ve neredeyse kan dökülecekti. Sonunda birisi çıkıp kabilelere şöyle bir teklifte bulunmuştu: Ey Kureyş topluluğu! En iyisi siz, gelin aranızda bir hakem tayin edin ve bu anlaşmazlığa bir son verin! Gelin, Kâbe’nin şu kapısından ilk giren insan aranızda hakem olsun ve o, ne derse onu yapın!

Ertesi günün sabahında, Kâbe’nin avlusundan ilk giren kişi Hz. Muhammed olmuş ve buna çok sevinerek “İşte, Emîn geliyor! Biz, O’nun vereceği hükme razıyız.” demişlerdi. Hz. Peygamber de bir bez getirilmesini, Hacerü’l Esved’in bu bez üzerine konulmasını ve her kabileden bir temsilcinin, bezin ucundan tutarak onu yerine bırakmasını isteyerek bu sorunu büyük bir ustalıkla çözmüş ve kan dökülmesini engellemişti.

Diğer bir örnek de ilk vahiyleri aldığında yaşadığı durum karşısında Hz. Hatice’nin tavrıdır. İlk vahyi Hira Mağarası’nda alıp evine geldiğinde bu durum karşısında yaşadığı şok dalgalarını Hz. Hatice şu konuşmasıyla ortadan kaldırmış ve onun karakterini özetlemiştir “Müjdeler olsun! Sen sözün doğrusunu söylersin, emaneti gözetirsin, akrabanla ilgilenirsin, güzel ve iyi ahlaklısın. Hiç endişe etme! Yüce Allah, seni hiçbir zaman utandırmaz, üzüntüye uğratmaz. Çünkü sen, akrabana bakarsın, işini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın. Yoksula, kimsenin vermediğini verir, kazandıramadığını kazandırırsın, misafirlerini ağırlarsın, uğradıkları musibet ve felaketlerde halka yardım edersin.”

Son bir örnek olarak Miraç hadisesinde Mekke’deki propagandaya karşı Hz. Ebubekir’in tavrıdır. Peygamberin Miraç hadisesini karşı bir propaganda olarak büyük bir fırsata çevirmek isteyen Mekke’liler, hemen Hz. Ebubekir’e giderek onu, Hz. Peygambere olan bağlılığından vazgeçirmeye çalıştılar. Çünkü Hz. Ebubekir, Hz. Peygambere maddi ve manevi anlamda destek veren Mekkelilerin önde gelenlerindendi. “Yâ Ebâ Bekir!” dediler. “Arkadaşının işinden haberin var mı? O, bu gece Beytü’l-Makdis’e gittiğini, orada namaz kılıp Mekke’ye döndüğünü söyledi.” Hz. Ebû Bekir, ‘Siz bunları ondan mı duydunuz?’ ‘Evet.’ dediler, ‘Aynen ondan duyduk.’ Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, ‘Vallahi!’ dedi, O söylediyse, şeksiz şüphesiz doğrudur. Siz buna hiç şaşırmayın!” (İbni Hişâm, Sîre: 2/40; İbni Sa’d, Tabakât: 3/170.)

“Tebliğ” sıfatı, tüm peygamberlerin en önemli ortak bir özelliğidir. “Tebliğ”, sözlük anlamı olarak bir şeyi bildirme, açıklama, ulaştırma, yetiştirme, eriştirme, bitiştirme, götürme, taşıma gibi anlamlara gelir (Rağıb el-İsfhani). Peygamberin aldığı vahyi, üzerinde hiçbir değişiklik yapmadan insanlara duyurmasıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi temsil, tebliğin temelidir. Temsil, peygamberin en önemli özelliği olan ve Kur’an’da da açıkça belirtilen “üsve” kavramına tekabül eder. Cenab-ı Hak “üsve-i hasene/en güzel örnek” (Ahzâb 33/21; Mümtahine, 60/4, 6.) kavramsallaştırmasıyla peygamberi, “uyulacak en güzel model, en güzel numune ve en güzel temsilci” olarak insanlara tanıtır.

Peygamberlerin en önemli görevi “temsil”dir. Temsilin bağrında yer alan temel pratikler ise “tebliğ (duyurmak), irşad, davet, nasihat, cihad, mücadele gibi vb.” kavramlardır. Peygamberin burada iki temel özelliği vardır: Beşîr veya mübeşşir (müjdeleyici), nezîr (uyarıcı veya korkutucu). Peygamber, bu iki temel özellik bağlamında tebliğ görevini yerine getirirken hiç kimseyi zorlamaya tabi tutamaz.  İnsanlar, düşünce ve inançlarında özgürdür ve kendi özgür iradeleriyle neye, nasıl ve niçin inanacaklarına kendileri karar verirler. Çünkü Kur’an’ın bu konudaki temel ilkeleri açıktır.

İslâm, evrensel bir barış, adalet ve insani kardeşlik iddiasıdır. İnsanlar ya dinde ya da insanlıkta kardeştirler. İnsanların, Müslüman olup olmamaları, onların seçimine bırakılmıştır. Kraldan çok kralcı kesilmek, Allah’a ve insanlığa saygısızlık, aynı zamanda haddi aşmaktır. Çünkü “Allah, aşırı gidenleri en iyi bilendir.” (En’am: 119). “Kim yola gelirse kendisi için yola gelmiş olur, kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü taşımaz (Herkes kendi günahını kendi çe­ker).” (İsra: 15). İnsanlara Allah adına, gerek Müslüman olsun, gerekse olmasın; dayatmalarda bulunmak, tekfir ideolojisiyle dinden çıkarmak, teolojik zorlamalar yapmak sadece dinsel zulümdür. “Bize düşen sadece doğru yolu göstermektir.” (Leyl 12). “Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka ina­nırdı. O halde sen mi insanları mü’min olmaları için zorla­yacaksın?” (Yunus 99). “Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz doğruluk sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kop­ması yoktur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara 256). İmam Maturidi, Bakara suresinin bu ayetini şu şekilde tefsir etmektedir: Dinde zorlama yoktur (la iqrahe fid-din). “Yani zorlama altında benimsenecek bir din yoktur, zaten böyle bir benimseyiş iman değildir. İkinci olarak doğru ile yanlış birbirinden ayrılmış ve bu husus herkesçe anlaşılır hâle gelmiştir, bu durumda dini benimseyen kimse, zorlama altında değil, onu açık ve belirgin olması sayesinde benimsemiştir.” (Maturidi, Te’vilatü’l Kur’an, cilt 2, s. 184). “Dinde zorlama yoktur.” Yani İslâm’ı benimsedikten sonra ondaki ilâhî buyruklara boyun eğmek zorlama yoluyla değildir; çünkü Allah Teâlâ, dinî görevleri mü’minlerin gönüllerine sevdirmiştir, onların bu görevleri yerine getirmeleri için baskı yapmaya gerek yoktur. Bunun izahı şöyledir: Geçmiş ümmetlerde kulluk görevlerinde zorluklar ve güçlükler bulunuyordu, aziz ve celil olan Allah, bu güçlükleri Muhammed ümmetinden kaldırmış ve dinî vecibeleri kolay yerine getirilebilir hâle getirmiştir, bunun delili şu tür âyet-i kerîmelerdir: Rabbimiz bize, bizden ön­cekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma! (Bakara 286) O peygamber ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötü­lükten meneder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları sırtlarındaki zincir­leri kaldırıp atar. (A’raf 157). O sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir. (Hac 78).

Burada sorulması gereken temel iki soru şunlardır: Müslümanlar, peygamberin tebliğ görevini mi yoksa temsil özelliğini mi örnek alarak ve bunu hayatlarına yansıtarak mı pratiğe dökmekle görevlidirler? Peygambervari bir tebliğ noktasında Kur’an, Müslümanlara böyle bir görevi yüklüyor mu? Açık olan şudur ki Kur’an’ın, tebliği Müslümanlara yüklediği noktasında açık bir ayet yoktur. Vahyin tebliğ görevi sadece peygambere aittir. Peygamberin temsil ve tebliğiyle ortaya çıkan ümmetin görevi ise temsil merkezlidir. 

Ümmet kavramı Kur’an-ı Kerim’de  51 yerde tekil, 13 yerde çoğul olmak üzere toplam 64 defa geçer ve bu kullanımların hiçbirinde tebliğ ile ilişkilendirilmez, tam aksine temsille ilişkilendirilir. Müslümanlara atfen kullanılan ıstılah anlamında, İslam ümmetinin genel olarak iki temel görevi ve işlevi olmak zorundadır: Temsil ve şahitlik“Sizden iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir cemaat (ümmet) olsun. İşte başarıya erişenler yalnız onlardır.” (ÂI-i İmrân 104). “Böylece sizi, insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir üm­met (ümmeten vasaten) kıldık. Peygamber de size şahit ve örnektir. (Bakara 143). Rivayete göre Hz. Peygamber “vasatümmet” kullanımını “âdil” şeklinde açıklamıştır. (Kurtubî I/536.). Konuyla ilgili birçok ayeti daha burada zikretmek mümkündür.


Müslüman coğrafyalarda “tebliğ” kavramı adı altında kurulan cemaatler ve örgütsel yapılanmaların çoğunluğunun geldikleri nihai noktadaki yarattıkları sonuç, temsilin merkezde yer aldığı “vasat ümmet/adil ümmet/şahit ümmet” anlayışının büyük bir yara almasıdır. Özelde Türkiye’deki cemaat ve örgütsel yapılanmalar, birbirinden adam devşirerek bunun adını sözüm ona “davet” yaptıkları gibi bir yanılsamayla hareket etmektedirler. Özellikle selefi anlayışta olanların yarattıkları sosyo-psikolojik ve dini tahribatın boyutları her türlü sınırı zorlamaktadır. Aynı durum kimi tarikat çevrelerine de hâkimdir. Bu tür örgütsel yapılanmalarla herhangi bir bağı olmayan insanlar da azımsanmayacak derecededir. Zaten toplumsal yapının temellerinde böyle mümbit bir sosyolojik gerçeklik yattığı için sözü edilen legal ya da illegal yapılanmalar da insan kaynağı noktasında zorluk çekmemektedirler.

Post modern dünyada sermayenin sınır tanımayan yapılanması, ulaşım, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki büyük değişim ve dönüşümler, gerek klasik/ortodoksi dini anlayışları gerekse cemaat, tarikat ve -legal olsun ya da illegal olsun, farketmez- örgütsel yapıları (dernek ve vakıflar) hızlı bir şekilde eritmektedir. Bu vakıa içinde, işin içine “tebliğ” adı altında yapılan faaliyetlerdeki yaşam tarzları, buyurgan-vaazi dilin de artık tarım dönemlerine ait bir olgu olarak kabul edilmesi ve yeniçağın yapısal özelliklerini, insanlığın genel gidişatını dikkate alan bir projeksiyonun tutulması elzemdir. Artık her açıdan küçük bir köye dönüşün dünyada genel insanlık, İslam’dan ve onun elçisinden haberdardır. Günün sonunda şunun kabul edilmesi, aşılması ve aşırı bireyselleşen insanlık durumumuzda yeni paradigmaların ortaya konulması ve bu yönde üretimlerin gerçekleştirilmesi acil bir durumdur: Geleneksel yapıların kodlarıyla malul olan ilahiyatın/metafiziğin gemisi batmıştır. Yeni bir metafizik paradigma için, insanlığın tüm birikimini dikkate alan teoriyi ve pratiği (praxis) birlikte bağrında taşıyan “vasat, şahit ve âdil” bir temsilin ortaya konulması gerekmektedir. Müslüman toplumlarda yapılması gereken şey, bu coğrafyanın derinliklerine kök salmış ve büyük yıkımlara neden olan despotizmlere karşı küresel bir dünyada artık genel kabul gören –tüm eksiklik ve arızalarına rağmen- ümmetin kolektif aklının işlediği (şura, meşveret vb.) Müslüman bir coğrafyayı inşa edecek dönüşümleri gerçekleştirmektir. Bireyselliği önceleyen modern insan açısından, insanları bir gettonun içinde ideolojik, mezhebi kalıplara dökmek mümkün değildir ve bu kalıplara dökülenler, kendi kalıplarını kırdıkları gibi insanlığın da kalıplarını kırmakta, yok etmektedir. Burada da en büyük zararı İslam görmektedir.

Sonuç olarak “Müslüman olmak, Müslüman kalmak, vasat, şahit ve adil toplumlar olmak istiyorsak” temsil gücü yüksek teori ve pratiklere ihtiyacımız vardır. Burada Müslüman birey, Kur’an’ın “sırat-ı müstakim” dediği ilkeyi tebliğ etmek değil, temsil etmekle mükelleftir. Elbette ki şunu tekrar vurgulayalım: Temsilin bagrinda tebliğ icikin olarak vardır. Buradaki mesele "tebliğ" olgusunun ideolojik bir indirgemeye uğratılmasıdır. Tebliğ bu indirgemeye uğradığında temsilin tahrifat ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Bu bağlamda yazının başından buraya kadarki düşüncelerimizin tüm bağlamsal yapısı doğrultusunda “İslam’da tebliğ bitmiştir.” İslam’ın ve onun aziz peygamberinin onur, haysiyet ve şerefine bağlı kalmak için yapılması gereken tek şey temsili ayağa kaldırmaktır.

 

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement