Ticker

8/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

Sühreverdî’de “Kendine Şahit Bir Nur” Olarak “Benlik” —1

Okunma Sayısı - Suhreverdi'de Kendine Şahit Bir Nur
Okunma sayısı: Yükleniyor...

 

Gürgün Karaman

Sühreverdî’de “Kendine Şahit Bir Nur” Olarak “Benlik” —1

Sühreverdî’ye göre benlik, bir adlandırma değil, ontolojik bir aydınlık hâlidir. Her şeyden önce İşrâkî hikmetin ve felsefenin eşiği “nur” tanımı ile açılır: “Nur, bizzat zahir olandır ve başkasını zahir kılandır” (Hikmetü’l İşrâk). “Ben” dediğimiz öz, bu tanımın içinden belirir: kendini gösterir ve başkasını görünür kılar. Bu nedenle benliğin en derin bilgisi istidlal/aklî çıkarımlarla kurulmaz; doğrudan şahitlik ile kurulur. Bu konuda Sühreverdî’nin ifadesi gayet berraktır: “İnsanın nefsi, mücerred/soyut bir hakikat ve basit bir nurdur; bu durum onu  zatıyla kaim/kendinde yerleşik kılar” (Hikmetü’l-İşrâk). Benlik bilgisi kavramdan önce gelir; önce huzurdur, sonra kavramdır. Sühreverdî, Kitâbü’l-Meşâri‘ ve’l-Muṭâraḥât eserinde bu konuda dillere destan bir tanım yapar “Benliğin kendine bilgisi huzurdandır; bu bilgiye argüman ve ispat gerektirmez.” Bunun için bilinç, verilerin üstüne eklenen bir etiket değil; ışığın kendi parlaklığıdır.

Bu başlangıç, epistemolojiden psikolojiye, ahlâktan varlık anlayışına uzanan bir “ışık/nur/işrâk dili” kurar. Benlik, “ben varım” demeden önce “hazır” ve “orada”dır yani kendinde hazırdır; kelime/nefs/ben, bu “orada”lığı izler. Duygular, yönelişler ve düşünceler, birer “ışık derecesi” ve “ışık yönü”dür. Benliğin işi, kendi parlaklığını artırmak ve düzenlemektir yani nura göre yaşamaktır.

Algı, Hayal ve “Âlem-i Misâl”

Her şeyden önce iki vurguyu yapalım: Birincisi “Âlem-i Misâl”in ilk kurucu düşünürü Sühreverdî’dir. İkincisi ise Sühreverdî’nin dilindeki “ışık” duyusal ışık değildir. O, ilahi bir parıldayıştır. Bu ilahi parıldayış duyusal olandan önce gelir.

İşrâkî psikoloji, algıyı bir nurun bir nura kavuşması olarak ele alır. Görmede asıl gören, biyolojik göz değildir; “Gören nefstir; duyu, nefsin nura yönelişinde bir sebeptir.” (Kitâbü’l-Meşâri‘ ve’l-Muṭâraḥât). Dış duyuların sunduğu şekiller, nefiste temessül eder. Sühreverdî, İşrâki felsefenin de ana metni olan Hikmetü’l-İşrâk’ta şunu der “Sûretler nefiste temessül eder; hayal bu temessülün mahallidir.” Böylece hayal gücü, rastgele çağrışımların deposu değil; benliğin ışığını taşıyan bir aynadır.

Bu aynanın niteliği eğitime açıktır. Sühreverdî, Heyâkilü’n-Nûr eserinde şöyle der “Arınmış hayal aynadır; kirli hayal ışığı kırar.”  Arınmış hayal, duyusal izlenimleri birleştirir; anlam taşıyan suretler/formlar/tasavvurlar kurar. Kirli hayal, ışığı çoğaltır ve dağıtır; imgeyi/imajı/tasavvuru parçalar, dikkati buğular/bulanıklaştırır.

İşrâkî disiplin yöntemi olan riyazet terbiyesinde rüya, bu yüzden temel bir alıştırmadır: uyku öncesi niyet, uyandıktan sonra kısa kayıt yapılır; tekrar eden semboller “misâl eşiği”nde okunur. Misâl âlemi ne bütünüyle maddîdir ne de salt aklîdir; iki dünyanın eşiğidir yanı fizik ile metafiziğin sınır hattıdır; o, ara âlemdir yani bedensel/maddi olanların ruhanileştiği, ruhani olanların da bedenleştiği alem… Burada beliren imge/tasavvur, nefsin derin niyetlerini, yönelişlerini ve korkularını aydınlığa çıkarır; benliğin birlik duygusu bu eşiği kullanarak pekişir.

Algının işrâkî yorumu, yanılsamaları da açıklığa kavuşturur. Gölgedeki şekli yırtıcı sanmak “vehmin baskınlığı”dır; nefs, eksik aydınlanmış sûreti tehlike anlamına yorumlar. Çözüm, aynı sahnede ışığı/işrâkı artırmaktır: Riyazet yöntemiyle (oruç tutmak, az yemek, az uyumak, çokça namaz  kılmak vb.) bedensel yapıdaki nefs  yeniden düzenlenir, nefesle ritim kurulur, nesneye bakış “bütün ve parça” arasında gidip gelir. Böylece imge ve tasavvur berraklaşır; vehim geri çekilir. Aksi durum, bozuk imgelerin ve yamuk tasavvurların devamına neden olur ki bu da bütün tasdik süreçlerini alt üst eder.


Beden–Nefs İlişkisi: Hüküm ve Şahitlik

Benlik, beden üzerinde tasarrufu olan bir efendi olduğu kadar aynı zamanda “bedenden öğrenen bir şahit”tir. Sühreverdî, bedeni küçümsemez; fakat onun ontolojik yerini belirler: Hikmetü’l-İşrâk’ta şöyle der “Beden karanlık cevherdir; nefse açıldıkça canlılık kazanır.” “Karanlık” ifadesi kötülük anlamına gelmez; kendi başına “zahir kılma/açığa çıkarma kudreti” olmayan bir ağırlığı anlatır. Nefs bu ağırlığa yöneldiğinde duyular canlanır, hareket düzeni kurulur, alışkanlıklar oluşur.

Açlık, yorgunluk, korku gibi haller benliğin ışığını söndürmez; fakat onu meşgul ederek dağıtır. Bunun için işrâkî terbiyede beden düzeni, psikolojinin merkezine yerleşir: ölçülü yeme-içme, uykuda ritim, düzenli hareket ve sükût. “Sükût, işrâkın kapısıdır.” (Seçme Metinler-Heyâkilü’n-Nûr adlı yayınlanmamış çalışmamızdan). Sükût yalnız sesin azalması veya konuşmamak değildir; gereksiz uyaranların azaltılmasıdır ki algı, imge ve tasavvur ancak bundan sonra düzene girmeye başlar. Düşünce, duygulanım ve bedensel ritim aynı ışık eksenine bağlanınca benlik “hükmeden” ile “şahit olan” işlevlerini uyum içinde yürütür.

Benlik terbiyesi, bedenle sürtüşmeyi değil ittifakı ve mutabakatı hedefler. Dikkatli yürüyüş, ölçülü yeme, nefesin düzene sokulması, gözün ve dilin korunması gibi mikro-eylemler, “aynayı parlatan” pratiklerdir. Ayna parladıkça, benliğin kendine şahitliği genişler; hüküm isabeti artar. Bunu bir sonraki makalemizde İşrâki Epistemoloji başlığı altında ele alacağız. Konuyu daha da berraklaştırmaya gayret edeceğiz.

Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement