Ticker

8/recent/ticker-posts

Ad Code

Responsive Advertisement

Altay Cem Meriç İçin Sünni Masallar ve Sünniliği Sarsan Deliller (!)

Gürgün karaman
Okunma sayısı: ...

🎧 Makaleyi sesli dinle.

Açıklama: Bu makalenin ana mesajı ve çağrısı iki temel hakikati merkeze alır: İlki, mezhebi arızaların ve krizlerin İslam’ın evrensel hakikatine zarar verdikleridir. İkincisi ise, mezhebi krizlerden ve arızalardan arınarak “Kardeşlik Hukuku”na davettir.

Makaleye başlamadan önce iki noktayı vurgulamak isteriz.

Birincisi: Sayın Altay Cem Meriç ve Sayın Abdülkadir Şen ile herhangi bir tanışıklığım ya da kişisel bir sorunum bulunmamaktadır. Ancak, kullandıkları pejoratif dil ve birikimin düşmanlık üretmek için kullanılması kabul edilebilir değildir. Bu nedenle, bu makale, onlara bir kardeşlik hukukuna davet niteliğindedir ve entelektüel bir misilleme olarak yazılmıştır. Müslüman bir ehl-i edeb için, Hz. Peygamber’in henüz vahiyle muhatap olmadan önce Mekke’nin müşrik toplumunda ortaya koyduğu “Muhammed’ül Emin” ahlakilik sıfatı en büyük referanstır. Hiçbir mazeret ya da mezhebi aidiyet kaygısı, bu referansı tahrif etmeye veya yok etmeye yeltenmemelidir.

İkincisi: Sayın Meriç Şiiliği eleştiremediği için ağır hakaretlere başvurmaktadır. "Rafizilik, cacık, leş gibi bir doktrin, üç-beş muta nikâhlı kişi..." vb. ağır ifadeler kullanmaktadır. Sayın Abdülkadir Şen de yine Şiiliği eleştiremediği için çok açık bir tahrifatı lojistik destek olarak kullanmaktadır. Ama bu makalenin yazarı onlara, onların kullandığı dille entellektüel bir misilleme yapmayacaktır. Çünkü bu yazarın asgari hürmet bağlamında annesi, babası, eşi, ve içinde yaşadığı toplum Sünni'dir ve bu olguya saygıyı esas alır. 



Makalenin sonlarında, Sayın Altay Cem Meriç için “Seçme Sünni Masallar” başlığı altında bir bölüm yer alacaktır.  Bu bölüm, Sayın Abdülkadir Şen için de "Sünniliği Sarsan Deliller" olacak mıdır, ona da bu makalenin okuyucusu karar verecektir. Ancak, bu makalenin tarafgirlikten uzak, kardeşlik hukukuyla yazılmış bir dertten kaynaklandığını ve bu minvalde okunmasını özellikle istirham ediyorum.

Her edebi metin türünün kendine özgü özellikleri vardır. Masallar da edebi bir metin türü olarak kendine has nitelikler taşır. Masallar genellikle bir tekerlemeyle başlar, iyi ve kötü kahramanların mücadelesiyle devam eder. Masalın sonunda kötüler her zaman kaybeder, iyiler kazanır ve ödüllendirilir; masal, bir tekerleme ile sona erer. Gökten üç elma düşer: biri anlatıcıya, biri dinleyiciye, biri de masaldaki iyilik mücadelesi veren kahramana. Masal anlatıcısının temel amacı, dinleyicide aktif bir ahlaki duyarlılık uyandırmaktır. Bu duyarlılık, iyilik ve kötülük mücadelesinin her zaman var olacağı bilincini yerleştirmeyi ve bu mücadelede daima iyinin safında yer almaya yönelik bir karakter inşa etmeyi hedefler. Çünkü kötülük, masalın sonunda her zaman kaybetmeye mahkûmdur. Masallar, dinleyenleri hem eğlendirir hem güldürür hem de düşündürür. Bu nedenle, entelektüel, aydın, akademisyen ya da yazar gibi toplumsal statüye sahip kişiler, masal anlatırken en azından bu edebi türün kurallarına uymalıdır. Kurallarına uygun anlatılmayan bir masal, masal olma özelliğini yitirir ve amacından sapar. Daha da vahimi, bir masalı tahrif ederek anlatmak ciddi sonuçlara yol açar. En vahim sonuç, masal anlatıcısının ana amacı olan ahlaki duyarlılığın kaybolmasıdır.

Masallarda giriş tekerlemesi ve olaya giriş serim; iyi ile kötü kahramanlar arasındaki mücadele düğüm; masalın sonucu ve bitiş tekerlemesi ise çözüm olarak adlandırılır. Bu nedenle, biz de bu makaleyi serim, düğüm ve çözüm bölümlerinden oluşan üç bölümde kaleme alacağız. Buraya kadar yazdıklarımız, Sayın Altay Cem Meriç için “Seçme Sünni Masallar”ın giriş tekerlemesi olsun. Sayın Abdülkadir Şen de youtube kanalında "Şiiliği Sarsan Deliller"i sıralarken biz de bu makalede sadece bir örneklem olarak yer alan beş masalımızın "Sünniliği Sarsan Deliller" olup olmadığını okuyucunun takdirine bırakacağız.

