Ticker

6/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

Beş Varlık İkliminde Doğu-Batı Karşısında İran'ın Stratejik Sabrı

Okunma Sayısı içeride...
Okunma sayısı:
Beş Varlık İkliminde Doğu-Batı Karşısında İran'ın Stratejik Sabrı

Gürgün Karaman


Bir kez gülümsesek Ali’ye, 

Öldürüyor bizi Muaviye!

               Nizar Kabbani

 

Tarih iman ve inkâr alanı değil ibret alanıdır. Müslüman toplumlar, tarihi baskın oranda, bir kalem tarihi olarak değil bir kılıç tarihi olarak okudukları ve tarih tasavvurları bununla beslendiği müddetçe kısa ve orta vadede içine düştükleri durumlardan çıkabilme ihtimalleri hayli düşük olacaktır. Diğer taraftan mezheplerin nihai olarak İslami birer yorum olduklarını kabul etmeleri ve herkesi aynılaştırmanın despotizmine tabi tutan yaklaşımları terk etmeleri gerekmektedir. Tarih, atalarımızın arızalarını toplayıp bu arızalarla birbirimizi dövmenin kaynağı değildir.  Bize düşen görev, atalarımızın belki de har vurup harman savurdukları bahçelerindeki güllerin dikenlerini, gülü kanatmadan budamak ve o gülleri koklamaktır.  Ölülerimizin mezarları üzerinde patinaj yaparak,  onların kemikleriyle birbirimizin kafasını kırmak asgari düzeyde insani bir erdeme sahip olmayacağımız anlamına gelir. Dolayısıyla vahdet içindeki bir kesretin rahmet olduğunu idrak ederek tarihi de buna göre yorumlamak gerekir. Değilse, tarih bile elimizde  yorgun düşerek anlamını kaybedecektir. Şöyle dönüp geçmişimize baktığımızda ayaklarımızı üzerine basabileceğimiz hiçbir referansın kalmadığını gördüğümüzde vakit çok geç olacaktır. Bu noktadan sonra hayıflanmanın da pişman olmanın da bir faydası olmayacaktır. Ne yazık ki Türkiye’deki entelektüel, akademik, dini camia ve cemaatler ağır düzeyde her türlü olay ve olguyu endoktrine ederek kendi amaçları için proteze çevirmektedir. Endoktrinasyon  herhangi bir şeyi kendi ideolojik,  mezhebi, etnik, felsefi, ekonomik, politik vb. bağlamlarda indirgemeye tabi tutarak onu tahrif etmek ve araçsallaştırmaktır. Bu tarz yaklaşımlar bu coğrafyanın toplumlarının en büyük handikapı olarak karşımızda durmaktadır. Daha vahimi ise kriz olan bu handikapın kendisinin bir sistem olarak tesis edilmesidir. Daha da vahim olanı, sistemik bir krizin sistem olarak tesis edilmiş halinin her türlü endoktrinasyon ile beslenmesidir. Bu makalenin temel amacı da bu endoktrinasyonların deşifre edilmesine matuftur ve bu bağlam, felsefi ve irfani bir bakış açısıyla ele alınacaktır. Uluslararası ilişkilerin, reel politik analizlerin, ekonomik çıkar ilişkilerinin malumatfuruşluğu bu makalemizin kapsamı dışındadır. Bu makale boyunca kadim bir havzanın ezeli hikmete ve ezeli akla dayanan birikimini "Beş Varlık İklimi" üzerinde ele alacağız.  Böyle bir havzanın Batı emperyalizmi tarafından kırk beş yıllık maddi ambargosuna karşı ve Sünni dünyanın da sırf Şii kimliğinden dolayı beş yüz yıllık manevi ambargosuna karşı nasıl bir stratejik sabır gösterdiğinin kodlarını ve bu iki büyük kuşatmaya rağmen hangi dinamikler üzerinden hareketle direnek ayakta kalabildiğini yine bu havzanın büyük filozofu Daryush Shayegan'ın (1935-2018)  "Beş Varlık İklimi" adlı eserinden hareketle yazmaya çalışacağız. 


1.

Kadim milletler ve medeniyetlerin kökleri tarihin derinliklerine uzanır. Burada kadim olmanın neye tekabül ettiğine dair çok şeyi söylemek mümkün. Biz burada sadece iki temel anlamına vurgu yapacağız. Öncelikle kadim olan halklar ve medeniyetler her şeyden önce bilgedirler. Bu bilgelik, ezeli hikmetten beslenir ve insanlığın ortak mirasını daima dikkate alarak ona göre pozisyonunu ve politikliğini belirler. İkinci temel özellik ise bilgeliğin verdiği derin bir sabra sahip olmasıdır. Bu bağlamda bilgiyi sabırla mayalayarak sindiren stratejik bir sabır çıkar karşımıza. Bu sabır,  sokak serseriliğini, kibirli mahalle kabadayılarını, güç zehirlenmesine uğrayan yeni yetme ve dahi ağzı süt kokan şımarıklıkları dikkate almakla beraber onlara belli bir zamana kadar tahammül ederek sabreder. Bu sabır bir suskunluk değildir; aksine mahallenin kibirli  kabadayısına ölümcül darbeyi vurmak için mevziyi korumak ve cepheyi, bu hamle için beslemektir. Ama kadim olanın ne olduğunu bilmeyen cehl-i mürekkep mahalle kabadayısı ve işbirlikçileri bunu alaya alarak dalga geçerler. Fakat kadimin bağrındaki bilgelik, tahammül ve sabır, ağır bedeller ödese de muzaffer olacaktır. Bu, aynı zamanda nebevi bir yöntemdir.  Burada sadece Hz. Nuh'un uzun davet yöntemini örnek olarak hatırlamak yeterlidir. İmam Ali de sabrın ne kadar önemli olduğuna dair bizlere hem yaşamıyla hem sözleriyle büyük bir miras bırakmıştır.  İleride yeri geldiğinde bunlara örnekler vereceğiz.

İşgalci İsrail'in, İran'a saldırmasıyla birlikte özellikle deli gömleği giymiş Türkiye -sözüm ona- entelektüeli, aydını, akademisyeni, kimi cemaatlerin kanaat/dini önderleri İran'ın politik tutumunu belirleyen "Stratejik Sabır" doktrinini "danışıklı dövüş" teorisiyle(!) alaya alarak bu çatışma ortamında mağdur olan İran'a itibar suikasti yapmaya başladılar. Oysaki 1639 yılında Osmanlılar ve Safeviler arasında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşması bu coğrafyanın, belki de insanlık tarihinin değişmeyen en nadir sınır anlaşmalarından biri olup bu anlaşmaya bağlı olarak ülkemiz ve İran arasında bir komşuluk tesis edilmiştir. Bu tarihi hakikati dahi görmek ve konuşmak yerine komşusu saldırıya uğrarken sessiz kalmak dahi ahlaki bir sorun iken, saldırgana hizmet edecek söylem ve eylemlerin  ayyuka çıktığı bir realitede asgari düzeyde komşuluk hukukunu çiğneyen cehaletin, art niyetin, mezhebi ve etnik yaklaşımların bertaraf edilmesi ehli vicdanın boynunun borcu olmak zorundadır. Değilse komşusu dövülürken alkış tutan ahlaksızdır! Diğer taraftan ülkemizde binlerce Şii kardeşimiz yaşamakta ve bu tür yaklaşımlar toplumsal birliğimize, kardeşlik hukukumuza da zarar vermektedir. (Bu konuyla ilgili önceki makalelerimize bakabilirsiniz.) 

Hakikate talip olan bir bireyin, toplum üzerinde etkisi olan bir entelektüelin ve entelektüel alana giren akademisyenin, bir cemaat veya sivil toplum kurumunun kanaat önderinin, bir alimin, şeyhin görevi toplumları ortak insanlık vicdanına davet etmek ve ortak bir insanlık barışına katkıda bulunmaktır. Eğer tersini yapıyorlarsa bunlar sadece birer propaganda makinesidirler.  

Körfez Savaşı’ndan sonra batı entelektüel dünyası ve politik mühendisleri "Tarihin Sonunu" (Samuel Huntington ve F. Fukuyama) ilan ederek artık ideolojilerin, davaların, adanmışlığın,  geleneksel tüm yapıların tarihin çöplüğüne gittiğini ilan etti. İnsanlık tarihinin tüm bu birikimi artık modern/post modern dünyada bir anlam ifade etmedikleri için anlam yitimlerine uğramış ve buharlaşmaştı. Gelinen nihai noktada zafer, neo liberal kapitalist ekonomi ve batının büyük değeri olan liberal ve lineer demokrasiydi.  Tarih artık düz bir çizgi olarak ilerleyecek ve bunu da liberal demokrasi sağlayacaktı. Bundan öteye geçebilecek herhangi bir anlatı, ideoloji, ülkü, dava ve gelenek kalmamıştı. Aslında bu yaklaşım, tarihin kibirli okunuşuyla gerçekleşen, batı dışı dünyanın baskı altına alınarak kendine entegre ve itaat ettirme stratejisiydi.  Yine bu durum Batılı bir vicdan olan Jean Baudrillard'ın ifadesiyle Batı'nın "Güneşi dahi batıdan doğurma despotizmi"dir. Yine bu vicdan Batı'ya şu soruyu sorar "Güneşi doğudan doğurttuğunuzda nerede batıracaksınız? Her tarafı Batılılaştırdığınızda nereyi doğu yapacaksınız? ve dahi "Her taraf Batılılaştırdığında güneş nerden doğacak?"

Hakikatte tarih döngüseldir ve büyük anlatıların ayakta kalabildiği bir sahnedir.  Buna uygun olarak Batı, kendi dışındaki dünyayı kontrol edilebilir çatışma stratejisine tabi tutarak politik, ekonomik ve askeri operasyonlarını uygulamaya koydu. Kendi kontrolündeki anlatılara yani tarihselliği, sürdürülebilir bir konsept içinde ve aynı zamanda tarihe, kendisine hizmet edecek müdahaleler gerçekleştirdi.  Ama batının dışındaki toplumların anlatıları Batı tarafından ne kadar tasfiye edilirse edilsin, ne kadar manipüle edilirse edilsin veya kontrollü savaş stratejileriyle ne kadar yönlendirilirse yönlendirilsin, yok edilmeye çalışılırsa çalışılsın, toplumların tarihin derinliklerine kök salmış kolektif şuuru (bilgelik ve sabır) şöyle ya da böyle harekete geçip kendisini her seferinde tazelemeye, küllerinden yeniden doğmaya ve kendisini diri tutmaya muktedirdir. 

Mevzubahis İran olunca durum bu açıdan daha da radikal bir hal alır. Şii dünyanın felsefi ve irfani birikimi bir tarafa,  bu dünya kendisine insanlık tarihinin en kadim medeniyetinin havzasında yaşama alanı buldu. Tarih boyunca baskılara maruz kalan gerek Ehl-i Beyt'in soyundan gelenler ve gerekse Ehl-i Beyt'in müdavimleri baskılar karşısında İran havzasına hicret ederek buralarda varlıklarını sürdürebildiler. Bu dünya/havza insanlık tarihinin en nadide havzalarından biridir. Pers-Roma çekişmeleri ilahi mesajlara dahi konu olmuştur. 

Şii tefekkür irfani,  felsefi, edebi ve bilimsel açılardan İslam düşünce geleneklerine birinci dereceden damga vurmuştur. Burada sadece maksimum bir örneği vermek dahi yeterlidir: İslam felsefe-bilim geleneğinde üç büyük akım vardır: İlki  Meşşaililik olup, bu felsefi akım Aristotelesçi felsefeyi takip eden ve İbn-i Rüşd'ün başını çektiği akımdır ki bu akım ağırlıklı olarak Magrip (Kuzey Afrika) merkezlidir. İkinci büyük sistem, on ikinci yüzyılda ortaya çıkan İşraki Felsefe ve İrfan'dır ve bu akımın kurucusu olan Şihabeddin Sühreverdi İran'ın Kürdistan bölgesine ait bir filozoftur. Üçüncü sistem ise on altıncı  yüzyılda Safeviler döneminde ortaya çıkan ve kurucusu Molla Sadra olan Hikmet'ül Mütealiye'dir (Aşkın Felsefe). İbn-i Sina ise başlı başına büyük bir ekol olup İran havzasının insanlığa hediye ettiği en büyük düşünürlerden biridir. Batı dünyası dahi onun büyüklüğünü takdir etmiş ve ona Avicenna (tıbbın prensi) unvanını vermiştir. İbni Sina'ın tıp eserleri 600 yıl boyunca Batı'da ders kitapları olarak okutulmuştur.  Nasiruddin Tusi İslam bilim geleneğinin medar-ı intiharıdır.  Meraga Matematik Astronomi Okulu Hace Tusi tarafından kurulmuş ve burada çağının en üst düzey bilimsel çalışmaları yapılmıştır. Selçukluların politik aklı olan Nizamü'lmülk, Sünni yorumun zirvesi kabul edilen Gazali İran topraklarının hediyesidir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün,  lakin sınırlı bir makale alanında bununla yetiniyorum. Bu medeniyet birikiminin en büyük özelliği ise derin ve sarsılmaz bir tarihsel şuurun daima diri ve direnişçi olmasıdır. Nedir bu dirilik ve direniş? 

Her şeyden önce pratikte sınanmamış bir teori, inanç, iddia ve ideolojinin yaşama şansı belli bir süreye kadardır. En güçlü teoriler, pratiği önceleyen ve pratik imtihanlardan geçen teorilerdir ve bu teoriler toplumlara, insanlığa umut olurlar. Tam da burada Şii tefekkür (diri oluş) ve direniş, iki temel üzerinden kendini var eder: Birincisi, İslam öncesi birikim; ikincisi ise İslami birikim. Biz burada İslami birikimi İranlı büyük düşünür Daryush Shayegan'ın Beş Varlık İklimi adlı eserinden hareketle anlamaya ve yorumlamaya çalışacağız. Buna geçmeden önce Şii tefekkür üzerine birkaç temel tarihsel olguyu ifade etmek gerekiyor. Bunu yaparken amacımız tarihi verileri aktarmak değil,  bu tarihi yaşanmışlıkların anlatısı olan tarihi verilerin bağrındaki mesajı yakalamak ve ibret almaktır.  Çünkü ibret alabildiğimiz oranda hakikatin safına ibreyi çevirebiliriz.  Değilse bizde geriye kalacak olan şey sadece etnik,  mezhebi, ideolojik bir epistemik zehirlenme olacaktır.

Şii tefekkür "Ben ilim şehriyim,  Ali de onun kapısıdır." diye buyuran Hz. Peygamber'i bu bağlamda en safi anlayan bir tefekkürdür. Eğer Hz. Resul ilim şehri ise ve Ali (k.v.) de onun kapısı ise bu şehre Ali’nin kapısını çalmadan girmenin ne anlam ifade edeceği de her Müslüman'ın üzerinde düşünmesi gereken bir sorgulamayı gerektirir.  Aynı şekilde Hz. Peygamber Gadir-i Hum denilen yerde kalabalık bir topluluğa hitap ederek Hz. Ali'nin elini tutmuş ve "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Bana biat eden Ali’ye biat etmiştir." buyurmuştur. Hz. Ali "Kur'an'ın tüm ilmi "ba"  harfinin hakikatidir ve ben de "ba"nın altındaki noktayım." buyurarak ilmin kaynağına atıfta bulunmuştur. İslam irfan geleneğinin ve metafizik düşüncenin zirvesi olan Şeyhü’l Ekber İbnü'l Arabi, Fütuhat-ı Mekkiye’nin son cildinde tam bir Ali manifestosu sunar. Nefes kesen bu manifesto, Nebevi Tavsiyeler başlığıyla Fütuhat’ın son cildinin Türkçe çevirisi 336-344 sayfaları arasında yer alır.  Tavsiyeler “Ey Ali! Sana bir tavsiyede bulunacağım. Onu aklında tut, o tavsiyeye uyarsan sürekli hayır ve iyilikte bulunursun.” şeklinde başlar ve “Ey Ali! Tavsiyemi dinle, sen Hak üzeresin, Hak da seninle beraberdir.” cümlesiyle son bulur. (Şeyh’in bu manifestosunu burada aktaramayacağım, dileyen ilgili esere bakabilir.) 

Cüneyd-i Bağdadi şöyle der: ‘Bir kimse, bin güvenilir insan tarafından zındık diye suçlanmadıkça hakikat derecelerine yükselemez.’ Onların inkâr edilişi, Allah’tan sadece kendilerinin bildiği şeyleri öğrenmiş olmalarından kaynaklanır. Onlar, Ali b. Ebu Talib’in eliyle göğsüne vurup dile getirdiği bilginin sahipleridir: (Hz. Ali elini göğsüne vurarak şöyle buyuruyor) ‘Burada öyle ilimler vardır ki, keşke onları taşıyacak kimseler bulabilseydim.’ Hz. Ali Efrad’dan idi. Böyle bir ifade, onun devrinde başkasından duyulmamıştı.  (İbnü’l Arabi, Fütuhat-ı Mekkiye, Çev. Ekrem Demirli, Litera Yay., İst. 2007, C.2, s. 123.)

İslam tarihi kaynaklarında (Hem Sünni, hem Şii kaynaklar) gerek felsefi, gerek irfani ve gerekse siyasi vb. birçok bağlamda Hz. Ali her zaman için en nadide yerdedir. Teşbihte hata olmaz derler, nasıl ki Kur'an'da resullerden bazılarının diğer bazılarına göre bir üstünlükleri varsa Hz. Ali'nin de diğer sahabe arasındaki konumu budur. Bunu görmezden gelmek bu tarihi  hakikati değiştirmez. Tarih yazımı ve aktarımı, tarihi kurtarmak için yapılmaz. "Ali haklıydı ama Muaviye de haksız değildi." ikircikli tarih tutumunun objektif tarih okumasında, tarih felsefesinde ve tarihsel sosyolojide yeri yoktur. Bu tür yaklaşımların altında hiç şüphesiz mezhebi ve etnik kaygıların olduğu erbabının malumudur. Malumun ilanı üzerine tevil yapılmaz. Biz de bunu te'vil etmeyeceğiz.

Burada dile getirdiğimiz Şii tefekkürün diriliği, direnci ve direnişi işte tam bu noktada Hz. Ali Kerbela'daki Hüseyni Duruş merkezli olarak kendini var eder. Bu merkez, Şii tefekküre büyük bir kaynak olmasının yanında onu daima tetikleyerek diri tutar ve olumsuz tüm kuşatmalara karşı direnç bahşeder.  Bu direnç, bilgeliğini ve sabrını; aynı zamanda Hz. Ali'nin tarihsel olaylar karşısındaki duruşundan da alır. Sadece bir örnekle yetineceğim: Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra Ben-i Sakife'de Ömer, Osman ve Ebubekir’in başını çektiği toplantıdan sonra ilk halife Hz. Ebubekir olur ve bundan sonra sıra bir türlü Hz. Ali'ye gelmez. Burada bu tarihsel durumun analizi başka bir yazının konusudur. Asıl bizi ilgilendiren Hz. Ali'nin ilk üç halife karşısındaki tutumu ve bunun da Şii tefekküre nasıl bir kaynaklık yaptığıdır. O da şudur: Hz. Ali bu halifelere belli süreler içinde  biat  etmemiştir. Biatin olduğu durumda da toplumsal maslahatı (daha yeni filizlenmiş olan ümmetin birliği) gözeterek gerçekten biat etmiştir. Fakat bu sarsılmaz bir biat değildir. Ali,  biatine rağmen otuz yıl boyunca sessiz kalarak aslında askeri değil, sivil bir politik muhalefet yapmıştır. Edebi bir dille ifade edecek olursak Medine'deki otuz yıllık sessiz/sivil itaatsizliğini kuyu kazarak, tarımla uğraşarak gerçekleştirmiştir. İşte bu sivil itaatsizlik belki de Şii tefekkürün "Stratejik Sabır"ının ilk köşe taşlarından birini oluşturmuştur. Buradaki "suskunluk" derin bir politik muhalefettir. İddiamız, İmam Ali’nin tamamen suskun kaldığı anlamına gelmez. En basitinden bu "suskunluğun ve sabrın" kendisi dahi büyük bir pratik politikliktir. Ama pratiğin toplumsallaşması için yeterli koşullar yoktu. Konjonktürel durumun akideyi devre dışı bırakıp kabile ve ganimeti merkeze almasıyla felç olan toplumsal aklın tekrar berraklaşması gerekiyordu. Bunun başarılması için de akidenin, kabile ve ganimetin yakıtı olarak kullanılmasını engelleyecek, bilgelik ve sabra dayanan akidevi berraklık gerekir. Çünkü kabile ve ganimetin merkeze alınmasıyla akidenin ve adaletin ilkeleri de bulanıklaşmıştır. Bunu destekleyen birçok tarihi veri vardır. Bunların içinden en çarpıcı olanı Resul-i Ekrem'in vefatından hemen sonra resulün kabrine gidip feryat eden Hz. Fatıma'dır. Fatıma, babasının kabri başında aynen şu feryadı haykırır "Kalk babacığım kalk! Senin ümmetin senden sonra tekrar cahiliye adetlerine döndü." Nedir bu cahiliye adeti? Elbette ki kabile ve ganimet. Çünkü İbn-i Haldun'un tabiriyle "Arabın rızkı kılıçlarının ucundadır." Bu bağlamda erkek egemen kabileci güç bunu sağlayan tek şeydir. Kılıçların keskinliği ile elde edilen ganimet, kılıçların kınında biriktirilerek kabile ve ganimet yeniden akidenin ve adaletin aleyhine tesis edilmiştir. Ama İmam Ali her seferinde bu baskın durumun farkındadır ve bunun karşısındaki muhalefetinden taviz vermeyecektir. İlk üç halifeden son üçünün şehit edilmesiyle sahabe neslinde büyük bir travma meydana gelir. Kabile ve ganimet uğruna akide ve adalet ikinci plana itilince masumların da kanının akıtılması kaçınılmaz hale gelecektir. Kabilenin onuru uğruna kız çocuklarını dahi diri diri gömen faşist bir kabilecilik ve buna bağlı kibirli onur vurgusu bunun uğruna en masumları dahi mağdur edebilir, katledebilir; sonra da abdestini alıp namaza durabilir! Çünkü akideyi ve adaleti ikincil plana atanlar, kabile ve ganimet uğruna Kur'an'a dahi -haşa- takla attırabilir. Hariciler "Hüküm Allah'ındır. " ayetini mızraklarının ucuna taktıklarında Hz. Ali onların bu çarpıtma iddilarını şöyle deşifre etmişti "Kendisiyle bâtıl kast edilen hak söz!"

Kabileci anlayışın nasıl bir zehirlenme olduğunu  ve en masumları dahi gözünü kırpmadan nasıl harcayacağını çok iyi bilen Hz. Ali'nin bu muhalif stratejisini tarih şu şekilde işleyerek teyit edecektir: Kerbela faciasında Hz. Hüseyin'in başının Yezid'in huzuruna getirildiği belirtilir. Elindeki çubukla Şehid-i Âla'nın mübarek başıyla oynayan Yezid "İşte şimdi dedelerimizin Bedir'deki intikamını aldık." diyecektir. 

Gerek Hz. Ali'nin hilafet hakkının sürekli ertelenmesi gerekse de yaşanan acı olaylar ve bu acı olayların zirvesi olan Kerbela soykırımı Ali taraftarlarına derin bir hüzünle birlikte tarihi bir şuur aşılamış ve büyük bir ders/mektep bırakmıştır. Adaletin ve akidenin safında derin bir idrakle yer almak için derin bir nebevi sabra ve bilgeliğe sahip olmak gerekir.  Çünkü baskın toplumsal yapı, her zaman için adaleti ve akideyi çıkarlarına, mazeretlerine kurban edebilir. Bu bağlamda Faslı düşünür M. Abid Cabiri, Hz. Ali ve egemen toplumsal yapıyı şöyle analiz eder: Ali'nin yenilmesi kaçınılmazdı. Çünkü Ali, akidenin ve adaletin yılmaz bekçisiydi.  Ama baskın ve egemen toplumsal yapı, akidenin ve adaletin değil kabile ve ganimetin safındaydı. Tarihin ibresi akide merkezli harekete geçmişken çok geçmeden kabile ve ganimet, akideyi tasfiye etmek için çoktan ittifak yapmıştı bile. Burada toplum artık kabile ve ganimeti durmadan vakumlamış  ve akide yenik düşmüştür. Her ne kadar ilk üç halife seçimle işbaşına gelmiş olsa dahi Ali'nin şahsındaki akide ve adalet tasfiye edilmiş ve Kur'an'da açıkça ümmetin kolektif aklını merkeze alan "şura,  istişare ve meşveret" yok sayılmıştır. Bu büyük başarı (!) ise Muaviye’nin eliyle gerçekleşmiştir. Hz. Resul, Mekke'nin fethinde şehre girdiğinde Ebu Süfyan "Bu ne büyük saltanat ey Muhammed!" diyerek şaşkınlığını  dile getirince Resul-i Kibriya "Bu saltanat değil nübüvvettir." diyerek Ebu Süfyan'ı uyarmıştı. Şimdi soru şu: Muaviye bu yaptığının nübüvvete  aykırı olduğunu bilmiyor muydu? İkincisi, Muaviye bu yaptığının Kur'an'a aykırı olduğunu bilmiyor muydu? Üçüncüsü,  Muaviye bu yaptığının Hz. Peygamber'in örnekliğine aykırı olduğunu bilmiyor muydu? Elbette ki çok biliyordu. Çünkü o, Arab'ın üç dâhisinden biriydi. Peki, ümmetin başına bela olacak bir sistemi neden vahyin ve risaletin hilafına yaptı? Cevap basit, kabile ve ganimet. Beni Ümeyye ile Beni Haşim arasındaki büyük çekişmeler... Ve Muaviye’nin bilinçaltında neyi taşıdığını da oğlu Yezid ilerde söyleyecektir. Burada Sünni tarih tasavvurunun Muaviye’yi kurtarmaya ve aklamaya çalışmasının birçok boyutu olmakla birlikte burada birkaçını vurgulamakla yetineceğim: 

Hilafetin saltanata çevrilmesi ile kabile ve ganimetin kendini konsolide etme psikolojisi. Çünkü kabilenin varlığı ganimetle hayatta kalırken,  ganimet de kabilenin gücüyle elde edilir. Kabile ve ganimetin bu lanetli diyalektiği üst bir güce ihtiyaç duyar ki o da saltanattır.  

Sünni tarih tasavvuru vahyin emrini çiğneyen, Resul-i Ekrem'in bu en büyük sünnetlerinden biri olan ümmetin halife seçme hakkını elinden alan ve dahi dört halifenin de teamülünü çiğneyerek ümmetin geleceğini Benî Ümeyye'ye ipotek ettiren Muaviye’yi kurtarmaya ve aklamaya çalışırken şu tezi ileri sürer: Muaviye sahabedendir ve minik de olsa vahiy kâtipliği yapmıştır.  Muaviye de dâhil sahabe eleştirisi haramdır. Çünkü sahabenin otoritesi sarsılır. Peki, sahabenin otoritesi sarılınca ne olur? Kur'an'ın ve sünnetin otoritesi sarsılır. Soru basit, bu otorite sarsıldığında Kur'an'ın otoritesi de sarılacaksa bu dinin sahibi olan Allah'ın buradaki rolü nedir? İkincisi ise Sünni tasavvur bunu yaparken tarihi bir ibret alanı olarak ele almaz, böylece sonraki nesillerin de sahabe dönemi acı olaylarından ders çıkarmasını engeller. Yine, peki bunu neden yapar? diye sorduğumuzda cevap yine basittir: Sünni saltanat ideolojisinin adaletsizliklerinin üzerini örtmek. Sormazlar mı? Tarih boyunca saltanatla at başı olan Sünni saltanat konsolidasyonu kaç nadide âlimi, arifi, filozofu, insanı tekfir edip idam sehpalarına gönderdi? İmam-ı Azam Ebu Hanife'den başlayın, Mutezili âlimler, Sühreverdi, Aynu'l Kudat Hemedani, Hallac-ı Mansûr,  Seyyid Nesimi... Tam bir cadı sürek avı... 

Bu tarihi hengâmede hilafet saltanata çevrilmiş ve Cabiri'nin tabiriyle "Sünni Saltanat İdeoloji" inşa edilmiştir. Buna karşı çıkan Ehl-i Beyt ise Kerbela'da soykırıma tabi tutulmuştur. Fakat bu karşı direniş Kerbela'nın davasını, Ehl-i Beyt'in uğramış olduğu bu durumu yüreğinde büyük bir kor ateş olarak tarih boyunca taşımıştır.  Bu bağlamda Şii tefekkürün ve şuurun Ehl-i Beyt hüznü ve aşkı, akidenin ve adaletin ikamesi için her zaman büyük matemlerle devam ettirilmiştir.  Burada nebevi geleneğin ırmağından ve Ehl-i Beyt'in pınarlarından beslenen Şii tefekkürün İşraki perspektifi cihetinden hüznü Ali’den(as.), güzelliği Zeyneb ve Fatıma'dan, direnişi Hüseyin'den tecelli ederek tarihin akışına katılmıştır. Ama Sünni tasavvurun ağır epsitemik tasdiki, işlediği büyük günahlarını, niceliğine güvenerek örtbas etmeyi her seferinde başarmıştır. Çünkü vahyin açık ilkelerine ve sünnetin açık pratigine (şura, istişare,  meşveret- ümmetin kolektif aklı ve seçme hakkı) karşı, karşı bir devrim yapılmış ve bu karşı devrim saltanatı tesis ederek 1400 yıllık bir gasp gerçekleştirmiştir. Burada esas gasp edilen ümmetin kolektif aklı, onun rüşdü ve geleceğidir. Ama Sünni politik tarih tasavvuru, bu gaspı manipüle etmek için Ali’nin hakkı olan hilafeti, imametin İslam dışılığı iddiası ile kapatmaktadır. Çünkü kendi asıl gasbının günahının altında kalmanın ağır suçluluk psikolojisini daima bilinçaltına iterek bundan beri olduğun naif teo politik aklıyla hareket etmektedir.  İddia şudur: Şii imamet mitolojiktir,  hilafet ise Ali’nin hakkı değildir. Bu iddiaya sorulacak soru da şudur Şii imamet teorisi mitolojikse ve Hilafetin Ali’nin hakkı olmasının bir önceliği yoksa bu ümmetin 1400 yıldır saltanata neden mahkûm ettiniz? Bunun da cevabı, tarihin kabile ve ganimet merkezli bir teo-politik kavrayışa dayanmasıdır. Bu bağlamda Sünni tarih tasavvuru ağırlıklı olarak tarihi bir kılıç tarihi olarak okumaktadır. Bu tasavvur, kabile ve ganimeti akideye önceleyerek tarihi bir kalem tarihi olarak okuyamadığı için tarihi kaynakları da savaş naralarıyla doludur. Oysaki vahiy, oku emriyle başlar, kaleme ve yazdıklarına yemin ederek devam eder. Buna karşın Şii tefekkür, önce Resul-i Ekrem'in ilim şehrine girmeyi hedefler; bu hedefi gerçekleştirmek için de ilim şehrinin kapısı olan Ali’yi yüreğinde kor bir ateş, büyük bir aşkla taşır ve kapıyı çalarak o şehre öylece girer. Tam da burada devşirdiği ilmi, stratejik bir sabra dönüştürür.  Bu dönüşümün zirve isimleri toplumsal tarih şuurunu mayalar.  Bu maya Kerbela toprağından alınır.  Hüseyin an be an yaşatılır ve tarihi tekrar akidenin ve adaletin, kabile ve ganimete karşı yaptığı kavgasına şahitlik eder. Bu kavgada Hüseyin'in safında yer alanlar izzetle,  Yezid'in safında yer alanlar zilletle kayda geçer.


2.

Sabrın hakikatine dair İmam Ali Efendimiz bizlere büyük bir miras bırakmıştır. Onun yaşam ve mücadelesinden akan sözlerinden, bu makalemizin bağlamına uygun olanlarından bazılarını burada aktaralım:

Sabır, savunma aracıdır. 

Sabır, en üstün teçhizattır. 

Sabır,  yıkılmayan bir binektir.

Sabret ki zafere erişesin. 

Sabır,  zaferin kefilidir. 

Zafer sabırdadır. 

Sabrı olmayanın zaferi de olmaz. 

Şii tefekkürün stratejik sabrı, kadim olandan yani ezeli hikmetten hareketle Ehl-i Beyt'i merkeze alıp buna göre tarihin akışına katılır. Bu katılımda büyük düşünürler, arifler, filozoflar ve bilim insanları ortaya çıkar.  İşte Şii tefekkürün modern dönemdeki en nadide filozoflarından biri de Daryush Shayegan'dır.

Shayegan 1935'te Tahran'da dünyaya gelmiş ve 22 Mart 2018'de 83 yaşında yine Tahran'da vefat etmiştir. Shayegan'ın her bir eseri bir başyapıt özelliği taşır. Yaralı Bilinç,  Melez Bilinç,  Batı Karşısında Asya, Beş Varlık İklimi,  Din Devrimi adlı eserleri Türkçe'de mevcuttur. Shayegan Farsça, İngilizce ve Fransızca dillerinde birçok eser yazmıştır. Onun -en azından benim için başyapıtı- Yaralı Bilinç adlı eseridir.  Eserin genel tezi, farklı bilgi blokları arasında kalmış geleneksel toplumların kültürel şizofreniye yakalandıkları üzerinedir.

Daryuş Şayegan (1935-2018)

Shayegan'ın Beş Varlık İklimi adlı eseri ise Firdevsi, Mevlana, Ömer Hayyam,  Hafız-ı Şirazi ve Sadi Şirazi üzerinden İran halkının edindiği karakteristik özellikleri ele alır. Ama sondajı daha derine vurduğumuzda İran'ın/Şii tefekkürün siyaseti,  egemenliğin manevi bir yorumudur.  Bu yön Ehl-i Beyt'in pınarından fışkıran İşraki, Ekberi ve Aşkın Hikmet'e dayanır. Nasıl ki Molla Sadra'nın felsefesi aşkın bir felsefe/irfan ise İran Devrimi de aşkın bir devrim ve varlığın,  iktidarın ve iktidar-toplum ilişkisinin manevi bir yorumudur. Bu manevi yorum, Hafız-ı Şirazi'nin deyimiyle bir Akıl Defteri'ne Aşk Ayetlerinin yazılmasıyla gerçekleşir ve D. Shayegan da İran halkının karakteristik özelliklerini Beş Varlık İklimi üzerinden yoruma tabi tutar.

Birinci İklim: Bu iklim, ölümün ötesine geçen destansı bir zamandır. Bu iklimin mimarı Firdevsi'dir. Firdevsi kalemiyle kadim İran tarihini bu iklime çağırarak İran'ın ulusal kimliğini tarihin derinliklerinden söküp getirir. Firdevsi, kadime otuz yıllık öyle bir sondaj yapar ki, bu sondajdan  dünya tarihinin en büyük eserlerinden biri olan Şehnâme meydana gelir. Şehname'nin merkezlerinden biri Ahura Mazda (Hürmüz) ve Ehrimen arasındaki mücadeledir. Hürmüz bilgelik, iyilik, kudret, adalet vb. tanrısıdır. Bunun karşı kutbunda ise  kötülük,  zulüm, zayıflık ve cehalet tanrısı olan Ehrimen yer alır. Hürmüz, bilgeliği sayesinde Ehrimen'nin varlığından haberdar iken, Ehrimen  ise cehaletinden dolayı Hürmüz'ün varlığından bî-haberdir. Ehrimen karanlıktan çıktığı için aydınlığa karşı büyük bir istek duymaktadır. Onu ele geçirmek için büyük bir güç biriktirecektir. Buna karşın Hürmüz üç bin yıl boyunca hareketsiz soyut canlı varlıklar yaratır ve silahlarla donatır.  Ehrimen soyut ışığın varlığı nedeniyle Hürmüz'den haberdar olur ve yaratma hakkını ondan almak için ölümcül bir mahkeme kurar. Ehrimen'in gücünün farkında olan Hürmüz,  Ehrimen'e dokuz bin yıllık bir anlaşma teklif eder. Bu dokuz bin yıllık anlaşma  üçer binlik dilimlere ayrılarak üç bin yılın sonunda Ehrimen ile birlikte yönetecekleri bir uzlaşma sağlanır. Hürmüz bu şekilde Ehrimen'e karşı zaman kazanarak ona nihai darbeyi vuracak ve böylece yaratılış da tüm kötü yönlerinden arınmış olacaktır.

Şehnâme'deki en meşhur karakter Zal Oğlu Rüstem'dir (Rostem-î Zal). Zal, Şehnâme'deki en büyük kahramanlardan biridir ve Rüstem de onun oğludur. Rüstem'in kahramanlığı bu coğrafyanın tamamında dillere destandır. Herkes onu kendi kavminden biri yapmak için adeta birbirleriyle yarışmıştır. Rüstem'in yedi kahramanlığı vardır (Haftkhan). Birinci h,  Rüstem, denk geldiği çok güçlü bir aslanı öldürür. İkincisi,  bir çölde susuzluktan ölmek üzereyken bir koyunu takip ederek suya kavuşur ve kurtulur. Üçüncüsü, mağarada bir ejderhayla karşı karşıya gelir ve ejderhayı öldürür.  Dördüncüsü, bir kendisine hile yaparak onu tuzağa çekmeye çalışan bir iblisi fark eder ve onu öldürür.  Beşincisi, iblisler jn mağarasını bulup onları öldürür.  Altıncısı, Mazenderan şehrinde iblisler tarafından esir alınmış olan Keykavus'u kurtarır. Yedincisi, Mazenderan iblislerinin başı olan beyaz şeytanı öldürür.  

Burada gerek Hürmüz ve Ehrimen ve gerekse Rüstem'in mücadelesi iyilikle kötülüğün mücadelesi olarak karşımıza çıkar. Hürmüz ve Ehrimen diyalektiğinden ortaya çıkan saf iyilik (Hürmüz) ile arızî kötülük (Ehrimen) Rüstem'in yedi kahramanlığı ile mücadelenin niteliğini ortaya koyar.

Yüzüklerin Efendisi filminde büyücü Gandalf kalenin surlarından gökyüzüne doğru bakarak "Kadim bilgelik bu toprakları terk etti." der. Gandalf burada  Batı manevi ve metafizik dünyanın çöküşünü sinema üzerinden dile getirir. Gandalf'ın dile getirdiği çöküş, modern Batı felsefesinde de daima ana temalardan biridir. Birkaç örnek vermek gerekirse Batı metafizik geleneğinin en büyük varlık filozoflarından biri olan Alman filozof Martin Heidegger "Metafizik Nedir?" adlı eserinde Batı'nın Varlık sorusunu unuttuğunu/varlığı unuttuğunu dile getirip batıya tekrar Varlık sorusunu sormaları gerektiği çağrısını dile getirir. Fransız filozof J. Paul Sartre Varlık ve Hiçlik adlı eserinde varlığın izini sürerken büyük bir sitemde bulunur ve "Varlığın hakkı verilmiyor." der. Batı dünyasında "Varlık unutuşa sebep olan nedir?" şeklinde bir sorduğumuzda bunun da kendi dışındaki coğrafyaları ve toplumları sömürgeleştirmek olduğu apaçık ortadır. Diğer taraftan teknik üretim, varlığın var olma hakkını ağır düzeyde gasp ermektedir: Çevre kirliliği,  ekolojik dengenin bozulması, canlı türlerinin azalması, nükleer tehdit vb. Nietzsche gibi bir filozof varlığın bu unutuluşuna ve sömürgeleştirilmesine isyan ederek "Tanrı'nın ölümünü" ilan etti. Batı dünyası varlığın manevi yorumunu, varlıkla barış içinde yaşama erdemini kaybettiği için nihayetinde varlık geri çekilmiş,  unutulmuş, göç etmiş ve Nietzsche de bu ölümü kayda geçirmiştir. İşte tam da burada doğu ile Batı arasındaki Varlık kavrayışı büyük bir ayrışma olarak belirir. Şehname'de Keyhüsrev'in elinde Cam-ı Cem vardır. Cam-ı Cem kadim bilginin kaynağıdır ve varlığın ilk kökenlerine kadar inerek onun hakikatinin idrak edilmesine ve bu idrakte varlığın var olma hakkına da saygıyı inşa eder. Gandalf'ın dilinden dökülen hakikat, Keyhüsrev'in elindeki Cam-ı Cem'de mevcuttur.  'Keyhüsrev, bilge bir padişahtır. Bilge bir padişahın doğasında ilm-i ledünni'nin özü bulunur. İlm-i ledünni ise her şeyi görebilen güneş gibi aydınlanmış gözlerle Hakk'ın sırlarına vakıf olmak ve bu sırların gönül aynasına yansımasıdır (Shayegan).'  Bu sırlar, nasıl bir gelecekle karşı karşıya kalınabileceğine dair bilgi verir. Bu bilgiyle de durum ne olursa olsun -dokuz bin yıl bile olsa- stratejik bir sabırla en uygun zamanı bekler. Cam-ı Cem'de mayalanan bilgelik, derin bir sessizlik, tahammül ve sabır bahşeder. Aceleye gerek yok... Sadece olasılığın gerçekleşme anını bekle ve o anda hamleni yap...

İkinci İklim:  Hayyam'ın dilinden var olan bu iklim, "varlığın çakış anları"dır. Hayyam "bağnazlıklardan hoşlanmaz ve taşlaşmış fikirler ile dini yasaklara karşı mücadele konusunda Hafız'dan eksik kalmaz. Siz Hayyam'ın elinden tuttukça o, daha çok elinizden kayar." Bu bir tür sonsuzluk özlemi ve özgürlük tutkunluğudur. Varlık, cennet ve cehennem arasında daimi bir salınımdadır. Bu salınım, varlığı büyük bir sırra dönüştürür. Şöyle der Hayyam:

Varlığın sırları saklı senden, benden; 

Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin, ne ben.

Bizimki perde arkasında dedikodu

Bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben.

Keyhüsrev'in elindeki Cam-ı Cem ile Hayyam'ın  zihnindeki varlık tasavvuru paradoksal bir hal alsa da aslında ikisi de aynı kavşakta buluşur. Her ne kadar Hayyam hiçliğe daima bir göndermede bulunsa da aslında varlığın çakışı da tam olarak bu hiçlikten tezahür eder.  Aslında Hayyam'ın çıkmazı öbür dünyaya dair somut bir delilin olmayışıdır. Salt soyut ve metafizik bir işaret Hayyam'ı tatmin etmez.  Bu tatminsizliğin çare olmadığını çok iyi bilen Hayyam "Ecel rüzgârı varlığın narin giysilerini alıp götürmeden önce aşkın tadını çıkar."der. Nedir bu aşk? Varlık aşkı... İlahi aşk... Hayyam, belirsizlik içinde çöküyor gibi görünse de o aşkın kanatları ile tekrar yaşama ve tarihe katılır. Hayyam'ın isyanı, yeniden bir ayağa kalkış için her şeyi hiçliğe devirmektir.  Burada Hayyam hiçbir şeyin gözünün yaşına bakmaz:

Ey gafiller! Bu şekillenmiş beden hiçtir hiç! Bu dokuz kat dizilmiş gök de hiçtir hiç! Bu oluş ve bozuluş yurdunda hoş tut kendini. Tek bir nefese bağlıyız,  o da hiçtir hiç!

Hayyam'daki bu hiçleme, varlığın tekrar kendi asli kaynağına dönüşü içindir.  Shayegan'ın tabiriyle Hayyam böylece "Platonik sistemi alt üst eder." Platonik sistemde bir idealar alemi vardır. Yani her varlık formunun bir ilkesi vardır. Bir de bu ideaların dünyadaki temsilleri vardır. Bu temsiller, ideaların gölgesinden başka bir şey değildir.  Hayyam bu iki kategoriyi de hiçler.

Hayyam'ın "hiçleme" tavrı, varlığa karşı hem büyük bir muhabbet ve aşkı hem de büyük bir başkaldırı ve isyanı ortaya koyan bir tavırdır. Hayyam'ın tabiriyle "İnsan topraktan doğmuş,  rüzgâra bırakılan bir varlıktır."  Topraktan doğma, asli bir kökene dair bir itminan sağlarken, rüzgâra bırakılmışlık ise "dünyanın kaotik gemisinin, kendi enkazının ortasında,  var olduğu anın çapasını bulmaya çalışan olumlu bir bakış" içermektedir. "Aslında dünya, koca bir mezarlıktaki ölülerden yeni kalıplar çıkarılan bir atölyedir." Her ne kadar Hayyam "hiçleme" tavır ve tasvirlerinde acımasız gibi görünse de bu acımasızlık Hayyam'ın şahsında İran'ın kolektif şuurunun sınırsız bir özgürlük aşkının hiçbir prangaya boyun eğmemesidir. Bu tavır öyle derin bir tavırdır ki bağrında sınırsız bir sabır kütlesi biriktirir ve "varlık anını" dahi askıya alacak bir tahammülü ortaya koyar. Bu anlamda "varlık anını" dahi askıya alabilecek ve buna tahammül edebilecek, buna sabredecek başka bir medeniyet var mıdır,  açıkçası olsa dahi İran'ın hikmeti kadar olacağına ihtimal vermiyorum. "Varlık anını" askıya alan Batı medeniyeti, varlığa suikast yaparak gezegeni yaşanılmaz bir alana çevirdi. Varlık anını askıya almaya çalışan Batılı filozofların çoğu delirme girdaplarında yuvarlandı. Genelde İslam irfanı, özelde ise İran irfanı, varlığın iniş ve çıkış yaylarındaki salınımını mükemmel bir şekilde çakıştırırlar.  Her ne kadar "hiçleme tavrı" pesimist gibi görünse de Hayyam özelindeki tüm bu yaklaşım "zıtlıkların cem'i" ile hiçlemeyi aşarlar. Burada hiçleme sadece tüm basamaklar içinde bir basamaktır. Hayyam şöyle der:

Bu namus ve şeref şişesini taşa vurup kıralım

Elimizi uzun arzulardan çekelim...

Shayegan'ın tabiriyle "aklını ve bilinçaltını üç talakta boşayan şair" için bu tahammül edilemez bir isyandır. Ama Hayyam, tarif edilemez bir sabırla bu talakı ve "talanı" gerçekleştirerek büyük bir tahammül ve sabır mirası bırakır İran halklarına. Bu öyle bir tahammül ve sabırdır ki Hayyam'ın şahsında temsil edilen toplumsal kolektif şuur "Cennet ve cehennemden dahi özgürdür." Hayyam'ın bu irfanının ve felsefenin kökleri ezeli hikmete ve ezeli bir akla (cavidan-ı hıred) dayanır. Bu ezeli hikmet ve ezeli akıl, insanlığın ortak birikimi ve ortak vicdanını merkeze alarak evrensel bir tavrı, tahammülü ve stratejik bir sabrı kuşanarak zamanın ve mekânın ötesine sıçrayarak şöyle haykırır:

Şarap içmek ve keyiflenmek benim ibadetim 

Hem küfürden hem dinden arınmış olmaksa dinim

Dünya denilen geline sordum, nedir mehrin diye

Dedi, senin güleç gönlün mehrimdir benim.

Üçüncü İklim: Bu iklim, Mevlana'nın Mesnevi'sindeki iklim olup "Sema ve Vecd Sıçrayışında Kendinden Kopma Zamanı"dır. 

Mevlânâ'nın tüm irfanı Mesnevi'nin girişindeki ney'in kopuş feryadıdır. Bu kopuş bir vecd halidir. Vecd, kopuşun bir sonucu olarak bir bulunuş metafiziğidir. Ney'in feryadı ile belirginleşen kopuşa tahammül edip sabır göstermek ancak yeniden bir vecd hali ile mümkündür.  Hayyam'ın tüm kategorileri hiçlemesi karşısında Mevlâna,  vecd ile cevap vererek tekrar varlığa kavuşur.

Ney'in varlık feryadında dile getirdiği kopuşu tarif edebilecek hiçbir dil ve gönül yoktur. Bu kopuş, zamanı ve mekânı, dili ve onun söylemsel düzeyini aşan bir kopuştur.  Bu kopuşta "varlık, bilinen bilgilerle  elde edilemeyen bir tür yokluk eylemidir." Buradaki varlık eylemi ancak bir vecd halinin diliyle bilinebilir.  O yüzden Mevlana, varlığı sınırlayan söylemsel kalıpları devre dışı bırakarak "Ağızsız konuş,  adın nedir?" der. Varlığı "ağızsız konuşmaya" davet etmek, var oluşun en derinine sondaj yapıp onunla hemhal olmayı gerektirir. Bu tavır ise var oluşa ancak safi bir rıza göstermekle mümkündür. Her türlü umutsuzluk, zorluk ve parçalanmışlık karşısında Mevlâna toparlayıcı bir görev üstlenerek bireysel ve toplumsal bir rehabilitasyon gerçekleştirir. O, olumsuz durumlar karşısında hem göksel hem de yersel bir şölen sunar. Yerdeki insanın varlık sancısına göksel bir şölen yağdırarak onun elinden tutarak ona büyük bir dayanma gücü, tahammül ve sabır bahşeder.

Dördüncü İklim: Bu iklimde Sâdi vardır  ve Sâdi'nin inşa ettiği iklim "Ehl-i Edebin Sosyal Zaman İklimi"dir. Sâdi'nin ikliminde bireye, aileye, topluma ve iktidara hikmetli öğütler ve nasihatler yağar. Bireyden başlayıp egemen iktidara kadar, onların eylemlerini hem eleştirir hem de nasihat ederek ne yapmaları gerektiği noktasında çıkış yolu gösterir.  

Lokman, edebi kimden öğrendin? 

Edepsizlerden,  hoşuma gitmeyen ne yaptılarsa  uzak durarak.

 ***

Hacı, nakışlarla süsleme derdinde evini

Temeli çürümüş oysa, evin kalmamış temeli

Sâdi bireysel, ailevi, toplumsal ve yönetimsel yapıların tarihsel yorgunluklarının nasıl üstesinden gelinebileceğinin güzergâhlarını belirler ve bu yorgunlukların bertaraf edilmesi için onları tekrar ayağa kalkıp yürümeye davet eder. Yine Sâdi,  bu yapıların gerek tarihsel yorgunluklarının gerekse kendi içsel sorunlarının bir sonucu olan ahlaki çürümüşlüğe karşı onları hikmetli sözleriyle ebedi bir ahlak zaman ve mekânına çağırır. Sâdi'nin sözleri ve temsilleri o kadar tesirlidir ki insanın onun sözleriyle eyleme geçmemesi için hiçbir neden kalmamaktadır.

Bülbüllerde vefa arayayım deme

Her an başka bir gül için ötmekte 

Hayyam'ın hiçleme tavrı ile Mevlânâ'nın ney'inin feryadı bir bakıma aynı kavşakta buluşurken Sâdi bunu toplumsal tabanda büyük bir hünerle birleştirip hiçliği, kopuşu ve sarhoşluğu tekrar toparlar. Sâdi'nin çağrısı Hayyam ve Mevlana kavşağında aynı karakteri inşa eder: Sabır ve tahammülle yoğrulmuş özgür bir karakter: Vefa arama...

Sâdi'nin hikmetli sözleri, Hayyam'ın hiçlik tavrı ile Mevlana'nın kopuş tavrını hikmetli sözleriyle yatıştırır: "Karşımdakileri usandırmadan öğütlerimi onlara sunma fırsatını ve bu mutluluğu yakalamak istedim; sözlerimi bir inci gibi dizdim. Kimi zaman acı öğüt ilacını zarafet hapıyla  karıştırıp ikram ettim. Elbette bu sözler onların derin kavrayışında saklı kalmayacaktır."

Bu paragraf üzerine ne kadar yazarsak yazalım Sâdi'nin bu hikmetli tavrını açıklamaya yetmeyecektir. Ama yine de -belki de haddimi aşarak- birkaç vurguyu yapmak kaçınılmazdır. Hayyam'ın hiçleme tavrı Mevlana'nın ney'inde dile gelirken Sâdi ise Hayyam'dan akıp gelen hiçliğin kopuş feryadını muhataplarına aktarmak için muhteşem bir hikmetli yöntem kullanır. Bu paragraf Sâdi'nin yöntemidir. Her şeyden önce Sâdi,  hikmet talebi olanlara, ehl-vicdana ve ehl-i akla seslenir. Muhataplarını usandırmadan onlara seslenir. Bu yaklaşım Sâdi için hem bir fırsat hem de bir mutluluk kaynağıdır. Bu fırsatı yakaladığında da  sözlerini bir inci kolyesi gibi dizerek muhatabının vicdanını yakalar. Vicdanlarda yankılanan Sâdi'nin sözleri acı da olsa Sâdi, sözlerini öyle bir zarafet ve nezaketle sunar ki onun sözündeki hikmet ve hakikati reddetmek mümkün değildir. Sâdi'nin, muhatabının vicdanına attığı hikmet tohumunun çiçek açıp meyve vermemesi düşünülemez. Burada muhatap, devrin sultanı bile olsa durum değişmeyecektir. O zaman "Ya Sâdi gibi söyle ya da sus!"

Beşinci İklim: Bu iklim Hâfız-ı Şirazi'nin iklimi olup Alman şair Goethe'nin de Doğu-Batı divanının yeşerdiği iklimdir. Bu iklim "Ezel ile Ebed Arasında Çiçek Açma Zamanı"dır. Ezel ile ebed  arasında ne zaman çiçekler açar? Sırlar açığa çıktığında... Kim bu sırları açığa çıkarır? Tabi ki Hâfız... Hâfız, ezel (öncesi olmayan/öncesizlik) ile ebed (sonrasızlık, sonsuzluk) arasındaki sırları en estetik bir bir dille açığa çıkarır. Shayegan'ın ifadeleri şöyledir "Bir noktaya doğru ilerleyen her hareket, aynı zamanda o noktadan bir kaçıştır ve aşkın seyri, sonu olmayan bu gel-gitli gerilimden beslenir. Hâfız,  ruh sürekli yeniden sıçrasın diye varlık çemberini asla tamamlamaz. O, hep ezel ile ebed arasındaki boşluğu açık bırakır." Bu boşluğu bazen Sâdi gelir ve hikmetli sözleriyle doldurur; bazen Mevlana gelir ve kopuşun feryadıyla doldurur, bazen Firdevsi gelir ve kahramanlık ve destanlarla doldurur; bazen Hayyam gelir ve her şeyi hiçliğe fırlatır. Ama nihayetinde İran halkları tüm bunları büyük bir tahammül ve sabırla bağrına basar. Bu açıdan Shayegan'ın, Hâfız hakkında "Kimse onu aşamamıştır." iddiası bir hakikattir. Hâfız "İslam peygamberinin geleneğiyle İran'ın kadim ruhunu öyle bir sentezlemiştir ki, sonucunda İslam’ın, Şark'ın ve İran'ın hoşgörüsünün vücut bulmuş haline dönüşmüştür... Hâfız'ın gözündeki her ışık, peygamber kandilinden yansır...." 

Aşk yolunun yolcusuyuz yokluğun sınırında 

Geldik varlık iklimine, yol yürüyerek bunca 

Firdevsi'nin kahramanlık destanlarının bağrındaki hakikatleri Hâfız'da daha bir üst düzeye sıçrar ve Hâfız şöyle der:

Gücü yetmedi göğün emaneti taşımaya

Ben divaneye isabet etti bu yük kurada

Allah, emaneti göklere tevdi etmiş fakat gökyüzü, emaneti taşıyamayacağını söylemiştir. Bu emaneti taşımak için deli olmak gerekir. Bu deliliği Hâfız'ın şahsında insan üstlenmiştir. Bundan daha yüce bir kahramanlık da yoktur artık. Hâfız burada Firdevsi'nin anlatısını aşarak üst bir metafizik anlatı kurar. Aynı şeyi Sâdi'nin hikmetli sözleriyle karşılaştırdığımızda da görürüz. Hâfız;

Dünya güzel bir gelindir ama dikkat

Bu gizemli kadın kimseye yâr olmaz

diyerek Sâdi'nin hikmet incilerini büyüleyici bir güzellikle ifade eder. 

"Hâfız hiçbir zaman dini ticarete çeviren ve onu kendi çıkarlarına alet edenlerle anlaşamamıştır. Başka bir ifadeyle Hâfız,  kısıtlayıcı görüşlere karşı yılmak bilmez bir muhaliftir. Çünkü onun nezdinde hakikat,  iyi ve kötü gibi kategorilere sığdırılamayacak kadar geniş,  ihlassız vaizlerin hutbelerinden daha gür, kafese hapsolmuş zahidlerin nasihatlerinden daha kışkırtıcı, akaid kurallarına sığmayacak kadar da asidir..." 

Hâfız o kadar evrenseldir ki çağrısı da evrensel bir barış feryadıdır:

Yetmiş iki millet savaşıp durur, mazur gör hepsini 

Hakikati görmezler,  sürdüler bir efsanenin izini



Hâfız'la tamamlanan bu beş varlık iklimi, savaş çığırtkanlığı yapan bir iklim değildir.  Bu iklime, vakıada cereyan eden olaylar üzerinden hareketle "danışıklı dövüş" diyenlere şunları hatırlatmak gerekir: 

1. Danışıklı dövüş teorisyenleri savaş çığırtkanlığı yapıp savaş meydanlarının yanından dahi geçmeye cesaret edemeyen propaganda makineleridirler.

2. Bu teorisyenler, kapı komşusu dövülürken döveni alkışlayarak asgari komşuluk ahlakından yoksundurlar.

3. Vakıadaki saldırganın saldırganlığına eylemsel düzeyi söylemsel retoriklerle kapatarak vakıayı manipüle etmektedirler. Bu da şu anlama gelir: Bu manipülasyon, saldırgana hizmettir.

4. Bu teorisyenler slogan bildikleri kadar İranî halkların kadim metafizik birikim ve duruşlarını bilmiyorlar. Danışıklı dövüş çığırtkanlığı bu cehaleti örtmenin aracı olarak işlev görmektedir. 

5. Fail-mağdur arasındaki ilişkide mağdurun eski defterlerini karıştırmak faile destek olmaktır.  

6. Sünnilik (Safi ehli sünneti tenzih ederek) adı altında İran'ın mezhebi kabulündeki bazı gerek uzak ve gerekse yakın tarihi verilerini mazaret ve mevzi elde etmek için pazara sürmek kendi arızalarını örtmenin psikolojik yansıtmasından başka bir şey değildir. 

7. Mezhebi, etnik, ideolojik indirgemelere başvurmak gerekiyorsa bu coğrafyada herkesin yeteri kadar günahı var zaten. Ehl-i vicdana düşen şey arızaları pazarlamak değil, asgari düzeyde dahi olsa asli olana ram olmaktır. 

Bunları çoğaltmak mümkündür, lakin vakıada cereyan eden fail-magdur çatışmasında sessiz kalmak dahi ahlaki bir sorun iken bırakın sessiz kalmayı, faile hizmet eden söylem ve eylemlerde bulunmak her şeyden önce insani komşuluk hukukunun çiğnenmesidir; İslami açıdan da kardeşlik hukukunun çiğnenmesidir.  Sonuç olarak bu makale boyunca davet etmeye çalıştığımız şey asgari insani düzeyde komşuluk hukukunun tesisi, İslami açıdan ise Müslüman kardeşlik hukukunun tesisi için kadim İran ülkesiyle empati kurmak ve bunları tesis etmeye bir davettir. Beş yüz yıllık Sünni dünyanın manevi ambargosunu ve yirminci yüzyıldaki Batı emperyalizminin kırk beş yıllık ambargosunu Allah'a havale ederek, bu makaleyi siyonist katiller tarafından şehit edilen İran'ın aziz evlatlarına ithaf ediyorum.

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement