![]() |
Şemsüddîn Mahmud eş-Şehrezûrî (ö. 687/1288’den sonra) |
[Açıklama: Şemsüddîn Muhammed b. Mahmûd eş-Şehrezûrî (ö. 687/1288’den sonra), 13. yüzyıl İslâm düşünürü; hekim, tarihçi ve filozoftur. Erken dönem İşrâkîliğin en büyük yorumcusu kabul edilir: Sühreverdî’nin Hikmetü’l-İşrâk’ına yazdığı şerh, eser üzerindeki ilk büyük yorum olarak geleneğin şekillenmesinde temel rol oynamıştır. Aynı zamanda Sühreverdî’nin biyografisini en geniş biçimde kayda geçiren kişidir.
Telif ve Etik Uyarı: Çeviri bize aittir. İzinsiz hiçbir ortamda yayınlanamaz, alıntı yapılamaz. (Gürgün Karaman)]
Büyük rabbânî bilge, mükerrem filozof; rabbânî şeyh ve rûhânî müteellih (seyyid); ilmiyle amel eden, erdemli ve yetkin âlim (muhakkik); milletin, Hakk’ın ve dinin yıldızı; ilâhî sırları bilen ve nurlu âlemlere yükselen Ebü’l-Fütûh Yahyâ b. Emîrek es-Sühreverdî —Allah Teâlâ kabrini ferah kılsın, nefsini kutsasın.
Asırların yegânesi, devirlerin benzersizi idi; iki hikmeti birleştirmişti —yani zevkî (tecrübî/sezgisel) hikmet ve bahsi (rasyonel/duyusal) hikmet.
Zevkî hikmete gelince: Allah’ın yoluna giren herkes, onun bu sahadaki ayırt ediciliğine tanıklık ederdi; zira o, nefsini ardışık düşünceler ve peş peşe gelen mücâhedelerle terbiye eder, karanlık dünyaya ait meşgaleleri nefsinden boşaltır, yüce yönelişiyle rûhânî âlemi seyretmeyi isterdi. Kararı yerleşip sür’atli/azimli bir seyre (seyr-i sülûk) devam ettiğinde soyut varlıkları müşahede etmenin nurları ona açılır; nefsini bilmenin ilk parıltısı belirdiğinde aklıyla Rabbine nazar eder (düşünerek bakar), ardından da O’nun Kelâmı üzerinde durur. İşte o zaman bilsin ki, onun rüyaya dayalı keşifleri ve rûhânî müşâhedeleri son sınırına varmıştır; onun derinliğini ancak pek az kimse bilir, zirvesine ise sadece râsih (derin bilgi sahibi) olanlar erişir.
Bahsî (araştırıcı) hikmete gelince: Onun yapısını en sağlam biçimde kurmuş, temel direklerini tahkim etmiş; doğru ve latif mânaları zarif ve veciz ibarelerle ifade etmiş; onu arkasında gaye bırakmayacak bir kusursuzlukla tamamlamıştır. Özellikle el-Meşâri‘ ve’l-Mutâraḥât adlı meşhur kitapta: Orada mütekadimlerin (öncekilerin) ve müteahhirlerin (sonrakilerin) araştırmalarını eksiksizce işlemiş; Meşşâîler (Aristotelesçiler) mezhebinin esaslarını çürütmüş, kadîm hikmet sahiplerinin kanaatini pekiştirmiştir. O kitaptaki araştırmaların, münazaraların, soruların ve itirazların çoğu onun zihinsel tasarruflarından ve gizli (meknûn) ilminden kaynaklanır; bu da onun bahsî fende ve resmî ilimde ne kadar güçlü olduğuna delâlet eder.
Bil ki, onun sözünü anlamak ve sırlarını bilmek, onun yolunu izlemeyen ve ahlâkıyla alışkanlıklarına uymayan kimselere göre pek zordur; çünkü o, hikmetini keşfî esaslar ve zevk/tecrübe ilimleri üzerine kurmuştur. Buna göre esaslarını sağlamlaştırmamış olan türevlerini bilemez; dünya ve âhiretten soyunmamış olan da onun sözünün tadına varamaz.
Özetle: Onun sözünü bilmek ve kitaplarının çoğunu ve remizlerini çözmek nefsi bilmeye bağlıdır. Hâlbuki âlimlerin ve filozofların çoğunun bununla ilgili bir bilgisi yoktur; bu hususta her çağda bir tek kişi zuhur eder. Ben bu büyük bina hakkında çok sordum ve inceledim; nefs hakkında bilgisi olan bir kimse bulamadım—soyut âlemler hakkında bilgi ise hiç bulamadım. İşte bundan dolayı, onun sözünü anlayamadıklarında ona ta‘n ettiler; hattâ çağdaşlarımdan, halk nazarında fazilet ve idare ile meşhur bir grup, “Onun hikmeti tarikat işidir” diye iddia ettiler. Keşke bilsem! Eğer onun hikmeti keşfî esaslar ve zevkî kurallar üzerine kurulu ise, onların vehmî esaslar ve hayalî yapılar üzerine kurulu hikmetleri nasıl olur da aşağılık, çöplükçe, çarşı-pazar işi olmasın! Onlar, onun sözünü bilmeyişlerinden ve sözünün zorluğunun sebebinden —az önce anlattığım üzere— mazurdurlar.
Gençliğimin coşkusunda iken ben de onların ilgisiz kalma tavrına katılıyordum; derken tecrîd sevgisi galebe çaldı, yola girdim; Allah Teâlâ’nın lütfuyla nefsimi bilmek bana kolaylaştırıldı; bununla birlikte onun sözü de bana açıldı; kısa bir zamanda bütün sırlarına vâkıf oldum. Sonra, ona dil uzatan ve mezhebini reddeden o kimselere hakikat ve insaf gözüyle baktım: Meğer onların yanında hikmetten ancak hurmanın kötüsü (haşif) varmış; onda da yalnız kabuğa bakmışlar; öz yerine kabukla meşgul olmuşlar!
Sonuçta elde ettikleri, cismi bilmek ve varlığın bazı arazlarını tanımaktır—ki bunda da büyük bir hata vardır; cismi de hakikatiyle kavramış değillerdir. Bugüne kadar —ve benden önce de— onun sözünü anlayıp muradına eren kimse bulamadım. İlâhî (kutsal) ilimler ve büyük rabbânî sırlar var ya: hikmet sahipleri onlara remizlerle işaret etmiş, peygamberler de onlara işaret buyurmuştur—işte bu adam onları bilmiştir.
Ve o (Sühreverdî), bu mânaları “Hikmetü’l-İşrâk” adını verdiği büyük kitapta güçlü bir anlatımla desteklemiştir; ondan önce buna kimse erişmemiştir; ondan sonra da Allah Teâlâ’nın dilediği kimse dışında hiç kimse erişemeyecektir. Bu sebeple ona “Melekûtça desteklenen” lakabı verilmiştir. Bu kitabı hakkıyla ancak sıddîk olanlar tanır.
Ve bil ki, hikmetin iki kanadından (zevkî ve bahsî hikmetten) her ikisinin sağlamlığı bu şeyhe nasip olduğu kadar hiçbir filozof, âlim ve velîye nasip olmamıştır. Bazılarında keşif nasip oldu ama araştırma tarafına bakmadılar — Bâyezîd ve sâlihler ve benzerleri gibi. Doğru araştırmayı var olanla tam uygun hâle getirmek ise seyr ve zevk olmadan mümkün değildir. Sadece kuru araştırmayla yetinen bütün filozoflar, inançlarında yanılmışlardır. Eğer hikmetin hakikatini istiyorsan ve ona hazırsan, Allah için hâlis ol; dünyadan, yılanın derisini bırakışı gibi soyun ki onunla bakabilesin.
Şeyh —Allah derecesini yüceltsin— gösterdiği acâyip haller sebebiyle “mahlûkâtı yaratan” diye anılırdı; onu rüyada gören birine, “Bana ‘mahlûkâtı yaratan’ demeyiniz” dedi.
Gençliğinde ilim ve hikmet talebiyle Merâga’ya yolculuk etti; orada Mecdüddîn el-Cîlî ile meşgul oldu; sonra İsfahan’a gitti. Bana ulaşan habere göre, orada İbn Sehlân es-Sâvî’nin Basâir adlı eserini Zahîr el-Fârisî’den okudu; Allah en doğrusunu bilir—yalnız, kitapları onun Basâir üzerinde çok düşündüğüne delâlet eder.
Ayrıca çeşitli taraflara seyahat etti; sûfîlerle arkadaşlık etti ve onlardan bir şeyler edindi; kendisi için düşüncede bağımsızlık ve yalnız kalma melekesini kazandı; sonra kendi başına riyâzetler, halvete çekilmeler ve tefekkürlerle meşgul oldu; nihayet hikmet sahiplerinin menzillerinin son sınırlarına ve velîlerin mükâşefelerinin nihayetine ulaştı.
İşte bu, şeyhin, adı geçen iki hikmetteki hâlinin haberidir.
Amelî hikmete gelince: Onda ilklerin öncülerinden idi; Mesihî görünümlü, kalenderî huylu idi. Zamanının insanlarını âciz bırakan riyâzetleri vardı; bunlardan biri şudur: Her hafta bir kere iftar ederdi; yiyeceği elli dirhemi aşmazdı. Hikmet sahiplerinin tabakaları araştırılsa, ondan daha zâhid veya daha faziletli birinin bulunmasının pek nâdir olduğu söylenir.
(Bir rivayet) Dendi ki: “Şahâbeddîn ile Meyyâfârikīn Ulu Camiinde birlikte yürüyordum. Üzerinde örgülü kısa, mavi bir cübbe vardı; başında post bir başlık, ayağında çarık. Bir arkadaşım beni gördü, yanıma gelip ‘Bu muharrem (yasaklı sayılan) adamla mı yürürsün?’ dedi. Ben de, ‘Yazık sana! Bu, zamanın kutbu Şahâbeddîn es-Sühreverdî’dir’ dedim; sözüm ona ağır geldi, şaştı ve yoluna gitti.”
Dünyaya yüz çevirirdi; ona pek az ilgi gösterirdi; giyim ve yemeğe aldırmazdı; şan ve riyasete kulak asmazdı. Bazen bir aba ve uzun kırmızı külâh giyer, bazen yamalı bir elbise içinde olur, bazen de başında bir hırka parçası bulunur; kimi zaman da tam sûfî kıyafeti üzere olurdu.
İbâdetlerinin en çoğu oruçla açlık, gece uyanıklığı ve ilâhî âlemler üzerine tefekkür idi. İnsanların hatırını gözetmeye dönük dünyevî meşgalelere rağbet etmez; sükûtu ve kendisiyle meşgul olmayı tercih eder; semâ ve musikî nağmelerini dinlerdi. Keramet sahibi idi.
Avamdan bazı ulemâ ve gerçek ilimlerde payı olmayanlar şöyle derdi: “O, simyayı (sîmiyâ) bilirdi.” Kimileri de mecnun zannederdi. Bunların hepsi hurafedir; “tecrîd kardeşlerinin (dünyadan soyunanların) derecelerini” bilmemektir. Bilakis o, onların menzillerinin nihayetine ulaştı; öyle ki tecrîd ehli, diledikleri sureti hâlinde ortaya koyabilir. Ebû Yezîd el-Bistâmî ve Hüseyin b. Mansûr el-Hallâc ve diğer tecrîd kardeşleri de bu makama varmışlardır. Bir vakit ben de bu makama yakînen iman ettim; Allah Teâlâ bana tam bir yakîn lütfedinceye dek. Eğer bu, saklanması gereken sırlardan olmasaydı, onun hâlinden çok şey anlatırdım.
Allah Teâlâ rûhunu temizlesin: Şehir şehir çok dolaşır, memleket memleket gezerdi; ilimlerindeki seviyesine denk bir ortak bulmayı şiddetle arzu ederdi; bulamadı. el-Muṭâraḥât’ın sonunda şöyle der: “Yaşım otuz altıya yaklaştı; ömrümün çoğu seyahat ve araştırma ile, ilimlere vâkıf ortak aramakla geçti; fakat bu şerif ilimlerden haberi olan yahut onlara inanan birini bulamadım.” —Sözünü iyice düşün, buna hayretini artır.
Allah ona rahmet etsin: Tecrîdde en yüce, dünyayı bırakmada en ileri idi; Diyâr-ı Bekr (Diyarbakır)’da bulunur, kimi vakit Şam’da, kimi vakit Rûm diyarında ikamet ederdi.
Ölümünün sebebi —bize ulaştığına göre— şudur: Rûm’dan Şam’a çıktığında Halep’e girdi. O günlerin sultanı, Mısır, Yemen ve Şam hükümdarı Salahaddin’in oğlu el-Melikü’z-Zâhir idi. Zâhir, şeyhi sever ve ona itikad ederdi. Halep’te âlimler toplanır, onun sözünü dinlerlerdi. O ise bahiste (müzakere) hikmet sahiplerinin itikadlarını açıkça söyler, muhaliflerin görüşleriyle münazara ederdi. Ayrıca onda Rûh’ul-Kudüs’ten gelen bir güçle zuhur eden acayip haller görülürdü. Kıskançlık ile bir araya gelip tekfir ettiler ve öldürülmesi için söz birliği yaptılar; ona nebîlik iddiası isnad ettiler—o ise berîdir. Hasetçilerin hesabını Allah görecektir. Sultanı öldürmeye kışkırttılar; o kaçındı. Bunun üzerine Salahaddin’e yazdılar ve “Kalırsa dini ifsad eder” dediler; öldürmesini emreden mektuplar gönderildi; sonra bir mektup daha yazılıp ‘öldürmezse Halep’i elinden alırız’ diye tehdit edildi.
Onun öldürülüş şekli hakkında insanlar ihtilâf etti: Kimisi “zindana atıldı, yiyecekten men edilerek öldürüldü” dedi; kimisi “kendini aç bıraktı ve öldü” dedi; kimisi “zincire vurulup kılıçla öldürüldü” dedi; kimisi “kemikleri kırılıp yakıldı” dedi. Rüyada Resûlullah’ın (s.a.v.) onun kemiklerini toplayıp bir kıvrıma koyduğu yahut bir kese içine koyduğu görüldüğü de rivayet edildi.
Şöyle de denir: “(Rüyada) Bunlar Şahâbeddîn’in kemikleridir.” Peygamberi gören kişi Şeyh Cemâlüddîn el-Cîlî idi—Allah ona rahmet etsin. Bana ulaştığına göre, bazı dostları “Ebü’l-Fütûh Allah’ın Resûlü’dür” diyecek kadar ileri giderdi—doğrusunu Allah bilir.
Fahruddîn el-Mârdînî (Mardin’de sakin) ile arasında dostluk ve sohbetler vardı. Fahruddîn arkadaşlarına şöyle dermiş: “Bu genç kadar zekî ve fasih birini görmedim.” “Yalnız,” derdi, “çokça coşmasına, çekinmezliğine ve az ihtiyatına bakıp helâkine sebep olmasından korkarım.”
Şark taraflarından ayrılıp Halep’e yöneldiğinde, fakihlerle münazara etti; hiçbiri ona yetişemedi. Onların tenkit düşüncelerini sezince, el-Melikü’z-Zâhir’i ve büyükleri, fakihleri ve kadıları toplattı ki, aralarında geçen müzakereleri dinlesin. Çokça konuşuldu; fazlının büyüklüğü ve parlak ilmi ortaya çıktı; Zâhir’in katında makamı ve yakınlığı arttı. Bu sefer onların tenkitleri daha da arttı; tekfir mazbataları hazırlayıp Şam’a, Salahaddîn’e gönderdiler; “Serbest kalırsa hangi tarafa giderse orayı bozar” dediler; pek çok şey de kattılar. Bunun üzerine el-Zâhir’e, Kādı’l-Fâzıl’ın hattıyla “Bu Şahâbeddîn mutlaka öldürülmelidir, salıvermek olmaz” diye yazıldı.
Şahâbeddîn, hâl kesinleşince, bir eve bırakılmayı ve yiyecek-içeceğin kesilmesini seçti ki Allah’a kavuşsun; öyle yapıldı. Zâhir de onların üzerine sonradan gidip büyük mallar aldı—doğrusunu Allah bilir. Onun yaşını yaklaşık otuz altı buldum; bazı rivayetlerde otuz sekiz, bazılarında elli denmiştir.
Boyu ve sakalı orta, yüzü kırmızı idi; çoğu kez yaya seyahat ederdi. Ulaştığımız kerametlerini anlatsak söz uzar; gafil câhillerin bazısı bunları yalanladı. Öldürülmesi, beş yüz seksen altı yılının (586 h.) sonlarında oldu; başka bir rivayette beş yüz seksen sekiz (588 h.) denmiştir. Şâfiî mezhebindendi; fıkıh, hadis ve usûlde âlimdi; son derece zeki idi.
Bana ulaştığına göre ona “Fahreddin er-Râzî hakkında ne dersin?” denmiş; “Zihni övülesi değildir” demiş. Yine bana ulaştığına göre Râzî’ye Sühreverdî sorulunca “Zihni ateş gibi parlaktır, kavrayışı keskindir” demiş. Bana ulaştığına göre şeyhe “Sen mi üstünsün, Ebû Ali b. Sînâ mı?” denmiş; o da şöyle demiş: “Ya eşitiz ya da araştırmada ondan büyüğüm; fakat keşif ve zevkte ona üstünüm.”
Eserlerin Fihristi
1. el-Muṭâraḥât (Mütârahalar).
2. et-Telvîḥât (İmalar/İşaretler).
3. Hikmetü’l-İşrâk.
4. el-Lemaḥât (Parıltılar).
5. el-Elvâḥu’l-ʿİmâdiyye (İmâdî Levhalar).
6. el-Heyâkilü’n-Nûriyye (Nurlu Heykeller).
7. el-Mukâvemât (Mukavemetler).
8. er-Remzu’l-mûmî (İmeye dayalı sembol).
9. el-Mebdeʾ ve’l-Meʿâd (Farsça).
10. Sebehâtü’l-Kulûb (Kalplerin Tecellileri) [okunuş tereddütlü].
11. Ṭawâriu’l-Envâr (Nurların uğrayışları).
12. et-Tenbîhât fi’l-Uṣûl (Usûlde Uyarılar).
13. Tasavvuf hakkında bir kitap (el-Kelime).
14. el-Bârikâtü’l-ilâhiyye (İlâhî Parıltılar).
15. en-Nağamâtü’s-Semâviyye (Semavî Nağmeler).
16. Levâmiʿu’l-Envâr (Nurların parlayışları).
17. er-Rakîmu’l-Kudsî (Kutsî Yazıt).
18. İʿtikâdu’l-Hukemâ (Hikmet sahiplerinin inancı).
19. Kitâbü’s-Sabır.
20. Risâletü’l-ʿIşk (Aşk Risalesi).
21. Hâl-i Ṭufûliyye (Çocukluk hâline dair; Farsça).
22. Risâletü’l-Miʿrâc (Mi‘rac Risalesi).
23. Rûzî bâ Cemâʿat-ı Sûfiyân (Sûfîlerle bir gün; Farsça).
24. Risâle-i ʿAkl-ı Surḫ (Kızıl Akıl Risalesi; Farsça).
25. Risâle-i Âvâz-ı Per-i Cebrâʾîl (Cebrâil’in Kanadının Sesi;
26. Pertevnâme (Farsça).
27. Luġat-ı Mûrân (Karıncaların Dili; Farsça).
28. Batı Gurbeti Risalesi (Risâletu Gurbeti’l-Garbiyye).
29. Yezdân Şinâht (Tanrı-bilgisi; Farsça).
30. Safîr-i Sîmurg (Sîmurg’un ötüşü/ıslığı; Farsça).
31. Risâletü’ṭ-Ṭayr (Kuş Risalesi).
32. Allah’ın Kitabından bazı âyetlerin tefsiri ve Resûlullah’tan (s.a.v.) haber.
33. Risâletu Ğâyeti’l-Mübtedî (Yeni başlayan için gaye).
34. Tespihler ve gezegenlere dair dualar.
35. Gezegenlerin değişimleri ve tespihleri.
36. et-Tenbîhât fi’l-ḥikme (Hikmette Uyarılar).
37. Mülûka ve meşâyıha mektuplar.
38. Sîmiyâ (simyasal/sihirsel gösteri) üzerine ona nisbet edilen kitaplar.
39. el-Elvâḥu’l-Fârisiyye (Farsça Levhalar).
40. Taḥṣîlâtü’l-ʿUkûl ve’n-Nüfûs ve’l-ʿAnâṣır (Akıllar, nefisler ve unsurların kazanımları).
41. el-Heyâkilü’l-Fârisiyye (Farsça Heykeller).
42. Müteferrik dualar.
43. es-Sirâcü’l-Vehhâc (Alev Alev Kandil).
44. ed-Daʿvetü’ş-Şemsiyye (Güneş Duası).
45. el-Vârıdâtü’l-İlâhiyye (İlâhî Vârıdât).
46. Kitâbü’t-Taʿlîkāt (bazılarınca ona nisbet edilir).
47. el-Kitâb fi’l-Munâfiyât (Aykırılıklar/antinomiler üzerine; ulaşılmadı).
48. Şerhu’l-İşârât (Farsça).
0 Yorumlar