                                        Altay cem Meriç                             Abdülkadir Şen

1) Serim

Bu makalenin amacı, epistemolojik olanın ideolojik ve teo-politik olanı bastırmasına yöneliktir. Çünkü ideolojik ve teo-politik yaklaşımlar, epistemik bir zehirlenmeye yol açar ve bu, kaçınılmaz olarak toplumsal çatışmaları körükler. İlim, bu noktada bir hakikat arayışı olmaktan çıkar; ideolojik ve teo-politik çıkarların aracı, çatışmaları doğuran dinamiklerin yakıtı haline gelir. İlmin bu seviyeye indirgenmesi, bir hakikat tekelciliğine neden olurken, ideolojik ve teo-politik tarafgirlik, adaleti bile muhalifini yok etmek için kurgulanan bir düşman hukukuna dönüştürür. İlim ideolojik ve teo-politik indirgemeye tabi tutulduğunda, Agamben'in tespitiyle olağanüstü bir hal yaratılarak her türlü hukuk askıya alınır. Bu yaklaşımın temel amacı, ahlaki, hukuki ve adil olmayan bir durumu meşrulaştırmaktır. Tarih, bu bağlamda bir ibret alanı olmaktan çıkar; bir iman-inkâr alanı olarak ele alınır ve asli, hukuki, ahlaki olan askıya alınır. Arızalar ve krizler asliyetin yerine geçer, ahlaki ve hukuki olan ise bir karşı ahlak ve karşı hukuk olarak inşa edilir. Bu bağlamda, ahlaki, hukuki ve ilkesel referansların askıya alınması, mezhebi saiklerle gerçekleştirilerek toplumsal çatışma alanları üretilir. Tarihsel alan, mutlak iyi ile mutlak kötünün alanı değildir. Beşeri bir etkinlik alanı olan tarihi, iyi-kötü, doğru-yanlış gibi dikotomilere tabi tutarak mutlaklaştırmak mümkün değildir. Aksi takdirde, tarih ya mutlak bir tanrısal alan olur ya da tarih diye bir şey kalmaz. Vahyin ufkundaki tarih felsefesinin ana gayesi ibrettir. Bu girişten sonra açıkça ifade etmek isterim ki bu makalenin yazarı, kurumsal anlamda ne Şii’dir ne Sünni’dir ne de İrancı’dır. Ancak, emperyal savaş makinesine karşı komşumuz İran’ı asgari komşuluk hukuku çerçevesinde savunmak, faile karşı mağdurun yanında yer almak, eğer İrancılık olarak tanımlanıyorsa, bu İrancılıktan imtina etmek asgari ahlaktan yoksunluk anlamına gelir. Bu bağlamda ahlakilik, muzaffer zalimlerin yanında olmaktansa onurlu ve izzetli mağlubun safında durmayı gerektiriyorsa, Yezid’e karşı Hüseyin’in safında yer almak bir ahlak ve iman meselesidir. Burada asıl mesele, Sünnilik ya da Şiilik değil, tarihsel yorumların İslam’ın hakikatini manipüle etmeye yönelik kullanılmasına karşı entelektüel bir misillemedir. Bu misilleme, tarihin tahrifine ve indirgemeciliğine karşıdır; İslam’ın berrak mesajının Sünni-Şii kıskacına alınarak bulanıklaştırılmasına, Sünniliğin “Dört Hak Mezhep” tekelciliğine ve bu tekelciliğin hakikat kisvesiyle herkesi aynılaştırma despotizmine karşıdır. Bu misilleme, son dönemlerde Altay Cem Meriç ve Abdülkadir Şen’in söylemlerine karşı entelektüel bir eleştiridir. Aynı zamanda, ülkemizde yaşayan binlerce Alevi, Caferi ve Şii kardeşimize karşı kardeşlik hukukunu korumanın bir gereğidir. (Ehl-i vicdan Sünni kardeşlerimi tenzih ederek, bu makalenin onlara hitap olmadığını özellikle vurgulamak istiyorum.)Bir Müslümanın iman referansı, tarihsel yorumlardan ibaret olan mezhebi üretimler olmamalıdır. İmanın ana referansı Aziz Kur’an’dır; yürüyen Kur’an olan Hz. Resul ise onun yegâne modelidir. Ancak, tarihsel alan ve bu alanda üretim yapan düşünürlerin kurduğu mezhebi sistemler, ana referansları işgal ettiğinde, belirleyici olan Kur’an ve Resul-i Ekrem’in örnekliği değil, mezhebin yorumu olmuştur. Bu durum, mezhebi olanın asıl olan temel referansların önüne geçtiği ve asli olanı işgal ettiği anlamına gelir. Ana referanslar, mezhebin tapulu malına dönüşür ve herhangi bir şeyin doğrulama ya da yanlışlama referansı, mezhebin tarihsel bagajı olur. Böyle bir doğrulama ve yanlışlama metodu, bizleri tarihin mezarlarına mahkum eder. Artık burada "mezarların yaşayanlara tahakkümde bulunduğu" bir "değil gerçeklik" içinde bir gerçeklik iddiası üzerinden hakikat tekelciliği yapmaya başlarız. 

Kendi varlığını başkasının yokluğu üzerine bina etmek, fail-mağdur çatışmasında sessiz kalmak şöyle dursun, faile hizmet edecek ve mağduru daha da mağdur edecek bir eylem ve söylem, ne insani ne de İslami’dir. İran halkına ya da ülkemizdeki Şii/Caferi vatandaşlarımıza, bu çatışma ortamında yorum haklarını ellerinden alarak “Sizin iddialarınız masaldır, palavradır, uydurmadır, leştir” gibi söylemlerle saldırmak, doğru ve ahlaki olmadığı gibi, mezhepsel çatışmaları körükleyerek bu ülkenin ve coğrafyanın dinamiklerini dinamitlemektir. Sayın Meriç, vahim bir hataya düşmektedir: Teolojik bir anlayışı yorumlarken ilmi, tarihin kılıçları motivasyonuyla konuşturmaktadır. Güncel olayları, özellikle de İran’ın Suriye’deki yanlış politikalarını, bu motivasyonu besleyen bir kaynağa dönüştürmektedir. Tarihte doktriner bir yapı kazanmış teolojik veya felsefi bir anlayışın teorisi, tarihteki ya da güncel bir çatışmayla doğrulanamaz ya da yanlışlanamaz. Teorinin tarihsel süreçteki yorum ve aşırı yorumları da teorinin temsili değildir. Elbette teorilerin pratikleri teorilerle paralel hareket edebilir, ancak bu, mutlak bir özdeşleştirmeyi gerektirmez. Eğer bir teoriyi doğrulama ya da yanlışlama yöntemi tarihteki bir çatışma ya da savaşsa, Birinci Dünya Savaşı sonunda Müslüman Osmanlı’nın yenilmesi, tarihsel değil özsel olarak İslam’ın da yenilmesini gerektirir ki bu muhal bir durumdur. Ya da mezheplere aidiyet üzerinden ortaya çıkan fikirlerdeki arızalar ve kriz düşünceler sistemin aslıyla özdeş tutulamaz.


2) Düğüm

Ozellikle sosyal medyada popüler olan Sayın Meriç, İran-İsrail çatışmasının başlamasıyla, Şiiliği hedef tahtasına oturtmuştur. Anlaşılan, Sayın Meriç, Abdülkadir Şen’in Bir Din Kurgulamak ve Bir Mit Kurgulamak adlı eserlerinden oldukça etkilenmiş olacak ki, tarihin tüm arızalarını asliyet olarak görmeye başlamıştır. Meriç’in zihin dünyasında Şiiliğin nasıl kodlandığını, sosyal medya paylaşımlarından anlamak mümkündür. Tarihin arızaları asliyetin yerini aldığında, Sayın Meriç'in zihni Sünni kaynaklardaki tarihsel bagajı da mutlak bir ölçüt olarak benimsemektedir. Oysa tarih, bir iman-inkâr alanı değil, bir ibret alanıdır. İbret alınmayan bir tarih, ideolojik ve teolojik bir nesneye dönüşür. Sayın Meriç de bu ideolojik ve teolojik nesneyi keskinleştirerek, “Şii Masalları” olarak nitelendirdiği söylemlerle öne çıkarmaktadır. Sünni-Şii paradigmasının iki kutbu arasında, “Sünni Masallar” ise şimdilik Meriç’i ilgilendirmemektedir. Çünkü tarihsel birer yorum olan Sünnilik ve Şiilik kıskacında, İslam’ın temel ilkeleri bu çatışmada bir hüküm ifade etmemektedir. En önemlisi, Meriç için tarih, yalnızca Sünniliğe hizmet ettiği ölçüde makbuldür. Sünniliğin bekasına hizmet eden tarihsel veriler, ideolojik ve teolojik indirgemeye tabi tutularak, muhalifi olan Şiiliği hedef alan bir araç olarak kullanılmaktadır. Meriç, Şiiliğin teolojisinin henüz oturmamış olduğunu, hurafeler, uydurmalar ve masallarla kendini var ettiğini iddia etmektedir. Biz de bu yazıda, Sayın Meriç’e birkaç “Sünni Masal” sunma ihtiyacı hissettik. Ancak, bu masallara geçmeden önce bazı hakikatleri belirtelim.

Tarih boyunca, İslam’ın temel referansları olan Kur’an ve Hz. Peygamber’den hareketle çok çeşitli yorumlar yapılmış; bu yorumlar, zamanla birikim kazanarak tarihsel bir olgu ve sistem haline gelmiştir. Vahim olan, bu yorumların İslam’ın kendisiyle özdeş tutulmasıdır. İnsani eylem alanından doğan bu sistemler, toplumsal kabullere mazhar olmuş; kimisi varlığını sürdürmüş, kimisi ise tarihten tasfiye edilmiştir. Bu sistemler içinde, tarih boyunca saltanata entegre olan Sünnilik, saltanatın gücüyle baskın ve hâkim yorum olarak kendini var etmiştir. Bunun en açık göstergesi, Kur’an’ın “şura, meşveret, istişare” ilkeleri, Hz. Peygamber’in bu doğrultudaki uygulamaları ve dört halifenin seçilme biçiminin egemenlik alanından tasfiye edilmiş olmasıdır. Bu açık ilke ve uygulamalar, Muaviye tarafından gasp edildiğinde, Sünnilik, saltanatla iç içe geçmiş bir tarihsel gerçeklik olarak varlığını sürdürmüştür. Bu konuya ileride değinilecektir.

Sayın Altay Cem Meriç’in sosyal medya paylaşımları, Şiiliğe karşı yoğun bir öfke barındırıyor. Meriç, “Küfretmemek için kendimi zor tutuyorum” demesine rağmen bu beyanın arka plandaki küfürden daha ağır hakaretlerini yapmakta, entelektüel ve dini duyarlılığın ahlaki sınırlarını zorlayan bir tavır sergilemektedir. Bu söylem, entelektüel ve dini alana katkı sunmaktan çok, ahlaki bir pozisyonun tartışmalı bir örneğini oluşturuyor. Aşağıda aktaracağımız paylaşımın, küfretmekten daha incitici olup olmadığına, ehl-i vicdan ve ehl-i edeb karar verecektir. Meriç, bir paylaşımında şöyle diyor: “Kur’an, müşriklerin putlarına sövmeyi bile, ‘Müşriklerin Allah’a sövmelerine sebep olur’ diyerek yasaklıyor. Aynı Kur’an, durduk yere kutsalıma laf edilmesine hoşgörüyle bakmamı nasıl emretsin?” Bu ifadeyle ahlaki pozisyonunu belirleyen Meriç, 26 Haziran’da YouTube kanalında yayımladığı “Hz. Fatıma’nın Uğradığı Zulümler” başlıklı videoda, müşriklerin değil, Şiilerin mezhebi inançlarını “Şii masalları, uydurma” gibi ifadelerle defalarca aşağılıyor. Öfkesinde sınır tanımayan Meriç, şu sözlerle çıtayı daha da yükseltiyor: “İran’dan bir cacık olmaz. Asla coğrafyayı kuşatıcı bir nitelik kazanamaz. Hiçbir zaman rafizilik üzerine geniş çaplı bir asabiyye kuramaz. Leş gibi bir doktrin üzerine geniş kitleleri harekete geçiremez. Üç-beş muta nikâhlı kişinin geniş kitlelere işkence ettiği dikta rejimlerinden fazlası olamaz. Boş vakitlerinde ibadet diye kendilerini kırbaçlayıp seninle it dalaşı yapacaklar, misyonları bu kadar.” (25 Haziran tarihli paylaşımından, yukarıdaki ilk görsel... Bu ifadeler o kadar vahim ki bunun yorumunu yapmak dahi kaleme saygısızlık olacaktır!) Bu öfke, Meriç’in birikimini esir alıyor ve hikmete dönüşmeyen bu birikim, öfkesini daha da besleyerek onu ahlaki ve entelektüel hikmetten uzaklaştırıyor. Bu söylemler, ülkemizde yaşayan binlerce Alevi, Şii ve Caferi vatandaşı incitmektedir. Meriç, “İsrail ile her X’in savaşında bizim duracağımız yer İsrail’in karşısıdır. Molla rejimine duyduğum sınırsız öfkeye rağmen durum böyle” diyerek öfkesini Molla rejimi ve İsrail üzerinden kurnazca meşrulaştırmaya çalışıyor. Ancak, Meriç’in öfkesini yatıştıracak tek şeyin molla rejiminin yok olması olduğu anlaşılıyor. Eğer molla rejimi ortadan kalkarsa, Meriç’in müdavimlerini konsolide etmek için bu kez Yemenli Zeydilere, ardından Mutezile’ye yöneleceği öngörülebilir. Bu kısır döngüde düşman üretmek ve üretilen düşmana teo-politik ve teolojik bir düşman hukuku inşa etmek, Meriç’in yukarıda bahsettiği Kur’an’ın ahlaki ilkesine aykırıdır. Benzer bir tahrifat, Sayın Abdülkadir Şen tarafından da yapılmaktadır. Şen, “Şiiliği Sarsan Deliller” başlıklı videosunda, İmam Humeyni’nin 1943’te yazdığı Keşfu’l-Esrar adlı eserinin Arapçaya tahrif edilerek çevrilmiş bir versiyonunu esas alarak ağır bir tahrife başvuruyor. Şen, videonun 17.50’nci dakikasından itibaren şöyle diyor: “Mesela Humeyni, Keşfu’l-Esrar kitabında, Peygamberimizin görevini hakkıyla yerine getirmediğini, eğer getirseydi İslam Ümmeti’nin parçalanmayacağını, haşa, savunuyor...” Oysa gerçek şöyledir: 1980-1988 yılları arasında Irak, İran’a saldırır. Sünni koalisyonun hedefi, 1979’da gerçekleşen İran Devrimi’ni daha başlangıç aşamasında boğmaktır. Bunun için Batı emperyalizmiyle her türlü iş birliğine, askeri ve siyasi manevralara ve manipülasyonlara başvurulur. Koalisyonun Truva atı, Halepçe soykırımının sorumlusu Saddam Hüseyin’dir. Bu saldırıyı meşrulaştırmak için teolojik gerekçeler, tahrif edilerek savaş pazarına sürülür. Humeyni’nin söz konusu eseri, önce Suud diktatörlüğü tarafından finanse edilen Hasan Nedvi marifetiyle, orijinal metinden değil, Arapça çevirisi üzerinden tahrif edilir. Suriyeli Kürt âlim Said Havva da Nedvi’yi referans alarak Humeyni’nin küfrüne hükmeder. Amaç, bu savaş esnasında Sünni toplumu İran karşısında konsolide etmektir. Ancak, Keşfu’l-Esrar’ın 114. sayfasında bağlam bütünlüğüne bakıldığında, Humeyni’nin tam aksine Kur’an’ı savunduğu görülür. Humeyni, eserin 105-120. sayfaları arasında, imametle ilgili bir eleştiriye şu şekilde yanıt verir:“Eğer imamet mezhebin dördüncü aslı ise ve müfessirlerin iddia ettiği gibi Kur’an’da birçok ayet bunu kanıtlıyorsa, neden Allah bu kadar önemli bir hususu Kur’an’da açıkça zikretmedi de bu kadar ihtilafa ve kan dökülmesine sebep oldu?” (s. 105) Bu soruya yanıt olarak Humeyni, Keşfu’l-Esrar’ın 114. sayfasında şöyle yazar:

“İmamın isminin açıkça Kur’an’da yer alması durumunda şu tehlike söz konusu olabilirdi: Dünya ve yönetimi elde etmekten başka Kur’an ve İslam’la ilgisi olmayan ve Kur’an’ı yalnızca kötü niyetlerini gerçekleştirmek için bir araç olarak kullanan kişiler, bu ayetleri Kur’an’dan çıkarır, böylece semavi kitabı tahrif eder ve dünya ehlinin gözünden Kur’an’ı uzak tutarlardı. Bu leke, kıyamete kadar Kur’an ve Müslümanlar için kalıcı olur, Yahudi ve Hıristiyanlara yöneltilen tahrif ithamları aynen Müslümanlar için de geçerli olurdu.” Humeyni burada, Kur’an’ın tahrif edilmemesine dair bir savunma yapmaktadır. Sayın Şen’in, Arapça tahrif edilmiş çeviriye ve Nedvi ile Said Havva’dan aktardığı iddiaya dayanarak yaptığı bu tahrifat, gerçeğin tam tersini yansıtmaktadır. Daha da vahimi, bu tahrifat propagandasına orijinal kaynak üzerinden defalarca yanıt verilmiş olmasına rağmen, Şen’in bunu araştırmadığı ya da kasıtlı olarak bu tahrifatı sürdürdüğü anlaşılmaktadır.

Hem Şen’in hem de Meriç’in aynı hafta içinde tahrifat ve hakaret içeren videolar yayımlaması dikkat çekicidir. Bunun planlı olup olmadığı ya da bu iki şahsın bu konuda bir patronajlık ilişkisi içinde hareket edip etmediklerini ehl-i vicdanın ve ehl-i edebin insafına bırakıyoruz.


3) Çözüm 

Seçme Sünni Masallar

Bir mezhebi, felsefi, bilimsel ya da ideolojik sistemi büyük yapan, o sistemin düşünürüdür. Büyük bir düşünürü “büyük otorite” haline getiren ise onun düşüncesidir. Düşünce ile düşünür arasındaki bu diyalektik ilişki, büyük kabulleri doğurur. İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Hz. Aişe’nin ifadesiyle “yürüyen Kur’an” olan Hz. Resul-i Ekrem’i referans alan Müslümanlar, bu iki kaynaktan hareketle büyük mezhebi sistemler kurmuşlardır.

Bu sistemler kendiliğinden ortaya çıkmamış; tarihsel süreçlerden geçerek sistematik hale gelmiş ve toplumsal kabul görmüştür. Bu sistemlerin eleştirisi ve toplumsal kabullerinin sıhhati, başka bir makalenin konusu olabilir. Ancak şu vurgulanmalıdır: Bu sistemleri kuran düşünürlerin fikirleri vahiy değildir ve eleştiriye açıktır. Ayrıca, bu düşünürlerin düşüncelerindeki arızalar, otoriteleri nedeniyle sonraki nesiller tarafından genellikle ya olduğu gibi kabul edilir ya da otoritenin sarsılmaması için görmezden gelinir. Sistemin büyüklüğü, hem sisteme hem de otoriteye sarsılmaz bir inanç doğurur ve bu inanç, kendini mutlak hakikat olarak kodlar. Bu kodlama, her alandaki ilerlemenin önündeki en büyük engeldir. Sistemlerin ve kurucu otoritelerin yanlışları, sistem tarafından absorbe edilir ve bu yanlışlar bir inanç kabulüne dönüşür. Çünkü sistemin ve kurucu düşünürün büyüklüğü, yanlışları dahi absorbe edebilecek bir güce sahiptir. Ancak, sistemdeki büyük yanlışlar, sistemi krize sokma potansiyeline sahiptir. Sistem bu krizlere rağmen varlığını sürdürse de, asıl vahim olan, krizlerin sistemin her yanını ele geçirerek sistemin kendisi haline gelmesidir. Daha da vahimi, tarih boyunca bu sistemik krizlerle yüzleşmek yerine, krizi derinleştiren üretimlerin yapılmasıdır. İşte Sünni sistem, hilafeti dahi saltanata entegre ederek krizin kendisini sistem olarak devam ettirmiştir. Bu bağlamda, aşağıda anlatacağımız “Seçme Sünni Masallar”, bu sistemik krizin örneklerini sunmak için yazılmıştır. Şimdi bu sistemik krizin birkaç maksimum örneğini masal olarak dinleyelim.

Birinci Masal: Yezid’e Rahmet Dileği

Sünniliğin zirve düşünürü kabul edilen İmam Gazali, evlad-ı Resul’ü Kerbela’da soykırıma uğratan Yezid hakkında şöyle yazmıştır:

“Yezid’e rahmet okumaya gelince; bu, caiz, hatta müstehaptır. Biz de ona, diğer Müslümanlar ve müminlerle birlikte genel olarak namazlarda rahmet dileriz.” (İbn Kesir, El-Bidaye ve’n Nihaye, Büyük İslam Tarihi, Çev. Mehmet Keskin, Çağrı Yayınları, İstanbul, C. 12, 2000, s. 331; ayrıca bkz. Gazzâlî, İhya’ü Ulumu’d Din.)

İkinci Masal: Yezid’in Masumiyeti İddiası

Yakın dönem Sünni âlimlerinden Ömer Nasuhi Bilmen, bir eserinde şunları aktarır:
“Rasûlullah (s.a.v.), ancak Ebu Cehl ve Utbe b. Rebîa gibi küfrü sabit kişilere lanet etmiştir. Yezid’in ise ne kâfir olduğu ne de katil olduğu sabittir. Dolayısıyla, ona Hz. Hüseyin’in katili demek bile caiz değilse, kâfire edilen laneti ona okumak nasıl caiz olsun?” (Ömer Nasuhi Bilmen, Ashâb-ı Kirâm Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, s. 151-2.)

Üçüncü Masal: Dört Hak Mezhep Formülasyonunun Doğuşu

Her düşünsel ya da mezhebi sistemin olgunlaşması, tarihsel bir süreç gerektirir. Sayın Meriç, bir videosunda Şii yorumunu “doktrin henüz oturmadığı” gerekçesiyle “Şii Masalları” olarak aşağılamaktadır. Oysa bir düşüncenin doktriner bir yapı kazanması pek çok faktöre bağlıdır. Sünni doktrinin “dört hak mezhep” formülasyonunun tarihsel hakikati şöyledir: “Ehl-i Sünne ve’l Cemaâ” terkibini bir doktrini ifade etmek için ilk kez kullanan, Ebu’l Hasan el-Eşari’dir (823-935). İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin aklı ve bireysel özgürlüğü merkeze alan ehl-i rey anlayışının karşısında, nasçı ve selefi bir damar olan ehl-i hadis (ehlü'l eser) yer alır. Ehl-i hadisin teolojik doktrini, yüzyıllar boyunca sistemleşmiştir. Sünniliğin “dört hak mezhep” formülasyonu, Memlûkler döneminde (1250-1382) Sultan Baybars tarafından kurumsallaştırılmıştır. Baybars, devletin merkeziyetçi yapısını korumak için Şâfiî, Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî kadılarından birer kişi olmak üzere dört Sünni başkadı tayin etmiş ve bu formülasyon, sonraki dönemlerde politik bir kararı itikadi bir mutlaklığa dönüştürmüştür. Bu durum, Sünni doktrin için bir aşağılama verisi olarak kullanılamaz. Ancak, aynı durumdaki Şii doktrin için bu olgu bir aşağılama gerekçesi olarak kullanılıyorsa, burada ilmilik ve objektiflik değil, mezhepçilik motivasyonları söz konusudur.

Dördüncü Masal: Doktriner İdamlar

İslam tarihinde birçok düşünür, fikirleri ve politik tutumları nedeniyle Sünni ulema tarafından tekfir edilerek idama mahkûm edilmiştir. Mutezili âlimler bunun en bariz örnekleridir. Sonraki süreçlerde, İşraki Felsefe’nin kurucusu Şihabeddin Sühreverdi, Hallac-ı Mansûr, Seyyid Nesimi, Aynu’l Kudat Hemedani gibi değerli düşünürler, Sünni doktrin tarafından “doktriner idam” ile darağaçlarına gönderilmiştir. Bu idamların hiçbiri ne Kur’an’a ne de Hz. Peygamber’in örnekliğine uygundur. Hz. Peygamber, kendisini Mekke’den hicret etmeye zorlayan, kendisiyle savaşan ve en yakın arkadaşlarını şehit eden Mekkeli müşriklere, Mekke’yi fethettiğinde şöyle demiştir: “Bugün size kınama yoktur. Yusuf’un (a.s.) kardeşlerine söylediğini söylüyorum: Hepiniz özgürsünüz.” Yine Hz. Peygamber, amcası Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi’yi dahi affetmiştir.

Beşinci Masal: Melekler de Günah İşler

Sünni doktrinin temeli fıkıhta "dört hak mezhep" üzerinden yükselir. Bunlar Şafii, hanefi, Maliki ve Hanbeli mezhepleridir. Bu mezheplerin kelami kolu ise Eş'arilik ve Maturidiliktir. Fıkıhta Şaffiliği benimseyen biri kelami olarak Eş'aridir. Hanefiliği benimseyenler de kelami olarak Maturidir. Türkiye toplumu kahir ekseriyeti kendisini Hanefi-Maturidi olarak tanımlar. Maturidiliğin kurucu düşünürü İmam Maturidi'dir. Maturidi Te'vilâtü'l Kur'an adlı dirayet tefsirinde Bakara Suresi'nin 30. ayetini yorumlarken şöyle bir tespit yapmaktadır "Cenab-ı Hak, 'Melekler Allah'a asi olmaz.' buyurmuştur. Böyle bir ifade , günah işleme ihtimali bulunmayan kimseler için kullanılmaz. Şu halde meleklerin de günah işleme imkânına sahip kılındıkları sabit olmuştur."  (Maturidi, Te'vilâtü'l Kur'an, Çev. Bekir Topaloğlu, Ensar yay., istanbul, 2. baskı, Cilt 1, s. 106). Eğer Melekler de "meleklerin de günah işleme imkânına sahip kılındıkları sabit olmuş" ise vahyin, peygambere en baskın şekilde gelişi melek vasıtasıyladır. Burada meleklerin günah işleme imkânına sahip kılındıklarının sabit  oluşu vahyin sıhhatini tartışmalı hale getirir ki bu da çok tehlikelidir. 

Maturidi'ye göre  meleklerin de günah işleme imkânına sahip kılındıkları sabit iken beşeri üretimler olan Sünnilik ve Şiiliğin günah işlemesi hayli hayli mümkündür. Buradaki temel sorun bu "mümkünlüğün" mutlaklaştırılmasıdır. Oysaki hiçbir metodoloji bu yaklaşımı onaylamaz. 

Masalın Bitiş Tekerlemesi

Sünnilik de Şiilik de nihayetinde arızalarla malul sistemlerdir. Hiçbir düşünce sistemi ya da mezhebi anlayış arızalardan muaf değildir. Ehl-i ilme ve ehl-i edebe düşen görev, arızaları pazar malı yapmak değil, asliyetlerle hakikate davet etmektir. Zira su-i misal, emsal değildir ve su-i misal masal da değildir. Kaldı ki Sünni doktrinin mührünü vuran iki büyük düşünür, İmam Gazali ve Fahreddin Razi, İran topraklarının hediyesidir. Gazali’nin Yezid hakkındaki fikirleri ve Razi’nin Menakıbu’l İmam Şafii eserinde İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye neredeyse açıktan küfredecek kadar ileri gitmesi, erbabının malumudur. Bu masalları çoğaltmak mümkündür. Ancak Müslümanların yapması gereken, atalarının topraklarındaki taşlarla birbirlerinin kafasını kırmak değil, bu topraklarda açan çiçekleri koklamaktır. Çünkü ibret alınmayan tarih tekerrür eder. Bu tekerrürden birkaç örnekle makaleyi sonlandıralım: Suriye halkının iradesini gasp eden Esed ailesinin saltanatı neyse, Arabistan’daki halkın iradesini gasp eden Suud diktatörlüğü de odur. Suriye’deki İran vekil örgütlerinin yanlışları neyse, dokuz Sünni koalisyon ülkesinin Yemen’de yaptıkları da odur ve hatta daha fazlasıdır. Eğer bu tekerrürü bir terazide tartarsak, Sünni kefe, Şii kefeye kıyasla binlerce kat ağır gelecektir. Yemen’de binlerce çocuk, dokuz ülkeden oluşan Sünni koalisyon, Suud ve ABD emperyalizmi tarafından açlığa ve ölüme mahkûm edilmiştir. Açık kaynaklara göre, 2015-2018 yılları arasında yaklaşık 85 bin çocuk yetersiz beslenme nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Uluslararası yardım örgütü Save the Children, Yemen’de üç yıl süren savaşta ölen 5 yaş altı çocukların sayısının bu rakama ulaşabileceğini bildirmiştir. Bu soykırım, Gazze’de öldürülen çocukların sayısının beş katıdır. Sayın Meriç ve Şen için, Sünni koalisyonun bu soykırımı gündeme gelmez. Suriye'deki mezalim ile Yemen'deki mezalim arasında ayrım yapan mezhebi bir anlayışın her şseyden önce insani, diğer taraftan İslami olup olmadığını da yine ehl-i vicdana bırakıyoruz. İkisi de eğer bu konuda adil olduklarına dair kamusal vicdanı ikna etmek istiyorlarsa iki isimden de aynı ağır eleştiri ve hakaretleri özellikle Suudi Arabistan ve Katar'a yapmaları gerekmiyor mi? Onların da "Sünni Masallar"a ve "Sünniliği Sarsan Deliller"e ihtiyacı yok mu?  Gazze'deki soykırımı finanse eden Trump'a sadece 2025 yılının ilk yarısında 4 trilyon doları veren körfez ülkeleri içinde özellikle başı çeken Suudi Arabistan ve Katar değil mi? Eğer buradaki hassasiyet bu coğrafyanın bütün halklarının geleceği ise bu geleceğin bu şekilde gasp edilmesinde Sünnilik sütten çıkmış bal kaşığı mı? 

Payımıza Düşen Üç Elma

Birinci  elma, bu makalenin yazarına: Vahdet içinde kesret için kardeşlik hukukunun gereği.

İkinci elma, dinleyene/okuyana: Dillerimizin, renklerimizin, mezhebi aidiyetlerimizin, felsefi ya da ideolojik dünya görüşlerimizin farklı olması kaçınılmazdır. Herkesi kendimize benzetmenin ve aynılaştırmanın despotizmi, zulümdür. Zulüm, bir şeyi olması gereken yere koymamak, ona dayatmalarla varoluşsal alanını yok etmektir. Fareyi kedi, kediyi aslan, aslanı deve yapmaya kalkmak, sünnetullaha ve sünnet-i Resulullah’a aykırıdır.

Üçüncü elma, masalın kahramanlarına: Sünnilik de Şiilik de İslam’ın birer yorumudur ve özsel olarak İslam’ın kendisi değildir. Bu özdeşleştirme, İslam’ın evrensel mesajını dar kalıplara hapsetmektir. Sünnilik ve Şiilik, bu coğrafyanın ve Müslümanların birikimidir. Bu iki büyük yorumun asıllarını bırakıp arızalarını pazarlamak, hakkaniyete ve bu birikimlere saygısızlıktır. 

Çürük Elma: Her iki sistemin müntesipleri, İslami ve insani kardeşlik hukukuna riayet ederek, tarihi kavgaları birbirlerini yok etmek için bir bagaj olarak görmemelidir. İslam, mezheplerin ve etnik aidiyetlerimizin tapulu malı değildir. İslam'ı mezhebi ve etnik aidiyetlerimizin tapulu mülkü yaparak bu tapu üzerinde mutlak hak gaspı gerçekleştirmek için kadastro kavgaları yapmak hçbir müminin yapamayacağı bir şeydir. Çünkü bu din "Allah'ın dinidir." Bu mülk "Allah'ın  mülküdür."

Bu tarz yaklaşımlar bu topraklara rahmet getirmez. Allah, bizleri farklılıklarımızla kardeş kılmış ve Aziz Kitabında bize “Müslüman” ismini vermiştir. Yer yer Sünnilik ve Şiilik hesabı versek de, asıl hesabımız Müslümanlığımızdır. Bu küresel çağda, ya İslam’ın evrensel kardeşlik modelini insanlığa sunacağız ya da mezhebi bagajlarımızla bu mesajın önünde yük olmaya devam edeceğiz. Allah, dinini mezhebinin ya da etnik kökeninin aracı ve tapulu malı yapanları tasfiye edeceğini Kitabında bildirmiştir. Bize düşen, İslam’ın evrensel mesajının ve onun emrettiği kardeşlik modelinin şahitliğini yapmaktır. Allah, ihlasla iman edip bu şahitlik görevini yerine getirenlerden ayırmasın.

Âmin… Allahû a’lem bissavab…



Yorum Gönder

0 Yorumlar

Ad Code

Responsive Advertisement