Ticker

6/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

İslam, Çokluk ve Ortak Zenginliğin İnşası...

Bu makale 101 kez okundu.

 

                   Gürgün Karaman 

İslam, Çokluk ve Ortak Zenginlik

Gazze'den sonra;

“Perspektifler oluşturulmalı, öyle perspektifler ki dünyayı yerinden uğratsın, yadırgatsın, onu bütün çatlakları, kırışıklıkları, yara izleriyle birlikte bir gün Mesih’in ışığında görüneceği gibi sefalet ve çarpıklığıyla göstersin… Yaşlı kuşağın eskimiş, tutarsız, güvensiz düşünceleri bile, sonrakilerin parıltılı budalalığından daha verimli bir diyalog zemini sunar bize… Belki orada da aynı şarkı çalıyordur, kim bilir…” (Adorno/Minima Moralıa, s. 43,55)

Yaşlı kuşağın tüm olumsuzlukları bile şimdinin/modern olanın tüm budalıklarından daha verimli bir diyalog ve yaşam zemini verir. Neden mi? Çünkü kadim insanın ontolojik ahlaki duygulanımı vardı. Ve kadim olan ilk yaradılaşa da daha yakındı. Bir pınar misali... Kaynak berraktır, ne ki akmaya başlar aşağı doğru; çer çöpler karışmaya başlar ve akış bulanıklaşır. (T. Adorno)

                                                                       T. Adorno

Bir şeyin varlığını bilip de yokluğunu yaşamak büyük bir paradoks olduğu kadar aynı zamanda büyük bir acıdır ve bu hal üzere olan kişi/toplum da hastalıklıdır. Yüzyıllardır Müslüman toplumlar olarak bilgiye ideolojik okumalar yaparak sırt çevirmiş durumdayız ve bu halde küreselleşmiş modern bir dünyaya sunabileceğimiz tek bir paradigmamız yok. Çünkü İslam’ın bir “teklif, davet” hali ideolojik, mezhepsel, fırkacı, milliyetçi yaklaşımlar tarafından esir alınmıştır ve bu anlamda psikanalitik yapı-söküme giriştiğimizde Müslüman aklın bilinçaltının kodlarını oluşturan bilgiler birer “ur” özelliği taşımaktadır. Özellikle modern dünyada Müslüman akıl, tek tip bilgiyle beslenmektedir. Tek bir besinle beslenmek nasıl ki sağlığı bozuyorsa, tek tip bilgiyle zihni beslemek de akıl sağlığını bozmaktadır. Buradan kurtulmanın yolu ise sahici anlamda tüm ideolojik/mezhepsel/etnik yaklaşımları aşacak olan bir okuma ve anlama sürecine girmektir. Deyim yerindeyse, özelde İslam kültür medeniyetinin bin dört yüz yıllık ve genelde ise insanlığın bilinen beş bin yıllık tarihini köklerinden söküp, rizomatik bir okumaya tabi tutarak kendimizle bir meydan okumaya girişmek zorundayız. Bunu gerçekleştirmek için kendini "bilgiye/ilme" feda etmiş, insanlığı içsel sarsıntılılara uğratacak olan bireylere ihtiyaç vardır. Kim ki “Müslümanım” diyorsa bu durumu asli bir görev olarak benimsemek zorundadır. Dünyanın yaşanabilir bir mekâna dönüştürülmesi bizlerin elindedir. Erdemli ve vicdanlı her bireyin dünyayı gelecek nesillere sağlıklı bir miras olarak bırakma sorumluluğu vardır. İnsan olma onur ve haysiyetine sahip olmak da budur. 

Genel Durumun Kısa Bir Analizi

İbni Haldun’a göre “Günlerin geçip zamanın değişmesiyle her şey değişir ve halden hale girer. Eğer geçmiştekilere ait haberler duyulduğunda, pek çok şeyin değişmiş olacağına dikkat edilmeden o duyulanlar hemen bilinen ve mevcut olanla mukayese edilip karşılaştırılırsa, çoğu zaman yanlışa düşülür. Durumlar tamamıyla değişince, sanki bütün dünya değişmiş hale geldi. Sanki ortaya yeni bir yaratılış, yeni bir gelişme ve yeni bir dünya çıkmıştır. Haberlerin doğru ve gerçek olanlarını, yalan olanlarından ayırmak, sosyal hayatın karakterini ve doğasını bilmekle mümkün olur, doğruyu yanlıştan ayırmada en iyi ve güvenilir yol budur." [1]

Özelde İslam ümmeti, genelde tüm insanlık ailesi gelinen küresel kapitalist dünyada “büyük bir kapatılmaya” maruz bırakılmıştır. İslam’ın yaşadığı kriz ise özsel bir kriz değildir. Yani buradaki kriz İslam'ın temel referans kaynakları değildir. 

Bu krizin temel sebepleri, Şatıbi’den hareketle şunlardır:

İmam Şatıbi’ye göre Müminler/Müslümanlar açısından İslam’ın yok olup gitmesinin dört temel sebebi vardır:

1. Bildikleri şeyleri pratiğe dökmüyorlar.

2. Bilmedikleri şeyleri pratiğe döküyorlar.

3. Bilmedikleri şeyleri öğrenmiyorlar.

4. İnsanların öğrenmesini engelliyorlar.” [2]

Vakıadaki temel kriz ise Müslüman toplumlardaki hâkim egemenlik biçimleri başta olmak üzere şunlardır:

1) Âlimlerin, bilginlerin, entelektüellerin, aydınların mezhepçi ve ideojik getto bekçilikleri.

2) Kapitalist ve emperyalistlerin, petrole ve dolara bulanmışların ikiyüzlülükleri ve ittifakları.

3) Egemen kapitalist ve emperyalistlerin yıkımları. 

4) Paradigma, vizyon ve usul/metodoloji yoksunluğu.

5. İktisadi, askeri ve siyasi irade yoksunluğu. 

Bugün için yapılması gereken şey Müslüman toplumların mezhepçi, ulusçu, kabileci ve ganimetçi yaklaşımları terk ederek acilen erdemli ve adil bir toplumsallığa dönüştürülmesidir. Çünkü Kur’an, ilahi bir hitap olarak erdemli ve adil bir bilinci talep eder. Bu bilinç yoksa Kur’an’ın çoğu söylemi bir Müslüman için kapalı, anlaşılmaz, dogma vs. olarak kalacaktır.  Kur’an’la muhatap olan ve onu kabul eden ilk nesil, istisnasız tamamı entelektüel bir düzeye ulaşmıştı. Yoksa Kur’an’ın, ona iman edenleri “karanlıklardan çıkarıp aydınlığa” ulaştırma söylemi salt bir tevhid, cennet-cehennem olgusu vb. değildir. Tevhid bilinci, bizzat Kur’an tarafından inşa edilmiş bir bilinçti ve bu açıdan Kur’an, ilk neslin tamamını entelektüel yapmıştı. Eğer bu gerçekleşmeseydi bugün için bile bir Bilal-i Habeşi’den, Ebu Zer’den, Ammar b. Yasir’den, Ebubekir, Ömer, Ali, Osman, Ayşe vs.’den söz edilemezdi.  bir entelektüel birey ve toplum çıkmaz.

