Ticker

6/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

Esat Arslan Yazdı. SPİNOZA BEDİÜZZAMAN’I HAKKIYLA ANLADI MI? (1)

 SPİNOZA BEDİÜZZAMAN’I HAKKIYLA ANLADI MI? (1)

Esat ARSLAN

8 Eylül 2024

29 Safer 1445

Esat Arslan
 

Bismillahirrahmanirrahim

I.            A

Çağımız tanrıtanımaz, ölüm sonrası yaşama inanmayan ve materyalist bir çağ. Ve ne yazık ki Tanrı’ya ve ölüm sonrası yaşama inanmanın hayata ne kadar kalite kattığından bihaber bir biçimde, bu durumuyla da övünüyor. Pek çok insanda Tanrı’ya karşı bir nefret duygusu var. Sebebini bilmiyorum ama sadece kurumsal dinlerin yozlaşmışlığından doğmuyor bu duygu. Bu insanlar maddeyi yaratan Tanrı’ya inanmanın maddeyi bir atık olarak görme yanlışından kurtarıp, onu bir Tanrı aynası haline getirerek nasıl kutsayabileceğinin ve insanda nasıl bir madde aşkı yaratabileceğinin de hiç farkında değiller.

Çağımızın tanrıtanımaz ruh iklimi geçmiş büyük düşünürlere bakarken, onları sanki bugünkü tanrıtanımazlığın mümessilleriymiş gibi ele alıyor. Geçmişte büyük işler başarmış büyük düşünürlerin yüzde doksanı Tanrı’ya sımsıkı bağlı oldukları ve tüm düşüncelerini Tanrı merkezi etrafında örgütlemiş oldukları halde, çağımız tanrıtanımazları bu düşünürleri yarım yamalak okuyup onları bugünkü tanrıtanımaz düşüncesinin soykütüğüne kaydediyor.

Bu yazının konusu şahsı olmasa da, tek bir örnek vereyim: Immanuel Kant. Ben hayatımda Kant’tan daha fazla Tanrı’ya bağlı bir düşünür görmedim. Kant insanın tüm bilgi biçimlerini ve yaşam deneyimlerini üç kitapta ve eleştiride toplar. İlk kitabında Tanrı’yı doğa bilimleri yoluyla asla kanıtlayamayacağımızı söyler. İkinci kitabında özgür ve ahlaklı bir yaşam sürmenin önkoşulunun bizim her şeyimizi bilen mutlak kudret sahibi Tanrı’ya ve ölüm sonrası yaşama kesin bir imanı gerektirdiğini anlatır. Bedendeki dürtülerin sanattaki ve doğadaki güzelliği nasıl deneyimlediğini ele aldığı üçüncü kitabındaysa ahlaklı yaşamamız koşuluyla bedenimizin yaşayabileceği mistik vecd halinin ve ölüm sonrası yaşamda bizi bekleyen mutluluğu umut etmenin nasıl mümkün olduğunu tartışır. Kant üçüncü kitabında bedendeki dürtüler yoluyla doğada tezahür eden tanrısal sıfatları müşahede etmenin, doğada tezahür eden Tanrı’yla bütünleşmenin ve hiç geçmeyen kutsal ve tanrısal bir sarhoşluk duygusu yaşamanın mümkün olduğunu öğretir. Kısa konuşursak bir bütünlük halinde okunması gereken bu üç kitabın verdiği mesaj Tanrı’ya ve ölüm sonrası yaşama tam bir iman ve hayatı bir sufi gibi vecd içinde yaşamanın mümkün olduğundan ibarettir.

Hayatımda “ben Kantçıyım” diyen çok entelektüel gördüm. Kant’ın ilk kitabını yarım yamalak okuyorlar ve Kant’ın Tanrı’ya dair getirilen kanıtları kararlı bir biçimde çürütmüş olmasından hareketle Kant’ı da bir agnostik sanıyorlar. Halbuki Kant’ın Tanrı’ya dair getirilen akli kanıtları kesin bir biçimde çürütmesinin sebebi eğer Tanrı kanıtlanabilirse iyi insan ile kötü insan arasında Tanrı’ya iman hususunda bir fark kalmayacağı gerçeği. Yani eğer kanıtlanabiliyorsa dünyanın en namussuz adamı bile Tanrı’ya iman etmek zorunda kalır. Kant’ın meselesi bu. Kant’a referansla agnostik olan bu okurlar Kant’ın ikinci kitabında Tanrı’ya ve ölüm sonrası yaşama nasıl sımsıkı inanmış olduğunu ciddiye almıyorlar. Hele ki üçüncü kitabını basit bir sanat felsefesi ve modası geçmiş bir biyoloji felsefesinden ibaret zannediyorlar.

Bu sadece Türk entelektüellerine has bir durum değil. Yakın zamanda Kant’ın yaşamını sekiz yüz sayfada anlatan bir Batılı’nın yazdığı kitabı okudum. O kitapta da yazar, sırf kendisi bir agnostik olduğu için, Kant’ı da bir agnostik olarak tanıtmaya çalışıyordu. Kant’ın kurumsal dinlere karşı olduğu ve namaz oruç gibi ritüellerin Tanrı’yı hoşnut etmede bir işe yaramayacağına inandığı doğru. Ama Kant ahlak kuramı ve estetik yaşam tartışmalarıyla dinde bir reform yapmaya ve doğru bir Tanrı inancını ve hak dini tesis etmeye çalışıyordu, dini yok etmek değil. 

Bu yazının konusu değil ama ben iddia ediyorum ki Tanrı’ya duyulan yoğun tutkuyu kazımaya kalkarsanız modern Batı felsefesinin yüzde altmışı, modern Batı biliminin yüzde yetmişi ve modern Batı sanatının yüzde sekseni tarihten silinir. Türkiye’deki laik entelektüeller pozitivist bir eğitimden geçmiş olarak ve kurumsal ve geleneksel İslam’ın çağdışılığından dolayı bir bütün olarak din düşüncesine ve Tanrı inancına karşı olsalar da, yaslandıkları ve tevarüs etmekten gurur duydukları Batılı hikmet mirası dini tutkularla yoğrulmuş bir miras.

 


II.          A

Benim bu yazıda tartışmak istediğim düşünür Benedikt Spinoza. Romantik Almanların deyimiyle Spinoza Tanrı sarhoşu bir mistikti. Fakat ne yazık ki sadece Türkiye’de değil, modern Batı dünyasında da Spinoza ateizmin ve materyalizmin bir havarisi ve gördüğümüz haliyle doğayı ve tabiat tanrısallaştırmış bir figür olarak okunuyor. Oysa benim iddiam odur ki kusursuz ve sonsuz sıfatlara mükemmel bir biçimde sahip bir Mutlak Benlik olarak Tanrı’ya imanı yok sayarsanız, Spinoza’nın anlattıklarından hiç ama hiçbir şey anlayamazsınız.

Türkiye’de Spinoza’yı ateist ve materyalist bir biçimde okuyan ana figür bana hocalık da yapmış çok sevdiğim Ulus Baker. Ulus Hoca Spinoza’nın ana kitabı olan Ethica’sında sayısız defa geçen Tanrı kelimesini “Spinoza ateistti, tanrıtanımazdı. Doğa bilimlerinin keşfettiği haliyle evrenin bütününü tanrısallaştıran bir figürdü. Fakat onun zamanında Tanrı diye bir kelime kullanımdaydı. Bu sebeple Spinoza da felsefesinde ‘doğanın bütünü’ kelimesi yerine bolca Tanrı kelimesini kullandı” diyor.

Bu durum Türkiye’ye ve Ulus Hoca’ya has değil. Geçenlerde Vakıfbank Yayınlarından çıkan ve Spinoza’nın Aydınlanma Fransa’sında nasıl okunduğunu tartışan Radikal Aydınlanma adlı bir kitabı okudum. Yazarı Jonathan Israel. O da aynı şeyi söylüyor. Fransızlar Spinoza’yı tam bir ateist ve materyalist olarak okumuşlar. Yakınlarda çok sevdiğim ve düşüncelerini tevarüs ettiğim Antonio Negri’nin Spinoza’yı tartıştığı Yaban Kuraldışılık kitabı da Spinoza’yı tanrıtanımaz bir materyalist olarak ele alıyor.

Oysa dediğim gibi benim iddiam odur ki, sonsuz sayıda mükemmel sıfata sahip Mutlak Benlik olarak Tanrı’yı kabul etmezseniz Spinoza’dan hiçbir şey anlamazsınız. Peki eğer iddiam doğruysa ve ateist materyalistler Spinoza’yı doğru dürüst anlamıyorsa Spinoza’nın nesinden büyüleniyorlar? Anladığım kadarıyla söyleyeyim: (1) Ethica kitabının alabildiğine zor ve muhteşem estetik bir argümantasyonu var. Okumanın zorluğundan sonra bu argümantasyonu keşfetmek başarısı okuyana muazzam bir sevinç duygusu veriyor ve okuru kitaba aşık ediyor. Wittgenstein’ın Tractatus kitabı da böyledir. Ethica’nın aksine Tractatus’un sunduğu dünya görüşü çok anlamsız ve boş bir dünya görüşüdür: hiçbir büyüsü ve estetiği olmayan bir olgular toplamı olarak dünya ki içinde nedensellik bile yok. Fakat Tractatus’taki argümantasyon o kadar zorlu ve estetiktir ki kitabın bütünlüğünü keşfetmek sizi kitaba aşık eder. (2) Ethica okumak insanı ciddi bir ahlak bir terbiyesinden geçirir ve kişiyi edilginliğinden, pasifliğinden, kederinden ve hınç duygusundan arındırıp, onu sevgi dolu, etkin ve mutlu bir yaşantıya taşır. Kitabın duygular kuramını okurken kendi kendinizi, kendi duygularınızı ve otobiyografinizi tahlil etmeye ve duygularınızı dönüştürmeye başlarsanız bu keyfi yoğun bir biçimde tadarsınız. Ve bambaşka bir insana dönüşürsünüz. Bu yüzden Ethica okuyarak kendi dünyalarında ahlak reformu gerçekleştirenler Ethica’ya ve Spinoza’ya aşık olur. Ve Spinoza’yı mürşit beller. (3) Spinoza doğanın bir Tanrı tezahürü olduğuna inandığı için okuyanda, hele ki bu kişi doğa bilimlerinden haberdarsa, muazzam bir doğa ve tabiat sevgisi yaratır. Spinoza okurunu doğa bilimlerine aşık eder. Zira her materyalist Spinoza okuru tam olarak anlamasa da, Spinoza’ya göre farklı doğa bilimlerinin farklı yönlerden ele aldığı doğanın bütünü de bir bireydir. Yani Spinoza için bizim nasıl bilinçlerimiz varsa doğanın bütünü de kozmik bir bilince sahiptir. (İyi bir Spinoza okuru olan ve sıradışı bir materyalist olan Deleuze bu kozmik bilince Tanrı olarak olarak bağlanır.)

Benim iddiam odur ki, ateist ve materyalistleri Spinoza’ya bu kadar bağlayan şey, Ethica kitabının okuyanlarda yarattığı bu üç muazzam etkidir. Fakat yine dediğim gibi, sonsuz sayıda güzel sıfata mükemmelen sahip bir Mutlak Benlik olarak Tanrı’ya inanmıyorsanız Spinoza’nın Ethica’sından, yani Spinoza’nın dünya ve evren görüşünden hiçbir şey anlamazsanız. Bu iddiama bir karine olarak materyalist ve ateist Spinoza okurlarının karşı karşıya kaldığı iki açmazı belirtmek istiyorum: (1) Spinoza üzerinde dura dura tartıştığı için ve ayrıntılı olarak ele almış olduğu için Tanrı’nın Düşünce ve Mekan/Uzam sıfatlarını biliyoruz. Fakat Spinoza ısrarla “Tanrı’nın sonsuz sayıda mükemmel sıfatı vardır” diyor. Peki bu sıfatlar neler? Burada materyalist Spinoza yorumcuları ciddi bir sıkıntı yaşıyor. (2) Spinoza’da ikinci tür bilgi dediği yani doğa bilimlerindeki nedensellik yoluyla doğayı bilme yolundan ayırdığı başka bir bilme biçimi var: Üçüncü tür bilgi. Ki üçüncü tür bilgi Spinoza’nın tüm anlattıklarının kilit noktasıdır. Üçüncü tür bilgi sezgiseldir, hiçbir kanıtlamaya, neden-sonuç ilişkisi keşfetmeye dayanmaz ve Spinoza’ya göre bu tür bilgiyle Tanrı’nın sıfatlarını doğada aracısız olarak müşahede ederiz. Spinoza’yı materyalist bir biçimde okuyanlar “üçüncü tür bilgi nedir” konusunu anlamaya çalışırken de tıkanıyorlar.

Bu iki açmaz ancak ve ancak Bir Mutlak Benlik olarak Tanrı ve onun insani sıfatlar ve akli duygular yoluyla tanıdığımız ‘yarı antropomorfik,’ yani yarı yarıya insana benzeyen sıfatlarını kabul etmek yoluyla anlaşılırlık kazanırlar. Bu hususu daha sonra uzun uzun şerh edeceğim. Fakat bir sonuç cümlesi olması gereken cümleyi şimdi söylemem gerekirse Spinoza’nın Tanrı’yı, evreni ve kendi yaşamını nasıl deneyimlediğini anlamak istiyorsanız, yani “Tanrı’nın sıfatları neler ve üçüncü tür bilgi ne menem bir şey?” bu sorulara adam gibi ve doyurucu yanıt vermek istiyorsanız muhakkak ama muhakkak Bediüzzaman’ın doğa bilimlerindeki nedensellik mantığına dayanan ikinci tür bilgiyle sezgi yoluyla elde edilen üçüncü tür bilginin sentezi yoluyla Tanrı’nın sıfatlarını müşahedeye adanmış bazı temel kozmoloji risalelerini okumak zorundasınızdır. Biraz provokatif konuşmak gerekirse, Türkiye’deki belki de dünyadaki tek gerçek Spinozacı Bediüzzaman’dır. Hatta okuduğum kadarıyla birer Spinoza takipçisi olan Schelling, Hegel, Deleuze ve Negri bile değil, Bediüzzaman. Makalemin ilerleyen bölümlerinde bu iddiayı vuzuha kavuşturacağım.

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement