Gilles Deleuze
8-9 Mayıs 1982, Libération
FİLİSTİN’İN KIZILDERİLİLERİ
Yok Sayılan Halk, Yok Edilen Ülke
Sene 1982… 1948-1967 arasında tarihten ve coğrafyadan silinen Filistinliler, FKÖ’nün 1970’li yıllardaki mücadelesiyle toparlanmış, uluslararası sahnede yeniden yer edinmeye başlamıştı. Olgunlaşan siyasal hareketin meyvelerinden biri de Elias Sanbar’ın yayın yönetmenliğinde Fransa’da yayınlanmaya başlayan Revue d’Études Palestiniennes’di (Filistin Araştırmaları Dergisi). Dergi sadece Arap toplumlar tarafından değil, geniş bir entelektüel çevre tarafından da ilgiyle karşılanmıştı. 42 yıl önceye gidiyoruz, henüz 1982’nin kapkaranlık günleri yaşanmış değil. İsrail’in Filistin mülteci kamplarının bulunduğu Güney Lübnan’ı işgal etmesinin birkaç hafta, dehşet verici Sabra ve Şatilla katliamlarının birkaç ay öncesindeyiz. Gilles Deleuze soruyor, Elias Sanbar cevaplıyor...
Gilles
Deleuze: Filistin tarafında
bir şeyler olgunlaşmış gibi görünüyor. Yeni bir ton gelmiş gibi… İçinde
bulundukları krizin ilk safhasını aşmışlar, yeni bir bilince tanıklık edecek
bir kendinden eminlik ve dinginliğe, bir “hak” zeminine ulaşmışlar gibi. Bu da
ne saldırgan ne de savunmacı bir pozisyonda, bütün taraflarla “eşite eşit”
olarak konuşmalarına imkân verecek bir hal. Filistinlilerin henüz hedeflerine
ulaşamadığını göz önünde bulundurarak bu durumu nasıl açıklıyorsun?
Elias
Sanbar: Derginin ilk sayısı çıktığından beri böyle bir
etkiyi hissediyoruz. “Bak sen, Filistinliler böyle dergiler de çıkarıyormuş”
diyenler oldu, kafalardaki yerleşik imaj sarsıldı. Unutmayalım ki, birçok insan
için bizim sahiplendiğimiz Filistinli mücadeleci imgesi çok soyuttu. Şöyle
açıklayayım. Varlığımızın gerçekliğini ısrarla kabul ettirmeden önce, sadece
“mülteci” olarak algılanıyorduk. Direniş hareketimiz mücadelemizin dikkate
alınması gereken bir mücadele olduğunu ortaya koyduğunda, yine indirgeyici bir
imgeye hapsedildik. Sonsuz sayıda çoğaltılmış ve bağlamından koparılmış, sadece
ve sadece savaşçılardan ibaret bir imge. Ve yaptığımız tek şey savaşmak olarak
görülüyordu. Bundan sıyrılmak için mücadeleci imgesini kelimenin dar anlamıyla
savaşçı imgesine tercih ediyoruz.
Derginin ortaya çıkışının
yarattığı şaşkınlığın, bazı insanların artık Filistinlilerin var olduğunu ve
sadece soyut ilkeleri hatırlatmakla kalmadıklarını anlamaya başlamalarından da
kaynaklandığına inanıyorum. Her ne kadar bu dergi Filistin’den sesleniyorsa da,
yine de birçok farklı kaygının dile getirildiği, sadece Filistinlilerin değil,
Arapların, Avrupalıların, Yahudilerin ve diğerlerinin de söz sahibi olduğu bir
alan.
Her şeyden önce, artık şu
anlaşılmalı: Eğer ortada böyle bir ürün, böyle bir ufuk çeşitliliği varsa, bu
herhalde ressamlar, heykeltıraşlar, işçiler, köylüler, romancılar, bankacılar,
oyuncular, esnaflar, öğretmenler, kısacası, varlığı bu dergiye yansıyan gerçek
bir toplum olmasa olmazdı.
Filistin sadece bir halk
değil, aynı zamanda bir topraktır. Bu halk ile yağmalanmış toprakları
arasındaki bağdır, bir yokluğun ve muazzam bir geri dönüş arzusunun harekete
geçtiği yerdir. Ve burası, halkımızın 1948’den bu yana yaşadığı tüm sürgünlerin
oluşturduğu eşsiz bir yerdir. Filistin gözünüzün önünde olduğunda, onu inceler,
mercek altına alır, her hareketini takip eder, onu etkileyen her değişikliği
not eder, tüm eski imgelerin eksiklerini tamamlarsınız, kısacası, onu asla
gözden kaybetmezsiniz.
Filistin sadece bir halk değil, aynı zamanda bir topraktır. Bu
halk ile yağmalanmış toprakları arasındaki bağdır, bir yokluğun ve muazzam bir
geri dönüş arzusunun harekete geçtiği yerdir. Halkımızın 1948’den bu yana
yaşadığı tüm sürgünlerin oluşturduğu eşsiz bir yer.
Revue
d’Études Palestiniennes’deki (Filistin Araştırmaları Dergisi)
makalelerin birçoğu, Filistinlilerin topraklarından sürülme süreçlerini yeni
bir bakışla hatırlatıyor ve analiz ediyor. Bu çok önemli, çünkü Filistinlilerin
yaşadığı sömürgeleştirilme değil, topraklarından tehcir edilme, yerinden
yurdundan sürülme. Üzerinde çalıştığın kitapta Kızılderililer ile
karşılaştırmayı özellikle vurguluyorsun [Palestine 1948, l’expulsion, (Filistin
1948, Tehcir (1983)]. Kapitalizmin birbirinden hayli farklı iki eğilimi var.
Bazen bir halkı kendi topraklarında tutmak ve artıdeğer birikimi sağlamak için
onları çalıştırmak, emeklerini sömürmek söz konusu; buna genel olarak
sömürgeleştirmek diyoruz. Bazen de tam tersine, başka bir yerden işgücü
getirmeyi gerektirse bile, ileri doğru bir sıçrama yapmak için bir coğrafyayı
halkından boşaltmak söz konusu. Siyonizm ve İsrail’in tarihi tıpkı ABD’ninki
gibi seyrediyor: Bir toprağı nasıl bomboş hale getiririz, bir halkı nasıl
kovarız?
Yaser
Arafat bir söyleşide [Revue d’Études Palestiniennes, Sayı 2,
Kış 1982] bu karşılaştırmanın sınırlarını çiziyor ve bu sınır Revue
d’Études Palestiniennes’in de ufkunu oluşturuyor: Burada bir Arap dünyası var,
oysa Kızılderililerin kovuldukları topraklar dışında mevzileri ve
yaslanabilecekleri güçler yoktu.
Biz benzersiz sürgünleriz,
çünkü yabancı topraklara değil, “evimizin” bir uzantısına sürüldük. Sadece
kimsenin bizi içine alıp eritmek istemediği değil, bu fikrin garip karşılandığı
Arap topraklarına tehcir edildik. Bu mevzuda, bizi içlerine alıp “entegre”
etmedikleri için diğer Arapları suçlayan kimi İsraillilerin beyanatlarındaki
muazzam ikiyüzlülüğü hatırlatmak istiyorum; İsraillilerin dilinde bu “yok
etmek”le eşanlamlı… Bizi yerimizden yurdumuzdan kovanlar bir anda Arapların
bize yönelik ırkçılığından endişe eder oluverdiler. Bu dediğim, kimi Arap
ülkelerinde çeşitli ihtilaflarla karşı karşıya kalmadığımız anlamına mı
geliyor? Elbette hayır, ancak bu ihtilaflar bizim Arap olmamızdan
kaynaklanmıyor, bazen de kaçınılmazdı, çünkü biz silahlı bir devrimdik ve hâlâ
öyleyiz. Biz aynı zamanda Filistin’deki Yahudi yerleşimcilerin
Kızılderilileriyiz. Onların gözünde bizim tek ve yegâne rolümüz yok olmak.
İsrail’in kuruluş hikâyesinin bu bakımdan ABD’yi doğuran sürecin bir tür
tekerrürü olduğuna şüphe yok.
Bu iki devletin, ABD’yle
İsrail’in, karşılıklı dayanışmasını anlamak için belki de en önemli unsurlardan
biri budur. 1923-1948 Britanya mandası döneminde de alışılagelmiş “klasik”
sömürgeleştiren ile sömürgeleştirilenin bir arada yaşadığı durumla karşı
karşıya olmadığımız gerçeği gibi unsurlar da var. Fransızlar, İngilizler ve
diğer sömürgeciler kendilerine, içinde yerlilerin de bulunduğu bölgeler kurmayı
amaçlıyorlardı, bu bölgelerin var olabilmesi için yerlilerin varlığı şarttı.
Tahakkümün gerçekleşmesi için tahakküm edilenlerin orada olması gerekiyordu.
İster istemez bu, müşterek alanlar, yani sömürgeleştirenler ile
sömürgeleştirilenler arasında “karşılaşmanın” gerçekleştiği kimi ağlar, çeşitli
sosyal hayat seviyeleri yaratıyordu. Bu durumun tahammül edilemez, ezici,
sömürücü, hükmedici olması “yerel” insanlara hükmetmek için “yabancının” o
“yerel” insanlar ile “temas halinde” olması gerektiği gerçeğini
değiştirmiyordu.
Elias Sanbar Fransızca
yayınlanan üç aylık Filistin Araştırmaları Dergisi’nin kurucularındandı. Revue
d’Études Palestiniennes (Filistin Araştırmaları dergisi) 1981 güz sayısından
2008 yaz sayısına, 27 yıl yayın hayatını sürdürdü.
Ardından, tam tersine yokluğumuzun gerekliliğini önkoşul gören ve bunun ötesinde, kendi mensuplarının özgüllüğünün (Yahudi cemaatine ait olma) reddedilmemizin, yerinden edilmemizin, Ilan Halevi’nin çok iyi tanımladığı gibi “nakil” ve ikame edilmemizin köşe taşını oluşturduğu Siyonizm geliyor. Ve böylece bizim için, “yabancı sömürgeciler” olarak adlandırdığım, ama “meçhul sömürgeciler” olarak adlandırmanın daha doğru olduğunu düşündüğüm “yerleşimciler” peydah oldu. Bu bilinmeyen sömürgecilerin yaklaşımı kendilerine has vasıfları Öteki’nin toptan reddinin temel gerekçesi haline getirmekti.
Siyonist hareket Filistin’deki Yahudi cemaatini Filistinlilerin bir gün çekip gideceği fikri üzerine değil, ülkenin “boş” olduğu fikri üzerine seferber etti. Bu topluluğun büyük bir kısmı, her gün fiziksel olarak temas halinde oldukları insanlar sanki orada değilmiş gibi hareket ediyor.
Ayrıca, 1948’de ülkemizin sadece işgal edilmediğini, bir bakıma “yok olduğu” düşünüyorum. O tarihte “İsrailliler” haline gelen Yahudi yerleşimciler bunu mutlaka böyle yaşamış olmalı.
Siyonist hareket
Filistin’deki Yahudi cemaatini Filistinlilerin bir gün çekip gideceği fikri
üzerine değil, ülkenin “boş” olduğu fikri üzerine seferber etti. Elbette oraya vardıklarında
bunun hiç de öyle olmadığını fark eden ve bu konuda yazıp çizenler de oldu!
Ancak, bu topluluğun büyük bir kısmı, her gün fiziksel olarak temas halinde
oldukları insanlar sanki orada değilmiş gibi hareket ediyordu. Ve bu körlük
fiziksel değildi, kimse o kadar şapşal değildir, ama herkes o gün orada olan
insanların “yok olma sürecinde” olduğunu biliyordu ve herkes bu yok oluşun
başarılı olması için en başından beri sanki zaten gerçekleşmiş gibi, yani
ötekinin varlığını asla “görmeyerek” hareket etmeleri gerektiğinin farkındaydı.
Başarılı olabilmeleri için, “ötekini” yerleşimcilerin kafalarından çıkararak
sahadaki boşluğun yaratılması gerekiyordu.
Bu amaca ulaşmak uğruna,
Siyonist hareket Yahudiliği ötekinin sürülmesi ve reddedilmesinin temeli haline
getiren ırkçı görüşleri sonuna kadar kullandı. Avrupa’daki diğer ırkçıların
başını çektiği zulümler de bu hareketin amaçladığı şeye onay bulmasına önemli
ölçüde yardımcı oldu.
Dahası, Siyonizmin
Yahudileri hapsettiğini, onları az önce tarif ettiğim bakışa tutsak ettiğini
düşünüyoruz. Onları tutsak “ettiğini” diyorum, herhangi bir zamanda tutsak
“etmiş olduğunu” değil. Böyle söylüyorum, çünkü holokost sona
erdikten sonra, amaç ve yaklaşım evrildi, Yahudilerin her zaman ve her yerde
içinde yaşadıkları toplumların “ötekisi” olduğunu ileri süren sözüm ona bir
“ebedi ilke”ye dönüştü.
Ancak, hiçbir halk, hiçbir
topluluk, reddedilen ve lanetlenen “öteki” konumuna her daim sahip çıkamaz –ve
ne mutlu onlara.
Bugün Ortadoğu’da “öteki”
Araptır, Filistinlidir. İkiyüzlülüğün ve sinizmin şahikası ise, ortadan
kaybolması sürekli gündemde olan bu “öteki”den Batılı güçlerin birtakım
güvenceler talep edip durması. Halbuki İsrailli militarist yetkililerin
çılgınlıklarına karşı güvenceye ihtiyacı olan biziz.
Buna rağmen, tek temsilcimiz
olan FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) çatışmaya çözüm olarak Filistin’de
demokratik bir devlet, kökeni ne olursa olsun tüm yurttaşları arasında bugün
varolan duvarların yıkılacağı bir devlet önerdi.
Siyonistlerin “Filistin halkının hiçbir şeye hakkı yoktur”
dediklerini asla duyamazsınız, hiçbir güç böyle bir pozisyonu destekleyemez,
onlar da bunu çok iyi biliyor. Buna karşılık, “Filistin halkı diye bir şey
yoktur” dediklerini mutlaka duyacaksınız.
Revue d’Études
Palestiniennes’in birinci sayısının ilk iki sayfası manifestonuza ayrılmış: “Biz
diğerleri gibi bir halkız.” Bu birden çok anlamı olan bir haykırış. Birincisi,
bir hatırlatma ve bir çağrı. Filistinliler İsrail’i tanımaya yanaşmadıkları
gerekçesiyle sürekli kınanıyor. “Görüyorsunuz,” diyor İsrailliler, “bizi yok
etmek istiyorlar”. Ancak, Filistinliler 50 yılı aşkın bir süredir kendileri
tanınmak için mücadele ediyor.
İkincisi, bu bir karşıtlık.
Zira, İsrail’in manifestosu esas olarak “Biz diğerleri gibi bir halk değiliz”
üzerine kurulu, “çünkü bizim aşkınlığımız ve gördüğümüz zulümlerin büyüklüğü
kıyaslanamaz.” Derginin ikinci sayısında iki İsrailli yazarın holokost hakkında,
Siyonistlerin holokost’a bakışları hakkında ve bu olayın İsrail’de
taşıdığı anlam, olaya dahil olmayan Filistinliler ve bir bütün olarak Arap
dünyasıyla bağlantısı hakkında yazdıkları metinler çok önemli. İsrail
devletinin “normların dışında bir halk olarak muamele görmeyi” talep ederek,
Batı’yla hiçbir devletin daha önce yaşamadığı denli ekonomik ve mali bağımlılık
ilişkisine girdiği söyleniyor.
İşte bu yüzden,
Filistinliler tam tersi iddiaya, yani oldukları gibi, tamamen “normal” bir halk
olarak tanınma iddiasına bu kadar sıkı sıkıya sarılıyor.
Mahşeri tarihe karşı, başka
bir tarih anlayışını var. Sadece mümkün olanla, mümkün olanın çoğulluğuyla, her
bir anda mümkünlerin çokluğuyla yapılan bir tarih. Derginin ortaya koymak
istediği de bu değil mi, hatta ve özellikle güncel olaylara ilişkin
analizlerde?
Kesinlikle öyle. Varlığımızı
dünyaya hatırlatma meselesi elbette çok anlam yüklü, ama aynı zamanda son
derece basit. Bu öyle bir hakikat ki, gerçekten kabul edildiği anda, Filistin
halkının yok olacağını öngörenlerin işini çok zorlaştıracak. Çünkü nihayetinde
meselenin özü, her halkın, şöyle ya da böyle, “haklara sahip olma hakkı”
olduğu. Bu aşikâr bir ifade, ancak öylesine güçlü bir ifade ki, her türlü
siyasi mücadelenin başlangıç ve varış noktasını temsil ediyor. Peki,
Siyonistler bu konuda ne diyor? “Filistin halkının hiçbir şeye hakkı yoktur”
dediklerini asla duyamazsınız, hiçbir güç böyle bir pozisyonu destekleyemez,
onlar da bunu çok iyi biliyor. Buna karşılık, “Filistin halkı diye bir şey
yoktur” dediklerini mutlaka duyacaksındır.
İşte bu nedenle, Filistin halkının
varlığını beyan etmemiz ilk bakışta göründüğünden çok daha güçlü bir anlam
taşıyor.
Kaynak: Libération, 8-9 Mayıs 1982, https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/1684-the-indians-of-palestine-an-interview-between-gilles-deleuze-and-elias-sanbar
0 Yorumlar