![]() |
| Gürgün Karaman |
Mehmet Akif Ersoy Vakası: Kifayetsiz Muhafazakârlığın İflası ve İslamcılığın Çöküşü
Habertürk’ün eski genel yayın yönetmeni Mehmet Akif Ersoy’un, bir soruşturma kapsamında gözaltına alınması ve ardından tutuklanması, tek başına kişisel bir skandal ya da “bireysel bir ahlâk” meselesi olarak görülemez. Bu vaka, Türkiye’de son otuz yılda İslamcılık ile muhafazakârlık arasındaki gerilimli ilişkinin, daha doğrusu İslamcılığın muhafazakârlık tarafından yutulmasının sembolik bir kırılma anı olarak da okunmalıdır. Peki, bunu okuyabilen entelektüel bir vicdan, İslamcı bir muhasebe var mı?
Bu tür dosyaların hukuki boyutu elbette ki yargının alanıdır; iddiaların doğruluğu, delillerin geçerliliği, sürecin adilliği ayrı tartışma konularıdır. Fakat şu çıplak gerçek karşımızda çok acı bir halde duruyor: Egemen getto bloklarına eklemlenmiş muhafazakâr–İslamcı medya evreninin gözde figürlerinden biri, bir anda linç ile sahiplenme arasında gidip gelen, ideolojik bir ayna işlevi gören bir “vaka”ya dönüşmüştür. Bu, sadece bir kişinin trajedisi değil, bir camianın röntgen filmi, dramatik bir modeli, ağır bir trajedisidir. Aslında alttan alta biriken bir volkanik çürümenin rol modelidir. Adım gibi eminim ki her zaman olduğu gibi kifayetsiz muhteris muhafazakâr İslamcı’lık, Hayri Kırbaşoğlu’nun üçlemesi olan “masa-kasa-nisa” girdabından yine de her türlü rantını devşirerek çıkacaktır. Uzak ve yakın tarih, bunun örnekleriyle doludur.
Türkiye’de klasik İslamcı birikim, uzun süre emperyalizm karşıtlığı, adalet talebi ve isyan ahlâkı etrafında şekillendi. Bu çizginin ana damarında üç önemli özellik vardı:
1. Anti-emperyalist bilinç:
Batı’yı sadece teknik üstünlük değil, siyasî ve kültürel hegemonya olarak okuyan bir bakış.
2. Adalet merkezli siyaset tasavvuru:
Devleti kutsamayan, aksine devleti adaletle kayıt altına alma iddiasındaki bir dil.
3. İsyankâr ahlâk:
Zulme karşı durmayı, “itaat”ten önce gelen bir iman şartı gibi gören bir vicdan.
Said Nursî’nin modern ulus-devlet eleştirileri ve pozitivist eğitim sistemine yönelik çıkışları, sadece dinî hassasiyet değil, “epistemik sömürgeleşmeye” itirazdı. Derviş Vahdetî’nin İttihad-ı Muhammedî teşebbüsü, tüm zaaf ve trajedisine rağmen, “ümmet” fikri üzerinden iktidar bloklarını sarsma niyeti taşıyordu. Said Halim Paşa, Batı medeniyetini yalnızca alınacak bir teknik paket değil, ahlâkî ve siyasî bir tahakküm projesi olarak çözümlerken, İslam toplumlarının kendi özgün siyasal düşüncesini inşa etmesi gerektiğini savunuyordu. BU örnekleri çoğaltmak mümkün...
Bugün geldiğimiz noktada ise bu devrimci damar, büyük ölçüde kifayetsiz muhteris muhafazakârlık tarafından esir alınmış durumda. “Dava adamı” profilinin yerini, “ekran adamı”, “koltuk adamı”, “ihale ve imkân adamı” alıyor. Klasik İslamcı isimlerin eserleri, düşünceleriyle değil; sosyal medyada paylaşılabilir alıntılar, iktidarlaırnı/gettolarını tahkim eden vitrin süsleri olarak tüketiliyor.
Muhafazakârlık, gettocu egemenlik alanlarıyla organik bağlar kurdukça, içinden çıkan kadroları önce “ahlâk ve dava” söylemiyle parlatıyor; aynı ahlâk söylemini, iş iktidar içi tasfiyeye geldiğinde bir sopa gibi kullanıyor. Bu mekanizma, kifayetsiz muhterislerin elinde, İslamcılığı taşıyan zemini hızla çökertiyor.
Klasik İslamcılığın muhafazakârlık tarafından esir alınışı
Klasik İslamcı geleneğin muhafazakârlık tarafından nasıl esir alındığını da yine üç eksende görmek mümkündür:
1. Fikriyatın slogana indirgenmesi
Said Nursî’den Said Halim Paşa’ya kadar uzanan geniş düşünce zinciri, artık çoğu zaman sadece “dindar nesil”, “yerli ve milli duruş” gibi soyut sloganların fon müziği olarak kullanılıyor. Metinler okunmuyor, kavramlar tartışılmıyor; yalnızca isimler, meşruiyet üretmek için anılıyor.
2. Anti-emperyalist ruhun içerden evcilleştirilmesi
İslamcılığın anti-emperyalist yönü, bir dönem hem Batı hegemonyasına hem de içerideki askerî–bürokratik vesayete karşı bir meydan okumaydı. Bugün aynı damar, küresel güç ilişkileriyle uyumlu, hatta çoğu zaman onları yeniden üreten bir devlet–sermaye–medya üçgeninin ideolojik aparatı hâline getirildi. Yani anlayacağınız “ehlileştirildi”.
3. Ahlâkın iktidar mühendisliğine dönüşmesi
Klasik İslamcı metinlerde ahlâk; zulme karşı tavrın, adalet talebinin, merhametin, özgürlük arayışının temeliydi. Şimdi ahlâk, kimi zaman yalnızca “bizden olmayanı” damgalamak için kullanılan bir disiplin dili. Aynı ahlâk, iktidar çevresinde dönen kirli ilişkiler görünür olduğunda, bir anda “örtü”ye, bir tür sessizlik anlaşmasına dönüşüyor.
Mehmet Akif Ersoy vakası
Mehmet Akif Ersoy’un hukuki dosyası ne söylerse söylesin, ahlâkî ve siyasal planda karşımızda duran şudur:
Bir dönem “dava insanı”, “sahadan gelen gazeteci”, “mazlum coğrafyaların muhabiri” anlatısıyla parlatılan bir figür, aynı camia tarafından, birkaç gün içinde linç ve aklama arasında savrulan bir “skandal dosyası”na dönüştürülmüştür.
Bu savrulmanın kendisi, camianın derin kırılmasını gösteriyor. Zira mesele, tek tek kişilerin günah ve sevaplarından çok, İslamcılığın kimin elinde, neye dönüştüğü ile ilgilidir.
Eskinin isyankâr İslamcılığı, zulme karşı “hesap sorma” ahlâkını devlete, sermayeye, iktidara doğru yöneltmeye çalışıyordu. Bugünün kifayetsiz muhafazakârlığı ise aynı ahlâkı, “iç disiplin”, “düşman tespiti” ve “günah keçisi yaratma” vasıtası hâline getirdi. Mehmet Akif Ersoy dosyasında tartışılan her iddia, bu açıdan camianın kendi kendine tuttuğu bir aynaya dönüşüyor.
***
Aliya İzzet Begoviç’in meşhur uyarısını hatırlamak tam da burada anlamlıdır:
“Din de devrim de acı ve ızdırap içinde doğar, refah ve konfor içinde ölür. Gerçekten devam eden yalnızca onların gerçekleşme özlemidir. Gerçekleşmeleri aynı zamanda ölümleri demektir. Din de devrim de gerçekleşirken onları boğacak olan kurumları, yapıları doğurur. Resmi kurumlar hiçbir zaman ne devrimci ne de dindardır.”
Türkiye’de İslamcılık da uzun bir süre, hem “dinî uyanış” hem de siyasî devrim iddiası taşıyan bir hareket olarak var oldu. Acı ve ızdırap içinden, darbelerden, yasaklardan, dışlanmalardan geçerek büyüdü. Fakat bugün, Aliya’nın dediği o ölümcül eşiğe dayanmış durumda: kurumsallaşma.
Kurumsallaşma derken kastedilen, yalnızca dernekler, vakıflar, partiler, medya grupları değil; aynı zamanda devlet aygıtıyla kurulan iç içelik hâli. İslamcılık, devlete mesafe alıp adalet talep eden bir muhalefet dili olmaktan çıkıp; devletleşmiş, bürokratikleşmiş, çıkar gruplarıyla kaynaşmış bir ideolojik kalıba dönüşmüş ve günün sonunda yaşam damarlarını kaybetmiştir.
Bugün Türkiye’de yaşanan tam da budur. İslamcı hareket; önce kendi “evlatlarını” yedi, tasfiye etti, susturdu, marjinalleştirdi. Şimdi ise kurucu motivasyonlarını, adalet ve özgürlük fikriyatını tüketme sürecindedir. Geriye kalan, büyük laflar eden ama her krizde iktidarın yanında hizalanan, ahlâk söylemini seçici kullanan, fikrî derinliği zayıflamış bir muhafazakârlık.
Said Nursî, Derviş Vahdetî, Said Halim Paşa vb.: Unutulan devrimci damar
Bu çöküşü daha iyi görmek için, klasik İslamcı isimlerin devrimci tarafını hatırlamak yeterlidir. Burada örnek olması hasebiyle sadece birkaç isme vurgu yapacağız:
Said Nursî, modern ulus-devletin ve pozitivist eğitim sisteminin zihinleri tek tipleştirmesine karşı direnen bir figürdü. Onun için iman, sadece bireysel bir vicdan işi değil, aynı zamanda zihin ve varlık tasavvurunu özgürleştirme çabasıydı.
Derviş Vahdetî, tüm tartışmalı yönlerine ve 31 Mart hadisesindeki rolüne rağmen, dönemin iktidar blokuna karşı “ümmet” temelli siyasal bir alternatif örgütlemeye çalışıyordu. Hikâyesi, İslamcılığın daha o zamanlar nasıl araçsallaştırıldığını ve sonra nasıl tasfiye edildiğini gösteren bir örnektir.
Said Halim Paşa, Batı medeniyetini teknik ilerlemenin masum paketi gibi görmeyip, onun arkasındaki ahlâkî ve siyasî projeyi ifşa etmeye çalıştı. “İslamlaşmak” fikrini, toplumu tepeden biçimlendiren bir mühendislik değil, ahlâk ve adalet ekseninde köklü bir dönüşüm çağrısı olarak ortaya koydu.
Bu isimlerin ortak paydası, iktidarın konforuna değil, hakikatin yüküne talip olmalarıydı. Bugünün kifayetsiz muhafazakârlığı ise, hakikat yükünü taşımaktan kaçtıkça, iktidarın konforuna daha sıkı sarılıyor; İslamcılığın devrimci ruhunu, vitrin dekoru olarak kullanıyor. Tam da burada Ali Şeriati’yi hatırlamanın zamanıdır: Refah, ruhun bataklığıdır.
Sonuç olarak, Mehmet Akif Ersoy vakasını yalnızca “bir gazetecinin düşüş hikâyesi” olarak okuyanlar, asıl tabloyu kaçırıyor. Burada:
Bir fikrî geleneğin, bir devrimci damarın, bir anti-emperyalist İslamcılık mirasının, kifayetsiz muhteris muhafazakârlık karşısında ne kadar savunmasız kaldığını görüyoruz.
Asıl soru şudur: Klasik İslamcı mirastan geriye ne kaldı?
Ahlâk, hâlâ zulme ve adaletsizliğe karşı ilkesel bir duruş mu, yoksa “bizden olanlar” için görmezden gelinen; “bizden olmayanlar” için kırbaç gibi kullanılan bir araç mı?
Aliya’nın uyarısını yeniden ve yüksek sesle hatırlamak gerekiyor: Dinler ve devrimler, kurumsallaşırken ölme riski taşırlar. Bugün Türkiye’de İslamcılık, tam da bu ölüm eşiğinde duruyor. Eğer devrimci, isyankâr, anti-emperyalist fikrî damar yeniden keşfedilmez; Said Nursî’den Said Halim Paşa’ya uzanan o eleştirel bakış çağdaş dünyaya tercüme edilmezse, geriye yalnızca skandallar, linç kampanyaları ve kifayetsiz muhafazakârlığın kalın perdesi kalacak.
Ve belki de tarih, bu döneme şöyle not düşecek:
“İslamcılık, düşmanları tarafından değil, dostlarının kifayetsiz muhterisliğiyle öldürüldü.” En azından şu erdemi umut etmek gerekir mi? Bu cenazeyi kaldırabilecek İslamcı kaldı mı? Cevabı basit: kalmadığı için cenaze çoktandır kokuyor! Bu cenazeyi kaldırabilecek bir umut göremediğim için sadece şunu haykırmalıyız: İslamcılık öldü! Rahmetulllahi Aleyh! Ruhuna el-Fatiha!


0 Yorumlar