![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhZfr_ORzTR1RfYSRRiJWjeST-flgL82guxPrNmxgLZe2ijEvVwMfroLM5754FVaIhPBEsTdvUTE1qpybXMB59BrwavJ3PxSLWo6z8DEJudIJx86TejlOwE4YFkYmcOyNQE1vebIATfEeccFwhHn1pnzE8VJTqlEEyxZc2d3t2pJcDbIYjPEmDy9XeaRoJW/w640-h434/575ab86cf7bff3e122311d9a97163857.jpg)
Bu başlığın selefi, muhafazakâr, gelenekçi vb. indirgemeci ortodoksi anlayışlar açısından bir hayli kışkırtıcı olacağının farkındayım. Buradaki amaç, ebetteki bunları kışkırtmak değildir. Diğer taraftan bu başlığa bakarak ajitasyona gelenler de eğer böyle bir duyguya kapılıyorlarsa bu başlığın onlar açısından da bu anlayışlarla ne kadar paralel düşündükleri noktasında kendilerini test etmelerini umuyorum.
Miladi yedinci yüzyılda nazil olan
vahyin temel ilkeleri ve bu ilkelerin etrafında cereyan eden olgu ve olay
örgüleri, vahyin ufkunda beliren görünümleriyle onun kendi içinde kemale
erdiğini işaret etmekle kalmaz aynı zamanda bu kemale erişin de artık peygamber
tarzı bir tebliğ değil, temsil ve tanıklık döneminin de başladığını imler. Kaldı
ki vahyin tenzili, göksel bir dayatma değil, yerdeki taleplere karşı Tenzil
sahibinin merhameti olarak okunmalıdır. Kur’an’ın en soyut, gaybi anlatımları dahi insanların talep ve ihtiyaçları dikkate alınarak nazil
olmuştur. Bu anlamda cennet ve cehennem anlatımları, bir taraftan en soyut
anlatımlar iken diğer taraftan kullanılan dil, bu gaybi dünyanın beşeri
bir düzeye indirgenerek, dünyadaki benzerlikler üzerinden kurulur. Kur’an,
radikal bir şekilde insanların Allah’ın zatını bile istedikleri gibi
düşünmelerinin önüne bir set çekmez ama nihayeti belirler. “Hiçbir şey
O’nun benzeri/misli/dengi değildir. O, işiten ve dualara icabet eden, her şeyi
görendir. (42/Şûrâ 11). Ve “İyi bilin ki ben sizinle beraberim.” (Maide, 5/1) ayetinde ve buna
benzer daha birçok ayette de Allah, insanın içkinliğinde, onun var oluş
alanında ve onunla birlikte bir eylemsellik içine girerek kendi zatını insanla
birlikte bir etkileşim içinde ifade. Bu açıdan bile Kur’an’da teşbih ile tenzih
arasında bir denge vardır. Tarih boyunca teşbihi ya da tenzihi merkeze alan
mezhebi yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu konu mevzu diğer bahis…
Peygamberin öncelikli görevi tebliğ
değil, temsildir. Çunku tebliğ, temsilin bağrından fışkırır. Ve Hz. Peygamber, peygamber olmadan önce bile toplum içinde “el-emin” sıfatıyla
bu temsil görevini icra ediyordu. Onun bu temsil gücü ve ahlaki yetkinliği (üsve-i
hasene) vahiyle taçlanmıştır. Bu ahlaki yetkinliği, ahlaki
çöküntü içinde olan toplumunda Allah tarafından açıkça övülmüştür. Dolayısıyla
burada dini açıdan onun öncelikli görevi temsil, temsilin gereği ve bir sonucu
olarak vahyin bu temsilin paralelindeki tebliğinden ibarettir. Tarih boyunca
gönderilen tüm peygamberler, öncelikle içinde bulundukları toplumda büyük bir
ahlaki duruşa ve bu ahlaki duruş örnekliğinin temsil gücüne dayanırlar.
Değilse, ahlaki duruşu olmayan bir kişiliğin Allah tarafından seçilmesi muhal
olduğu gibi O’nun muradıyla ve adaletiyle de çelişir. Çünkü Allah’ın muradı
tartışmasız ve kesin bir şekilde her açıdan ahlaki ve adil olan bir birey,
toplum ve dünya inşasıdır. Dolayısıyla Allah, buna muhalif bir kişiliği elçi
olarak göndermez. Burada kelami ve felsefi tartışmayı konu dışı bırakıyoruz.
Vahyin nüzulünün son bulması, risaletin mühürlenmesi ve bunun sonucunda İslam’ın kemale ermesiyle birlikte ortaya “çekirdek bir ümmet” çıkmıştır. Buradaki ümmet kavramına her türden inanca sahip olan, hak ve hukuka riayet eden tüm toplum ve topluluklar dâhildir. Bunun en açık pratik uygulaması 47 maddeden oluşan Medine Vesikası’ndaki nebevi tavırdır. Medine Vesikası’nın 2. maddesi şöyledir “Vesikayı imzalayanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil ederler.” Dolayısıyla bu vesikaya/anayasaya imza atan Yahudiler, Hristiyanlar ve müşrikler de dâhil olmak üzere hepsi “ümmet” kavramına dâhildir. Kur’an’ın nihai ufku ve bu vesika dikkate alındığında “ümmet” kavramının salt Müslümanları içerdiğini iddia etmek indirgemecilikten başka bir şey değildir. Bunun en önemli bir diğer kanıtı ise Yahudi, Hırıstiyan ve hatta Mecusilerin Ehli Kitap kategorisinde olmalarıdır. Burada “ümmet” kavramı özelinde anlatmaya çalıştığımız şu olgusal gerçeklik olan kavramsal sapmadır ki o da Kur’ani kavramların tarihsel süreçle birlikte anlamlarının daraltılarak ideolojik ve mezhebi anlayışlara hizmet edecek şekilde araçsallaştırılmasıdır. Belki de –büyük oranda- tarihte Kur’ani literatürün başına gelen en büyük felaketlerden biri de budur. Bu örnekten hareketle kimi kavramların da anlamları aşırı şekilde genişletilerek araçsallaştırılmıştır. Bunun üç temel sebebi olarak politik (saltanat), mezhebi ve ideolojik sebepler gösterilebilir. Bu açıdan “tebliğ” kavramı da “temsili” öteleyecek şekilde anlamsal genişlemeye uğrayarak dindarların, vaizlerin vaazına dönüşmüştür. Vaaz kültürünün tarım toplumları döneminde kendi zaman ve zemini içinde elbette ki temsili içeren bir anlamı vardı. Fakat bu öncelikli bile olsa yine de arka plandaki temsili tavır, onun ana kaynağını oluşturmaktaydı. Sonraki süreçlerde tebliğin merkeze alınarak, temsilin azalması, dinin imajının aşırı zedelenmesine neden olmuştur. Modern dönemlerde ise bilgi iletişim araçlarıyla birlikte bu durum adeta zirve yapmış ve temsilin olmadığı buyurgan, jakoben bir vaazi söyleme dayalı tebliğ, temsilin canına okuyarak dinin onur, şeref ve haysiyetini çiğnemiştir. Mikrofon ve görünürlük şehveti çoğu şeyin içini boşaltmıştır.
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgHobnU2tXIO0yDIMOMPb5oupvtoxyQ5cdZtCCmNboT_NrfryyR-6bbHQ1Ri00eVV9uhUYrgPlR81eugam2hZqhk6uKW2Yx4Snoaxzmh6KNGZsa8cXoO5PBkJm4HOKlBoKi2GWyIRW1BgoHIEAB99st2Kxw5JeGPxDjYuGGPDgQ1CL2TpXm_RAfOYPxZAXO/w640-h320/303951.jpg)
Kur’an’ın, peygambere açık bir emri
olarak “Sen
sadece tebliğ edicisin” söylemi, peygamberin temsili tavrında
içkindir. Peygamberin, aldığı vahyi insanlara duyurması ve bu vahyin insanlar
üzerinde etkili olması, vahyin Allah’tan kaynaklı bir güç olması kadar
peygamberin temsil gücüne de dayanmaktadır. Temsil ve tebliğ, bir madalyonun birbirini
tamamlayan iki yüzüdür.
“İslam’da tebliği
bitmiştir.” argümanını, kendi referans kaynağı olan İslam’la
gerekçelendirmek yetmiyor. Bu gerekçelerin iç ve dış tutarlılığının da olması
gerekiyor. Baştan itibaren ortaya koyduğumuz düşüncelerde birtakım gerekçeler
çıkarılabilir. Fakat konuyu, burada Kur’an’a arz edip gerekçelendirmemiz
ve burada iç tutarlılık inşa etmemiz gerekmektedir. İkinci olarak da bu
meselede dış gerekçelendirme ve tutarlılığa başvuracağız.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi vahyin
ufku, onun kendi içinde kemale erdiğinin işaret etmekle kalmaz aynı zamanda bu
kemale erişin de artık peygamber tarzı bir tebliğ değil temsil ve tanıklık
döneminin de başladığını imler. Allah, tarih boyunca insanlığa elçiler
gönderirken bir örneklem üzerinden ve insan bilincinin tekâmülü doğrultusunda
hareket eder. Miladi yedinci yüzyıla gelindiğinde ise Muhammed İkbal’in
deyimiyle “İnsan aklı kemale erdiği için vahiy de kemale ermiştir.” ve
bu durum, Rahman’ın insanlığa merhameti, sevgisi, in’amıdır.
Peygamberin temsili fenomeni açısından
siyer ve diğer tarihi kaynaklarda çok sayıda örnek vardır. Biz, burada birkaç
örneği vermekle yetineceğiz.
İnsanların peygambere olan güvenleri
(imanları), vahyin salt vaazi söyleminden ibaret değildir. Hz. Muhammed’in
peygamberliği ve Kur’an’ın ilahi bir kelam oluşunu İbn-i Hazm’dan
hareketle şu şekilde ifade edelim “Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu nereden
biliyorsun? Çünkü Muhammed söylüyor. Muhammed’din doğru söylediğini nerden
biliyorsun? Çünkü Kur’an söylüyor.” İbn-i Hazm’a göre bu
soru-cevap diyalektiği, kısır döngüye (totoloji) çıkar ve buradan bir sonuç
çıkmaz. O halde Kur’an’ın ilahi bir kelam olduğuna nasıl inanacağız? İbni
Hazm’ın cevabı şudur: Çünkü Muhammed güvenilir bir insandır. İşte burası,
peygamberin temsil konumudur. Mekke toplumu da Hz. Peygambere, daha peygamber
olmadan önce ona “Muhammed’ül Emin” sıfatını
vermişti. Bu sıfat, İslam’dan önce de Kâbe’nin tamiri sırasında somut bir örnek
olarak karşımıza çıkar. Kâbe’nin duvarları iyice yıpranmış ve duvarlardaki
yarıktan bir hırsız içeri girerek bazı değerli eşyaları çalmıştı. Çıkan bir
yangında da Kâbe’nin örtüsü tutuşmuş, yanmış ve Kâbe, iyice harabe bir hale
gelmişti. Kureyşliler ve diğer kabileler elbirliği ile Cidde sahiline
vuran bir gemiden malzeme getirerek Kâbe’yi tamir etmiş ve bu olayın sonunda da Hacerü’l
Esved’in yerine bırakılması gerekiyordu. Hacerü’l Esved’in kim tarafından
yerine konulacağı meselesi anlaşmazlığa yol açmış ve neredeyse kan dökülecekti.
Sonunda birisi çıkıp kabilelere şöyle bir teklifte bulunmuştu: Ey Kureyş
topluluğu! En iyisi siz, gelin aranızda bir hakem tayin edin ve bu anlaşmazlığa
bir son verin! Gelin, Kâbe’nin şu kapısından ilk giren insan aranızda hakem
olsun ve o, ne derse onu yapın!
Ertesi günün sabahında, Kâbe’nin
avlusundan ilk giren kişi Hz. Muhammed olmuş ve buna çok sevinerek “İşte, Emîn
geliyor! Biz, O’nun vereceği hükme razıyız.” demişlerdi. Hz.
Peygamber de bir bez getirilmesini, Hacerü’l Esved’in bu bez üzerine
konulmasını ve her kabileden bir temsilcinin, bezin ucundan tutarak onu yerine
bırakmasını isteyerek bu sorunu büyük bir ustalıkla çözmüş ve kan dökülmesini
engellemişti.
Diğer bir örnek de ilk vahiyleri
aldığında yaşadığı durum karşısında Hz. Hatice’nin tavrıdır. İlk vahyi Hira
Mağarası’nda alıp evine geldiğinde bu durum karşısında yaşadığı şok dalgalarını
Hz. Hatice şu konuşmasıyla ortadan kaldırmış ve onun karakterini özetlemiştir “Müjdeler
olsun! Sen sözün doğrusunu söylersin, emaneti gözetirsin, akrabanla
ilgilenirsin, güzel ve iyi ahlaklısın. Hiç endişe etme! Yüce Allah, seni hiçbir
zaman utandırmaz, üzüntüye uğratmaz. Çünkü sen, akrabana bakarsın, işini
görmekten âciz olanların yükünü taşırsın. Yoksula, kimsenin vermediğini verir,
kazandıramadığını kazandırırsın, misafirlerini ağırlarsın, uğradıkları musibet
ve felaketlerde halka yardım edersin.”
Son bir örnek olarak Miraç hadisesinde
Mekke’deki propagandaya karşı Hz. Ebubekir’in tavrıdır. Peygamberin Miraç
hadisesini karşı bir propaganda olarak büyük bir fırsata çevirmek isteyen
Mekke’liler, hemen Hz. Ebubekir’e giderek onu, Hz. Peygambere olan bağlılığından
vazgeçirmeye çalıştılar. Çünkü Hz. Ebubekir, Hz. Peygambere maddi ve manevi
anlamda destek veren Mekkelilerin önde gelenlerindendi. “Yâ Ebâ
Bekir!” dediler. “Arkadaşının işinden haberin var mı? O, bu
gece Beytü’l-Makdis’e gittiğini, orada namaz kılıp Mekke’ye döndüğünü söyledi.” Hz.
Ebû Bekir, ‘Siz bunları ondan mı duydunuz?’ ‘Evet.’
dediler, ‘Aynen ondan duyduk.’ Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, ‘Vallahi!’
dedi, O söylediyse, şeksiz şüphesiz doğrudur. Siz buna hiç şaşırmayın!” (İbni Hişâm,
Sîre: 2/40; İbni Sa’d, Tabakât: 3/170.)
“Tebliğ” sıfatı, tüm
peygamberlerin en önemli ortak bir özelliğidir. “Tebliğ”, sözlük anlamı olarak bir şeyi
bildirme, açıklama, ulaştırma, yetiştirme, eriştirme, bitiştirme, götürme,
taşıma gibi anlamlara gelir (Rağıb el-İsfhani). Peygamberin aldığı vahyi,
üzerinde hiçbir değişiklik yapmadan insanlara duyurmasıdır. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi temsil, tebliğin temelidir. Temsil, peygamberin en önemli
özelliği olan ve Kur’an’da da açıkça belirtilen “üsve” kavramına tekabül eder.
Cenab-ı Hak “üsve-i hasene/en güzel örnek” (Ahzâb 33/21; Mümtahine, 60/4, 6.) kavramsallaştırmasıyla
peygamberi, “uyulacak en güzel model, en güzel numune ve en güzel temsilci” olarak
insanlara tanıtır.
Peygamberlerin en önemli görevi “temsil”dir.
Temsilin bağrında yer alan temel pratikler ise “tebliğ (duyurmak), irşad, davet, nasihat, cihad,
mücadele gibi vb.” kavramlardır. Peygamberin burada iki temel
özelliği vardır: Beşîr veya mübeşşir (müjdeleyici), nezîr (uyarıcı veya
korkutucu). Peygamber, bu iki temel özellik bağlamında tebliğ görevini yerine
getirirken hiç kimseyi zorlamaya tabi tutamaz. İnsanlar, düşünce ve
inançlarında özgürdür ve kendi özgür iradeleriyle neye, nasıl ve niçin
inanacaklarına kendileri karar verirler. Çünkü Kur’an’ın bu konudaki temel
ilkeleri açıktır.
İslâm, evrensel bir barış, adalet ve
insani kardeşlik iddiasıdır. İnsanlar ya dinde ya da insanlıkta kardeştirler.
İnsanların, Müslüman olup olmamaları, onların seçimine bırakılmıştır. Kraldan
çok kralcı kesilmek, Allah’a ve insanlığa saygısızlık, aynı zamanda haddi
aşmaktır. Çünkü “Allah, aşırı gidenleri en iyi bilendir.” (En’am: 119). “Kim yola
gelirse kendisi için yola gelmiş olur, kim de saparsa kendi aleyhine sapar.
Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü taşımaz (Herkes kendi günahını kendi
çeker).” (İsra: 15). İnsanlara Allah adına, gerek Müslüman
olsun, gerekse olmasın; dayatmalarda bulunmak, tekfir ideolojisiyle dinden
çıkarmak, teolojik zorlamalar yapmak sadece dinsel zulümdür. “Bize düşen
sadece doğru yolu göstermektir.” (Leyl 12). “Rabbin isteseydi,
yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları mü’min
olmaları için zorlayacaksın?” (Yunus 99). “Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz
doğruluk sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a
inanırsa o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah
işitendir, bilendir.” (Bakara 256). İmam Maturidi, Bakara suresinin bu
ayetini şu şekilde tefsir etmektedir: Dinde zorlama yoktur (la iqrahe fid-din). “Yani zorlama
altında benimsenecek bir din yoktur, zaten böyle bir benimseyiş iman değildir.
İkinci olarak doğru ile yanlış birbirinden ayrılmış ve bu husus herkesçe
anlaşılır hâle gelmiştir, bu durumda dini benimseyen kimse, zorlama altında
değil, onu açık ve belirgin olması sayesinde benimsemiştir.” (Maturidi,
Te’vilatü’l Kur’an, cilt 2, s. 184). “Dinde zorlama yoktur.” Yani
İslâm’ı benimsedikten sonra ondaki ilâhî buyruklara boyun eğmek zorlama yoluyla
değildir; çünkü Allah Teâlâ, dinî görevleri mü’minlerin gönüllerine
sevdirmiştir, onların bu görevleri yerine getirmeleri için baskı yapmaya gerek
yoktur. Bunun izahı şöyledir: Geçmiş ümmetlerde kulluk görevlerinde zorluklar
ve güçlükler bulunuyordu, aziz ve celil olan Allah, bu güçlükleri Muhammed
ümmetinden kaldırmış ve dinî vecibeleri kolay yerine getirilebilir hâle
getirmiştir, bunun delili şu tür âyet-i kerîmelerdir: Rabbimiz bize, bizden öncekilere
yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi
bize taşıtma! (Bakara 286) O peygamber ki, kendilerine iyiliği emreder,
kendilerini kötülükten meneder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri
haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar.
(A’raf 157). O sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir.
(Hac 78).
Burada sorulması gereken temel iki soru şunlardır: Müslümanlar, peygamberin tebliğ görevini mi yoksa temsil özelliğini mi örnek alarak ve bunu hayatlarına yansıtarak mı pratiğe dökmekle görevlidirler? Peygambervari bir tebliğ noktasında Kur’an, Müslümanlara böyle bir görevi yüklüyor mu? Açık olan şudur ki Kur’an’ın, tebliği Müslümanlara yüklediği noktasında açık bir ayet yoktur. Vahyin tebliğ görevi sadece peygambere aittir. Peygamberin temsil ve tebliğiyle ortaya çıkan ümmetin görevi ise temsil merkezlidir.
Ümmet kavramı Kur’an-ı Kerim’de 51 yerde tekil,
13 yerde çoğul olmak üzere toplam 64 defa geçer ve bu kullanımların hiçbirinde
tebliğ ile ilişkilendirilmez, tam aksine temsille ilişkilendirilir.
Müslümanlara atfen kullanılan ıstılah anlamında, İslam ümmetinin genel olarak
iki temel görevi ve işlevi olmak zorundadır: Temsil ve şahitlik. “Sizden
iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir cemaat (ümmet)
olsun. İşte başarıya erişenler yalnız onlardır.” (ÂI-i İmrân 104). “Böylece
sizi, insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet
(ümmeten vasaten) kıldık. Peygamber de size şahit ve örnektir. (Bakara 143).
Rivayete göre Hz. Peygamber “vasatümmet” kullanımını “âdil” şeklinde
açıklamıştır. (Kurtubî I/536.). Konuyla ilgili birçok ayeti daha burada
zikretmek mümkündür.
Müslüman coğrafyalarda “tebliğ” kavramı
adı altında kurulan cemaatler ve örgütsel yapılanmaların çoğunluğunun
geldikleri nihai noktadaki yarattıkları sonuç, temsilin merkezde yer aldığı “vasat
ümmet/adil ümmet/şahit ümmet” anlayışının büyük bir yara
almasıdır. Özelde Türkiye’deki cemaat ve örgütsel yapılanmalar, birbirinden
adam devşirerek bunun adını sözüm ona “davet” yaptıkları gibi bir
yanılsamayla hareket etmektedirler. Özellikle selefi anlayışta olanların
yarattıkları sosyo-psikolojik ve dini tahribatın boyutları her türlü sınırı
zorlamaktadır. Aynı durum kimi tarikat çevrelerine de hâkimdir. Bu tür örgütsel
yapılanmalarla herhangi bir bağı olmayan insanlar da azımsanmayacak
derecededir. Zaten toplumsal yapının temellerinde böyle mümbit bir sosyolojik
gerçeklik yattığı için sözü edilen legal ya da illegal yapılanmalar da insan
kaynağı noktasında zorluk çekmemektedirler.
Post modern dünyada sermayenin sınır
tanımayan yapılanması, ulaşım, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki büyük
değişim ve dönüşümler, gerek klasik/ortodoksi dini anlayışları gerekse cemaat,
tarikat ve -legal olsun ya da illegal olsun, farketmez- örgütsel yapıları
(dernek ve vakıflar) hızlı bir şekilde eritmektedir. Bu vakıa içinde, işin içine “tebliğ” adı
altında yapılan faaliyetlerdeki yaşam tarzları, buyurgan-vaazi dilin de artık
tarım dönemlerine ait bir olgu olarak kabul edilmesi ve yeniçağın yapısal
özelliklerini, insanlığın genel gidişatını dikkate alan bir projeksiyonun
tutulması elzemdir. Artık her açıdan küçük bir köye dönüşün dünyada genel
insanlık, İslam’dan ve onun elçisinden haberdardır. Günün sonunda şunun kabul
edilmesi, aşılması ve aşırı bireyselleşen insanlık durumumuzda yeni
paradigmaların ortaya konulması ve bu yönde üretimlerin gerçekleştirilmesi acil
bir durumdur: Geleneksel yapıların kodlarıyla malul olan ilahiyatın/metafiziğin
gemisi batmıştır. Yeni bir metafizik paradigma için, insanlığın tüm birikimini
dikkate alan teoriyi ve pratiği (praxis) birlikte bağrında taşıyan “vasat,
şahit ve âdil” bir temsilin ortaya konulması gerekmektedir.
Müslüman toplumlarda yapılması gereken şey, bu coğrafyanın derinliklerine kök
salmış ve büyük yıkımlara neden olan despotizmlere karşı küresel bir dünyada artık
genel kabul gören –tüm eksiklik ve arızalarına rağmen- ümmetin kolektif aklının işlediği (şura, meşveret vb.) Müslüman bir
coğrafyayı inşa edecek dönüşümleri gerçekleştirmektir. Bireyselliği önceleyen
modern insan açısından, insanları bir gettonun içinde ideolojik, mezhebi
kalıplara dökmek mümkün değildir ve bu kalıplara dökülenler, kendi kalıplarını
kırdıkları gibi insanlığın da kalıplarını kırmakta, yok etmektedir. Burada da
en büyük zararı İslam görmektedir.
Sonuç olarak “Müslüman olmak, Müslüman kalmak, vasat, şahit ve adil toplumlar olmak istiyorsak” temsil gücü yüksek teori ve pratiklere ihtiyacımız vardır. Burada Müslüman birey, Kur’an’ın “sırat-ı müstakim” dediği ilkeyi tebliğ etmek değil, temsil etmekle mükelleftir. Elbette ki şunu tekrar vurgulayalım: Temsilin bagrinda tebliğ icikin olarak vardır. Buradaki mesele "tebliğ" olgusunun ideolojik bir indirgemeye uğratılmasıdır. Tebliğ bu indirgemeye uğradığında temsilin tahrifat ortaya çıkarması kaçınılmazdır. Bu bağlamda yazının başından buraya kadarki düşüncelerimizin tüm bağlamsal yapısı doğrultusunda “İslam’da tebliğ bitmiştir.” İslam’ın ve onun aziz peygamberinin onur, haysiyet ve şerefine bağlı kalmak için yapılması gereken tek şey temsili ayağa kaldırmaktır.
0 Yorumlar