Yine Kan Var Toprağımızda
Her Yer Kan,
Kan Her Yerde...
...Paslanmış demir bir kapı açılır
Küf tutmuş kilitler gıcırdarken
Ta karanlıklar içinde birden
Bir türkü gibi yükselirsin sen
Fısıldarım sana yıllarca içimde biriken
Söyleyemediğim ateşten kelimeleri
Şuuraltım patlamış bir bomba gibi
Saçar ortalığa zamanın
Ağaran saçın toz toprağını
Bana ne Paris’ten
Newyork’tan Londra’dan
Moskova’dan Pekin’den
Senin yanında
Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı
Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu
Geceme gündüzüme
Gözlerin
Lale Devrinden bir pencere
Ellerin
Baki’den Nefi’den Şeyh Galib’den
Kucağıma dökülen
Altın leylak
Sezai KARAKOÇ
Bir damla suyla dünyaya gelip, üç beş damla gözyaşıyla gömülüyoruz. Bu aradaki hayatı, Cebrail’in kanat sesleri altında yaşamamız gerekirken İblis’in heybesinde ne varsa hepsini hayata zerk ediyoruz. Bırakın yaşayanların, mezardakilerin bile feryadını duymamıza rağmen hâlâ yaşamın ve mezarların üzerinde patinaj yapmaya devam ediyoruz. İslam toplumlarının çürümüşlüğü ve yıkımı karşısında M. Âkif “Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? Nur istiyoruz, sen bize yangın veriyorsun! ‘Yandık! ‘diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun! Mademki, ey adl-i İlahi yakacaktın… Yaksaydın a mel’unları… Tuttun bizi yaktın!” çığlık ve feryatlarını haykırıyordu. Feryatlar ve çığlıklar bir türlü dinmedi. M. Âkif’in yaşadığı kaderi değil, akıbeti bugün için yaşamaya devam ediyoruz. Çöküşün üzerinden yüzyıldan fazla zaman geçti; çürümüşlükle beraber çöküş devam ediyor. Evet, Antony Negri & Mıchael Hardt’ın dedikleri gibi “Bugün de Hıristiyanlar, Müslümanlara cephe almış gibi görünüyor; her ne kadar taraflar şimdiden karışmış olsa bile. Ancak, bu din savaşı görüntüsü sadece derinlerdeki tarihsel dönüşümü, yani yeni bir çağın başlangıcını gizlemeye yarıyor.” Bu tespit sadece kategorik olarak Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki ilişki için değil, Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri için de geçerlidir. Dinler ve medeniyetler arasındaki savaşlar, İslam toplumlarındaki çürümüş, toplumsallık ve egemenlik biçimleri; ulusçuluk, mezhepçilik, cemaatçilik, devlet-i ebed müddetçilik, nizam-ı âlemcilik vs. bunların tümü “gelmekte olanı” sadece geciktirici faktörler olarak vakıada cereyan etmektedirler. Bu tarihsel çevrimin, değişim ve dönüşümün yasasıdır. Bu yasa “tilkel eyyamü nüdavilüha beynen nas!”tır. (Zira o iyi ve kötü dönemleri biz insanlar arasında döndürür dururuz.)
“Klasik Batı, Yahudi-İslamcı-Hıristiyan ve Yunan-Arap olduğu halde biz onun Yunan-Roma ve Yahudi-Hıristiyan geleneğine ait olduğuna inandırıldık. İbrahim’in oğulları, birlikte yaşamaları gereken bir anda birbirleriyle karşı karşıya gelmek gibi bir tuzağa düştüler. Avrupa tarafında, İslam çalışmaları güvenlik perspektifi etrafında dönmektedir.” Ve Batının kolonileştirmesi “ Müslüman dünyaya affedilemez saldırılar başlatmıştır.” Müslümanlara gelince, onların da nesnel düşünce ve eleştirel teolojilerindeki zayıflıkları için hayıflanmaları gerekir.” ( J. Derrida, İslam ve Batı, s.24).
Tüm bu iç ve dış kutuplaşmalardan, İslam
toplumlarının iradesini esir almış egemenlik biçimlerinin ve aynı zamanda İslam
toplumlarının büyük oranda “cehaletle” malul pastoral bir düşünüşe (sürü-çoban
ilişkisi) sahip oluşunun sonuçları olarak ortaya çıkan ve medeni barbarlığın
İblis’le yaptığı ittifakın yol açtığı yıkım, talan, yağma, katliam ve her türlü
sömürü karşısında “tilkel eyyamü nüdavilüha beynen nas!” ilkesini merkeze almak
elbette ki bir teselli değildir. Bu vakıanın temel değişim ilkesi de şudur
“Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların
durumunu değiştirmez. (Rad 11)
Petrolle abdest alıp, yeşil dolarlar üzerinde secdeye kapanıp,
İslam toplumlarına yöneticilik yapan egemenlerin bize bıraktığı tek şey,
ekranlardan kokusu gelmeyen ama vicdanlarımıza sıçrayan kan, enkaz ve ölüm…
İslam medeniyetinin tüm maddi ve manevi birikimi tarihin hiçbir döneminde bu
kadar büyük bir oranda yok oluşla karşı karşıya gelmedi. Ne haçlı seferleri, ne
Moğol işgalleri döneminde. Çağdaş Moğolların ve Haçlıların yanında, kökleri çok
daha derinlerde yer alan Müslüman toplumların ulusçuluk, mezhepçilik,
tarikatçılık vb. pastoral inanma biçimlerinin kapitalist moderniteyle birlikte
yaşadığı “ne o, ne bu” durumu. Değerlerle pratiğin arasındaki uçurumun
yarattığı boşluğa düşen yeni kuşaklar… Umutsuzluk inkârla özdeştir… Lakin iç ve dış emperyalist, kapitalist,
çağdaş Haçlı, Moğol ve Haricilerin yol açtığı bu yıkım karşısında hangi
“mezhepçilik, cemaatçilik, ulusçuluk, tarikatçılık vs.” Aziz Gazze'mizi,
Haleplerimizi, Halepçelerimizi, Bağdatlarımızı, Kâbillerimizi, Kahire ve
Mekkelerimizi geri getirebilir? Hangisi şehit edilen milyonlarca kadın ve erkek
Musa ve Asiye adaylarını, Selahattin’in, Osman Gazi'nin, İbn-i Arabi’nin
müritlerini, İbn-i Teymiye’nin mücahitlerini, Said Nursi’nin gerçek
şakirtlerini geri getirebilir?
Tarikat ve diriliş adı altında Şeyh’ul Ekber İbn-i Arabi’nin
“şeyh”, sufilik adı altında Celalettin Rumi’nin “sufi”, Nurculuk adı altında
Sühreverdi’den süzülüp gelen ve Said Nursi’de bir iman müdafaasına dönüşen,
Allah’ın kendisini onunla tasvir ettiği “Nur”, yine milliçilik, nurculuk, tarikatçılık
ve cemaatçilik uğruna “cemaat”, Işidvari pespayeliklerle kirletilen “cihad” vs.
belliğimizi, bilincimizi, imanımızı ve insanlığımızı; tarihi, maddi ve manevi
dünyamızı inşa eden tüm paradigmatik kavramlarımızı bir daha asla belini
doğrultamayacak bir istikamete, sadece toplumsal, ekonomik, bürokratik,
medyatik vs. getirim, çıkar ve menfaat, ideoloji, cemaatçilik, tarikatçılık ve
inanç biçimlerine kurban ederek, yine asla el uzatılmayacak bir uçurumdan
yuvarlayan bu şizofrenik, nevrotik vakıa karşısında insanlığın kadim birikimi
ve nebevi hikmeti onlara el uzatmamız için feryat ediyor âdeta.
Bugün için eğer Fetih ve Nasr sureleri en başta İslam toplumları
için Mekke’nin, Zemzem Tower ve onun işgalcileri karşısında, Londra’nın,
Pekin’in, Moskova’nın, Washington’nun kellerinin uçurulması değil;
gönüllerinin Kur’an ile “Ma’ruf-Maslahat-Makasıd” eksenli
bir mücadele ile fethi değilse, o zaman ya bize yanlış bir peygamber ve Kur’an
ulaştırıldı ya da bizler Kur’an ve peygamberi tanımıyoruz. Bugün için bu
örneklik Gazze'nin aziz mücahitlerinin omzunda konumlanmıştır. Bu açıdan, ilk
olarak hakikat şudur: Bizlerin onları kesinlikle “hikmet ve hakikat” cihetinden “Ma’ruf-Maslahat-Makasıd” ekseninden
tanımadığımız ve yorumlayamadığımızdır. Mekke’nin tüm egemenlerinin
ittifakıyla yok edilme operasyonlarına uğrayan Hz. Peygamber, bu durum
karşısında bile “Allah’ım,
şu iki adamdan -Ebû
Cehil ve Ömer b. Hattâb’tan, ki ikisi de kafir ve müşrikti- sana en sevimli olanı ile
İslam’ı güçlendir.” diye ellerini açıp dua ediyordu. Bugün
bizler peygamberin bu dualarını hayata taşımayarak, bırakın Londra’nın, Pekin’in, Moskova’nın,
Washington’nun vs. Müslüman olması için dua etmek;
onların Müslüman olmaması için ne varsa üretmekle kalmıyor, Müslüman olanlarını
da ideoloji, gelenekçilik, cemaatçilik, tarikatçılık vs. uğruna dinden
çıkarıyor, haklarında “katli
vaciptir” gibi hezeyanlarla ölüm fetvaları yayınlıyor ve
maalesef bu durum İslam toplumları içinde güya en demokratik ülke olan
Türkiye’de bile gerçekleşebiliyor. Bir de bakacağız ki bu coğrafyada Müslüman
kalmamış ve geriye kalan tek şey, gelecek nesillerin belleğinde Işıd’in kelle
uçuran kılıçlarıyla, tarikatçılık, cemaatçilik mezhepçilik ve geleneçilik
uğruna tekfir bombaları olacaktır. Ama vakıadaki Gazze direnişi tüm bu kesif
bulutları dağıtmış ve insanlık vicdanı küresel ölçekte İslam'ın üstüne atılan
her türlü manipülatif perdeleri yırtıp atmıştır.
Peygamberin
ve Kur’an’ın “Ma’ruf-Maslahat-Makasıd”
paradigmasını kavradığımız gün, elimizde vicdanın ve gönüllerin kalemi ile
İslam’ı bir getto dini, sınır ve ideoloji bekçisi olmaktan çıkarıp onu tüm
insanlıkla buluşturabiliriz. Çünkü İslam’ın temel hedefi onun fıkhi
hükümlerinin bir “şeriat” olarak uygulanması, bir gettonun sınır bekçiliği değil;
onun bir dünya görüşü haline gelmesidir. Bu minval üzere, İslam’ın birinci
temel kaynağı olan Kur’an’ı anlamanın, içselleştirmenin, sindirmenin yegâne
yöntemi, onun “tertil” üzere, ağır ağır, sindire sindire, “Ma’ruf-Maslahat-Makasıd” ufkunu
söke söke okumaktır. Bu yapılmadığı takdirde her ayet, muhalifini öldüren
klavye tuşunun altındaki sanal, medyatik ve popülist; mezhepçi, cemaatçi ve
tarikatçı vs. mücahitlerin (!) elinde Einstein’ın atom bombasından daha büyük
felaketlere yol açacaktır. Çünkü fitne insan öldürmekten daha beterdir. Bize
düşen ise İslam’ın berraklaştırılmış dünya görüşünün ortaya çıkması için
gönülleri kılıçla değil, kalemle fetheden bir mücadele azmini ortaya koymaktır.
Ve bunu başaran Gazze'nin masum ve mücahit halkına selam olsun. Değil mi ki
cihad ancak bir masumiyetle yapılırsa gerçek bir cihad olur.
“Oku!.. Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun!..”
0 Yorumlar