İslamcı camialar yaratıcı fikirlere sahip olan entelektüellerine, “refah, konfor ve sisteme entegrasyon” süreci nedeniyle ya sahip çıkmadılar ya da onları egoları, rantları, bilinçaltlarındaki iktidar hırsları ve toplumsal statü kaygılarıyla dışladılar. Bu kaçınılmaz bir olguydu. Onları besleyen, onlara muhalif bir düşünsel arka plan sunan entelektüelliğe artık gerek yoktu ve “refah, konfor ve entegrasyon” açısından entelektüellik artık bir tehditti. Çünkü entelektüellik, doğası gereği kavgacıdır, eleştireldir. Dolayısıyla bu entelektüel birikimin taşınması mümkün değildi. Taşındıysa bile “refah, konfor ve entegrasyonu” tehdit etmeye başladığı için bir noktadan sonra tasfiye edilmesi gerekiyordu ve nitekim öyle de oldu. “Artık şehvet ve arzulara tabi olma aşaması gelmiş, nefis, -hem dini hem de dünyevi huzur ve istikrarsızlığın kaybolacağı- şatafatlı ve lüks alışkanlıkların her türlüsünün peşine takılmıştır. Dini huzur ve istikrar bozulmuş, çünkü kişide (İslamcılar, cemaatçiler, tarikatçılar, seküler kesimler vs.) -dini yaşamla uyuşmayacak lüks ve şatafatlı alışkanlıklar, kolayca vazgeçemeyeceği şekilde yerleşip sabitleşmiştir.” (İbn-i Haldun) “Özelde, yani tek tek bireylerin bozulmasının sebebi ise söz konusu alışkanlıkların masraflarını karşılama derdine düşmeleri, her türlü kötülüğün (şehevi arzuların) peşinden koşmaları, birini elde ettikten sonra bir diğerine yönelmeleri, bunun ise kendilerine zarar vermesidir… Hatta bu hal –Allah’ın korudukları dışında çoğu için bir alışkanlık ve kişilik haline gelir ” (4) Bu durum hem bir tecrübenin -yani Müslanlığımızın /İslamcılığın- israf edilmesini hem de bu tecrübenin itibarını yok etmiştir. Özellikle adalet ve hakkaniyet duygusunun zedelenmesi sadece bir olgu değil, aynı zamanda bu “lüks ve şatafatın, israf ve yapay ihtiyaçların, adam kayırmacılığın, torpilin, rüşvetin, cemaatçiliğin, tarikatçılığın” da meşruiyet zeminini inşa eder. Doğal mecrasında, İslami ve ahlaki olarak yaşanmamış bir hayat, İslami ve insani olmayan bir yaşamla yaşanmakta ve bu durum “kutsalla, bedel ödemişlikle” meşrulaştırılmaktadır. Oysa T. Adorno’nun dediği gibi “yanlış bir hayat, doğru yaşanamaz.” Ve vakıada yaşanan bu yanlış hayat tarzı doğru, ahlaki ve adil olmadığı için tecrübenin hem israf edilmişliğini hem de itibar kaybına uğradığını göstermektedir ve bunun İslami ve insani açıdan telafisi yoktur. Bu vebalin altından kalkmak da mümkün değildir. “Artık halk devlete tabidir ve ahlakı da devletin ahlakına tabidir.” Safi imana dayalı bir ahlak yok olmuş; fıtri ahlak, yerini devletin/gücün ahlakına terk etmiştir. Ahlak, artık yaradılışa, fıtri olana uygunluk değil alışkanlık haline gelmiş olan bu ““refah, konfor ve entegrasyona” uygunluk üzerinden temayüz eder. “Ne var ki alışkanlıklar, insanın tabiatını alışageldiği şeyler istikametinde değiştirmektedir. Bu yüzden insan, geldiği soyun (dava, ideoloji, inanç) değil, yaşadığı ortamın ve alışkanlıkların çocuğudur.” (3)

Savaş Bitmedi, Devam Ediyor…

Bir damla suyla dünyaya gelip, üç beş damla gözyaşıyla gömülüyoruz. Bu aradaki hayatı, Cebrail’in kanat sesleri altında yaşamamız gerekirken İblis’in heybesinde ne varsa hepsini hayata zerk ediyoruz. Bırakın yaşayanların, mezardakilerin bile feryadını duymamıza rağmen hala yaşamın ve mezarların üzerinde patinaj yapmaya devam ediyoruz. İslam toplumlarının çürümüşlüğü ve yıkımı karşısında M. Akif şöyle feryat ediyordu:

Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? Nur istiyoruz, sen bize yangın veriyorsun!  'Yandık! 'diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun! Mademki, ey adl-i İlahi yakacaktın...

Yaksaydın a mel'unları... Tuttun bizi yaktın!

Feryatlar ve çığlıklar bir türlü dinmedi. M. Akif’in yaşadığı kaderi değil, akıbeti bugün için yaşamaya devam ediyoruz.  Çöküşün üzerinden yüzyıldan fazla zaman geçti; çürümüşlükle beraber çöküş devam ediyor. Evet, Antony Negri & Mıchael Hardt’ın dedikleri gibi “Bugün de Hristiyanlar, Müslümanlara cephe almış gibi görünüyor; her ne kadar taraflar şimdiden karışmış olsa bile. Ancak, bu din savaşı görüntüsü sadece derinlerdeki tarihsel dönüşümü, yani yeni bir çağın başlangıcını gizlemeye yarıyor.” Bu tespit sadece kategorik olarak Hristiyan ve Müslümanlar arasındaki ilişki için değil, Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri için de geçerlidir. Dinler ve medeniyetler arasındaki savaşlar, İslam toplumlarındaki çürümüş toplumsallık ve egemenlik biçimleri; ulusçuluk, mezhepçilik, cemaatçilik, devlet-i ebed müddetçilik, nizam-ı âlemcilik vs. bunların tümü “gelmekte olanı” sadece geciktirici faktörler olarak vakıada cereyan etmektedirler. Bu tarihsel çevrimin, değişim ve dönüşümün yasasıdır. Bu yasa “tilkel eyyamü nüdavilüha beynen nas!”tır. (Zira o iyi ve kötü dönemleri biz insanlar arasında döndürür dururuz.)

                                                             A. Negri & M. Hardt

On Temel İlke

“Klasik Batı, Yahudi-İslamcı-Hıristiyan ve Yunan-Arap olduğu halde biz onun Yunan-Roma ve Yahudi-Hıristiyan geleneğine ait olduğuna inandırıldık. İbrahim’in oğulları, birlikte yaşamaları gereken bir anda birbirleriyle karşı karşıya gelmek gibi bir tuzağa düştüler. Avrupa tarafında, İslam çalışmaları güvenlik perspektifi etrafında dönmektedir.” Ve Batının kolonileştirmesi “ Müslüman dünyaya affedilemez saldırılar başlatmıştır.”[1 Müslümanlara gelince, onların da nesnel düşünce ve eleştirel teolojilerindeki zayıflıkları için hayıflanmaları gerekir.” [4] Tüm bu iç ve dış kutuplaşmalardan, İslam toplumlarının iradesini esir almış egemenlik biçimlerinin ve aynı zamanda İslam toplumlarının büyük oranda “cehaletle” malul pastoral bir düşünüşe sahip oluşunun sonuçları olarak ortaya çıkan ve medeni barbarlığın İblis’le yaptığı ittifakın yol açtığı yıkım, talan, yağma, katliam ve her türlü sömürü karşısında “tilkel eyyamü nüdavilüha beynen nas!” ilkesini merkeze almak elbette ki bir teselli değildir. Bu vakıanın temel değişim ilkesi de şudur “Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez. (Rad 11)

Aslında bu ayet “Ma’ruf, Maslahat, Makasıd”* çeçevesinde, Kesret İçindeki Çokluk ve Ortak Zenginlik” projesinin tüm renkli incilerini gerdanlığında barındırmaktadır. Bu manifestonun temel hedefi şunlardır:

1) Gelenekçilik ve Modernlik çatışmasını aşan bir paradigma inşa etmek

2) Taassup, taklidi ve tefiri aşmak

3) Kur’an’ın herkes tarafından yorumlanma hakkının olduğunu ortaya çıkarmak.

4) Kur’an yorumunda “Senkronik Yöntem” olarak geliştirdiğimiz bir yorum imkânı inşa etmek. Bu yorum her türlü indirgemeci, mezhepçi, ulusçu, cemaatçi vb. okumaları tashih edecektir. Kısacası burada bahsedilen indirgemeci okumalarin Kur'an'ı terbiye etme hadsizlikleri de bertaraf edilecektir. 

5) Ma’ruf olana dayalı “Çokluk ve Ortak Zenginlik” olarak kodladığımız “ateist, deist, agnostik, cemaat, tarikat, din vb.” tüm inanç mensuplarıyla bu “Çokluk ve Ortak Zenginlik”te adil ve özgürlükçü bir dünyanın inşasına katkıda bulunmak.

6) Tüm insanlık tarihinin ortak mirasını bu “Çokluk ve Ortak Zenginlik” adasında her inanç ve ideoloji mensubunun hikmet pınarından kana kana içmesine vesile olmak.

7) Müslüman toplumlardaki her türlü “mezhepçilik, hizipçilik, grupçuluk, cemaat ve tarikatçılık vb.” etrafında ortaya çıkan durumların altında yatan temel saikleri deşifre ederek bu çatışma ortamını aşmak ve “Çokluk ve Ortak Zenginlik”te buluşmak.

8) Gelenek, Modernite, postmodernite vb. tarihsel ve çağdaş hikmet ehlini “Çokluk ve Ortak Zenginlik”te buluşturmak ve sentezlemek.

9) İnanç krizlerinin temel saiklerini tespit etmek ve Müslüman toplumlardaki bu krizin en temelinde “egemenlik anlayışları” olduğunu ortaya çıkarmak

10) “Çokluk ve Ortak Zenginlik” içinde “Hristiyan, ateist, deist, agnostik, cemaat, tarikat, STK vb.” tüm inanç mensuplarını “Doğal Mütteklik”e davet etmek.

 “Çokluk” paradigmasında “Kamusal maslahatta taassuba yer yoktur.”  Kamusal tüm kesimlerin korunması gereken en temel hakları evrenseldir. Bu haklara İslam Hukuku’nda “Makasıdu’ş Şeria” yani “Yasamanın Maksadı” veya “Hukuk Felsefesinin Temel Gayeleri” de diyebiliriz. Zaruri olan bu beş temel hak şunlardır:

1. Dinin korunması: Hristiyan, Musevi, Budist, Şintoist, ateist, deist, agnostik, cemaat, tarikat vs.” her türden inanç ve ideolojik kesimin korunması, saygı ve kabul görmesi.

2. Nefsin korunması: Modern çağ, bir ihtiyaçlar enflasyonu çağıdır (israf çağı). Nefsin olabildiğine kışkırtıldığı bir çağ olup, belki de şeytan, tarih boyunca bu kadar muazzam bir fırsatı yakalamamıştır. Çünkü şeytan fısıldar, okşar, süsler ve kışkırtır. Herkesin bu modern dünyaya dair çok fazla arzusu vardır. Bu arzuların doyurulmasındaki temel ilkeler a) “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” (Hadis) ve b) “Yiyin için fakat israf etmeyin.” (A’raf 31) 

3. Neslin korunması: İnsanlık neslinin koruma altına alınması Çokluk’un devamı için olmazsa olmazdır. İnsanlık nesli pornografiye, gayri meşru ilişkilere, organ mafyalarına vs. bırakılamayacak kadar yüce bir değerdir.

4. Malın korunması: Kapitalist sömürü, haksız kazanç, faizcilik, tefecilik, karaborsacılık, spekülasyon, üç kağıt ekonomisi olan borsacılık, şans ve milli piyango, spor toto loto vb. gayri meşru kazanç dairesinde olmayan ve tekelleştirilmemiş, baskı unsuruna dönüşmemiş, ekonomik bir gelir adaleti çerçevesinde sahip olduğu malı mülkü garanti altındadır.

5. Aklın korunması: İnsanların akıl ve ruh sağlığını bozan her türlü basın yayın, ideoloji, görüş, inanç vb. Müslüman, Hristiyan, Musevi, Budist, Şintoist, ateist, deist, agnostik, cemaat, tarikat vb. olsun, kim olursa olsun buna müsaade etmemek ve bunlarla hak hukuk çerçevesinde mücadele etmek.

Sonuç:

İslam’ın nihai talebi olan adaletin gerçekleşmesi için her mümin, politik bir mücahit-muvahhit olmakla mükelleftir. Bu politiklik, İbrahimi ve Muhammedi bir politikliktir. Tüm varlığı bir “Kesret” olarak kabul eder. “Ahlakilik ve Eminlik” özelliklerini politik alanda çatır çatır konuşturur. Kırmadan, dökmeden, tahrip ve tahrif etmeden… Onun politikliği İbrahim’in (as) soruları, Muhammed’in (as) eminliği üzerinden yükselir. O Medine’yken bile, Mekke’nin ufkuyla hareket eder; Medine içinde –rezi(l)danslar değil- Mekkeler inşa eder. Çokluğa katılır, Kesret için merhametiyle merhem olur. Öldürmeye, yok etmeye değil; yaşatmaya, var kılmaya dayalı bir politiklik icra eder. Onu öldürmeye gelen, onda ölmez; dirilir.

Paradigmamız Çokluk’a dayalı bir Kesret olmak zorundadır. Ateist, deist, agnostik, cemaat, tarikat, sağcı, solcu; Türk, Kürt, Arap vs. her inanç ve ideoloji müntesiplerinin ortak bir yaşam alanı üretmelerinin yegâne paradigması budur. Bu paradigmanın temel harcı ise tahammülün bir erdem olduğunun idrak edilmesidir.

Dünyanın tüm kapatılmışlığına rağmen, post modern ağsı küresel iktidar mekanizmaları ve onların kuklaları karşısında şu an için direnen tek dünya görüşü İslam ve İslam’ı, bi-zatihi İslam olarak benimseyen müminlerdir. Bugün için eğer insanlığın bu post modern kapitalist/emperyalist tahakkümleri karşısında direnen bir hakikat varsa o da İslam ve ona ittiba müminlerdir. İslam ve İsam’a safi bir iman ile bağlı olan müminler, kendi haysiyetleri için şehit olmayı göze alırken aynı zamanda insanlığın haysiyeti için de bunu göze alan mücahitlerdir ((Gazze). İnsanlık, bunu salt “Müslümanlık” olarak görse dahi bu bir hakikattir. Bu hakikati spekülatif yorumlamaya, retoriklere, sloganlara vs. tabi tutsak dahi, tarih, Allah’ın safında yer alan İbrahimi bir politikliği ve Muhammedi bir daveti icra edenlerle Firavunların safında yer alan ve Firavunların zulmüne sessiz kalanlar arasında devam etmektedir. Ve ne İbrahim ne de Muhammed (as) daha son sözü söylememiştir! Gazze'nin imanı ve direnişi buna şahittir. Bu şahitlik, aynı zamanda mezhepçi, ulusçu, kabileci anlayışlar tarafından tarih boyunca terbiye edilmeye çalışılan İslam’ın üzerindeki bu anlayışları da bertaraf ederek İslam’ı küresel insanlık vicdanıyla buluşturacaktır. Gazze’den sonra sözüm ona Müslüman alimlerin,  cemaat ve tarikat liderlerinin bu coğrafyanın mazlum insanlarına din anlatmalarının bir hükmü kalmamıştır. Adorno, Nazi soykırımından sonra "Auschwita'ten sonra şiir yazılamaz." demişti.  Bu sözün Gazze'den üzerinden tecelli eden hakikati ise şöyledir artık "Gazze'den sonra vaaz verilemez!" 

Allahû a’lem bissavab... 

[1] İbni Haldun, Mukaddime, Yeni Şafak, Cilt 1, s. 59-72 İstanbul, 2004.

[2] Şatıbi, el-İ’tisam, İ’tisam Yay. İst. 2014, s.113

[3] İbn-i Haldun, Mukaddime, Cilt 2 s. 525 

[4] J. Derrida, İslam ve Batı, s.28



Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement